II. ABDÜLHAMİD HAN’IN HAYATI

Annesi                          : Tîr-i Müjgan Sultan

Babası                           : Abdülmecid Han

Doğum Tarihi                 : 21 Eylül 1842

Tahta Çıkma Tarihi          : 31 Ağustos 1876

Saltanat Müddeti             : 33 sene

Halifelik sırası                   : 99

Ölüm Tarihi                    : 10 Şubat 1918

II. Abdülhamid Han Osmanlı pâdişahlarının otuz dördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksan dokuzuncusudur. Sultan Abdülmecid Han’ın ikinci oğlu olup, 21 Eylül 1842 Çarşamba günü sabah saat 5’de eski Çırağan Sarayı’nda Tîr-i Müjgan Sultan’dan doğdu. On yaşlarında annesini kaybeden şehzade Abdülhamid, Perestû Kadınefendi’nin himâyesine verildi ve iyi bir eğitim gördü. Arabî’yi, Ferîd ve Şerîf efendilerden; Fârisî’yi Kazasker Ali Mahvî Efendi ve Sadrâzam Safvet Paşa’dan; tefsir, hadîs, fıkıh ilimlerini, Gümüşhânevî Ömer Hulûsî Efendi’den öğrendi, üstübeç mâdenleri işletti. Para kazanarak zengin olup, servetini, saltanatı sırasında din ve devlet hizmetlerine sarf etti. Zekâsı ve politik kâbiliyeti dolayısıyla amcası Sultan Abdülazîz, onun serbest bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve Avrupa seyâhatlerinde yanında götürdü.

Şehzâde Abdülhamid, zamanını ibâdetle, din ve fen ilimlerini öğrenmek, ata binmek, silâh kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi. Çok kültürlü, şahsı için iktisatlı, hayır ve hasenâtı için pek cömert, ileri görüşlü, dış siyâsette fevkalâde mahâretli, yerli ve yabancı basını devamlı tâkip eder, her şeyi iyi öğrenmek isterdi. Dedesi Sultan Mahmûd’u kendine örnek almıştı. Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sâhipti. Bir defâ gördüğü veya sesini işittiği kimseyi aslâ unutmazdı. Çok nâzikti, herkesin gönlünü almasını iyi bilirdi.

Babası Sultan Abdülmecîd Han vefât ettiğinde on dokuz yaşında idi. Amcası Sultan Abdülazîz Han’ın 1876’da şehit edilmesinden sonra ağabeyi şehzâde Murâd pâdişah oldu. Fakat rahatsızlığı sebebiyle tahtta ancak üç ay kalabildi. Velîahd Şehzâde Abdülhamid, otuz dört yaşında iken 31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu. 7 Eylül günü Eyyûb Sultan Camii’nde kılıç kuşandı ve kır atına binerek, Edirnekapı’dan şehre girip Topkapı Sarayı’na yürüdü. Yollarda biriken halk tezâhürât yapıyor ve yeni pâdişâhtan çok şeyler bekliyordu.

Yeni pâdişâh seraskerlik dâiresini, medreseleri, âlimleri, evliyâyı, bahriye nezâretini, hastahâneleri ve hastaları ziyaret edip, devletin ileri gelenlerini çağırarak ziyâfet verdi. Zaman zaman, haber vermeden çeşitli camilere gidip halkın arasında aynı safta namaz kıldı. Sultân’ın bu hareketleri halkın hoşuna gidiyor, onu daha çok sevmelerine sebep oluyordu. [1]

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA AZINLIKLAR

Yüzyılın ilk yarısında Batı’ya açılan ilk pencere olarak Galatasaray Lisesi kurulmuş, mevcut olan büyük bir boşluk doldurulmuştur. Bundan böyle artık Osmanlı dışişleri teşkilâtında Türk memurları da görmeye başlıyoruz. Türkler ecnebilerin idâre ettikleri “Düyûn-u Umumiye” İdâresi’ne girerek modern maliye sistemini öğreniyorlardı. [2]

Osmanlı asırları içinde İmparatorluğun hiçbir yerinde bir Rum aleyhtarlığı veya bir başka azınlık aleyhtarlığı yapılmamıştır. Özellikle Rumlara mahsus hikâyeler kendilerine has şiveleriyle ağızdan ağza dolaşırdı.

Bütün azınlıklar asırlar boyunca İmparatorluğa sadık kimseler olarak yaşadılar. Bazen dışarıdan kışkırtmalar olur, huzursuzluk baş gösterirdi. Ancak bu kışkırtmalara karşı her devirde olduğu gibi II. Abdülhamid devrinde de devlet tavır almış, tahrikleri önlemiştir. Bu konuda azınlıkların ileri gelenlerine mevkiler vermek, çok aşırı gidenlerini cezalandırmak siyaseti başarıyla uygulanmıştır.

Bir Osmanlı ailesi için Frenk büsbütün başka bir varlıktı. Normal olarak Frenkler, kapitülâsyonlardan istifade ederler, ancak vergi vermezlerdi. Başları sıkıştığı zaman mensubu oldukları milletin konsoloshanesine koşarlar, polisten ve mahkemeden korkmazlardı.

Osmanlı Devleti bünyesinde bir de “Tatlısu Frenkleri” vardı; bunlar Avrupalı gibi görünmeye yeltenen yerli azınlıklara mensup kimselerdi. Fakat bunlar da bir yolunu bulup bazen yabancı bir ülkenin uyrukluğuna geçerlerdi. Tatlısu Frenklerinin çoğu ya İtalyan ya da Avusturya uyrukluydular. Frenklerin hâli vakti yerinde olan kimseler oldukları halk arasında daima kabul olunmazdı.

Frenk, Frank kelimesinden gelen bir tanımı ifade eden kelimedir. Haçlılar zamanından kalma bir tâbirdir. Ruslar ve Balkan halkı dışında kalan bütün Avrupalılara eskiden Frenk denirdi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal çehresindeki feodal şekillerden biri de ruhanî derebeyliktir ki, buna bir misâl olarak Fener Patrikhanesi’ni gösterebiliriz. Yunan tarihçisi KURTADOS, bunu izâh ederken ruhban sınıfının Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde devlet içinde bir devlet olarak yaşamağa devam ettiğini, Patrikhane’ye verilen imtiyazların “ruhban sınıfının feodal bir organizasyon hâlinde kaldığı”nı yazmaktadır. [3]

II. Abdülhamid döneminde Türkler asker veya memurdular ve Devletin eline bakarlardı. Maaşlar düşüktü. Ufak memurlar, mülâzımlar (teğmenler) ayda bir altın maaş alırlardı. Devletin elinde para olmadığı zaman iki ayda bir memura maaş verilirdi. Anadolu’da bazen altı ayda bir maaş verildiği olurdu.

Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında azınlıkların rahat ve huzuru ile Türk unsurunun çilesi bu çerçevede mukayeseye değer bir husustur.

Devletin birçok varidatı, II. Abdülhamid devrinde kurulan ve yabancılar tarafından idâre edilen “Düyûn-u Umumiye İdâresince borçlarına mukabil haczedilmişti.

Tütün tekelinin ismi “Regie idi ve idâre yabancılar için çalışırdı. Devlet kapitülâsyonlar sebebiyle gümrük gelirini de alamazdı.

Abdülhamid döneminde tarım ürünleri boldu. Pirinç, Mısır ve Birmanya’dan; buğday Tuna boylarından gelir ve düşük vergilerle gümrük kapılarından İmparatorluk içine girerdi.

Devleti ve Türklüğü kemiren çeşitli dertlere rağmen II. Abdülhamid devrine halkın “Vakti Saadetismini vermesinin sebebi, Abdülhamid döneminden sonraki senelerde, (1908-1922) yılları arasında, halkın çok acı ve ıstırap çekmesi olmuştur.

1900 senesinden 20-25 sene evvel asırlarca sürüp gelmiş olan kötü bir âdet olan esir pazarları Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde ortadan kalkmıştı. Yüzyılımızın başında Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da artık köle satın almak mümkün değildi. Batı’da, bilhassa Amerika’da esirler çoğu zaman ölünceye kadar çok ağır rençperlik işlerinde çalıştırılırlardı. Türklük töresinde esirler tarlalarda kullanılmazdı. Esirler, ortalama olarak otuz yaşlarında evlendirilirlerdi.

Türk ve Müslüman kültüründe hizmet ettirmek için Hıristiyanlarda olduğu gibi halayıklar ve hizmetçiler mevcut olmadığından yüzyılımızın başından beri beslemeler ve evlâtlıklar edinilmeye başlandı.

Tarihin her döneminde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de, devlet içinde provokatörler vardı. Avrupa devletleri ve Rusya belli başlı şehirlerimizde açtıkları konsoloshanelerde kapitülâsyonlardan istifade ederek âdetâ silâh depoları kurmuşlardı. Tarihimizde, özellikle II. Abdülhamid döneminde, provokatörlerin tahriklerine en fazla kapılan Ermeniler olmuştur.

ABDÜLHAMİD, ERMENİLER VE EKONOMİK HAYATIMIZ

Daha fethi takip eden yıllarda (M.1461) Fatih’in bir patriklik kurulmasına lütfen müsaade etmesi ve 1860 tarihinde dinî, içtimaî mes’eleleri görüşüp idâre etmek üzere Ermeni Meclisi Umum-i Millî’sinin kurulmasına müsaade edilip izin vermesi biz Türklerin iyi niyet ve toleransımızın tarihî birer delili sayılmak gerekir.

Nasıl ki, bu haklardan faydalanan Ermeniler okullar açmış, şirketler kurmuş, dernekler vücuda getirmiş, Yedikule’de hastane ve Hasköy’ de yetimler yurdu açmışlardır.

Hattâ bu son kurumlara devlet tarafından ödenekler de tahsis olunmuştur.

Yüzyıllar boyu uyruklarında bulunan dilleri ve dinleri başka milletleri kendilerine özgü hoşgörürlükle karşılayan Türk toplumu bu uygar davranışlarından Ermenileri de yararlandırmakta kusur etmemişlerdir.

Anadolu Bizanslıların elinde iken onların uşaklığını yapan Ermeniler, bu ülkenin Selçuklu Türklerinin eline geçmesiyle insanlık ve dostluk görmeye başlamışlardır. Osmanlı Türklerinin idâresinde 500 yıl boyunca sayılamayacak çokluktaki nimetlerden istifade etmiş ve devletin en yüksek koltuklarına kurularak söz sahibi olmuşlardır. Böyle olduğu halde, nankörlüklerini yaptıkları isyanlarla ve öldürme olaylarına karışmakla açıklamakta tereddüt göstermemişlerdir.

1905 tarihinde Sultan Abdülhamid’e karşı suikastte bulunan, 1921’de Berlin’de Talât Paşayı, Roma’da Sait Halim Paşayı, 1922’de Tiflis’te Bahriye Nazırı Cemal Paşa ile yâverlerini öldüren Ermenilerdir. Ermenilerin huzur bozan ilk hareketleri l545’te zeytin bölgesinde vergilere karşı çıkmaları ile başlamıştır. Bu şekilde girişilen başkaldırmalar sürüp gitmiştir. 1860’da sözde sosyal amaçlarla kurulan dernekler aracılığı ile ayaklanmalar teşvik olunmuştur. 1845’de Hınçaklar Babıâli yürüyüşünü düzenlemişlerdir. [4] Ermenilere nimetlerin en büyüğünü, Meclis İkinci Başkanlığına varıncaya kadar makamların ve Mareşalliğe kadar rütbelerin en yükseğini veren biz Türkler olmuşuzdur. Kısaca şu adlara ve unvanlara dikkat ediniz:

– Ohannes Allahverdi, II. Meşrutiyet Meclis Başkan Vekili,

– Agop Kazasyan Paşa, Maliye Nazırı,

– Mareşal Karabet Artin Davut Paşa, Posta Telgraf Nazırı,

– Kabriel Norodunkiyan, Hariciye Nazırı,

Avukat Kirkor Sinopyan, Nafia Nazırı.” [5]  

Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman halk ticarî ve ekonomik hayattan tamamen uzaklaşmıştı. Osmanlı Türkü, el işleri ve ticaretle uğraşmayan bir “Efendi idi. Türk halkı asker, idâreci (memur), toprağı eken çiftçi idi. Böylece sadece yabancılar veya Osmanlı Hıristiyanları İmparatorluk ekonomisini devam ettirmişlerdir. Bu faaliyet esas olarak tarım mahsûlleri, halı, el işleri ve bazı madenlerin ihracı ve bunun karşılığında yabancı mallar ithâl etmekten ibârettir. Bunlar ipekli mamûller, kuruyemiş ve tütün gibi mevcudu çok az olan endüstri sahalarına sahip olup bunları işletmekte idiler. Yüzyıllar boyunca deve kervanlarının gidip geldiği emin bir İmparatorluk ticareti gelişmişti. Mısır-Arabistan-İstanbul-Avrupa yolu ile birleşen Bağdat-Suriye yolu Toroslar yolu ile Anadolu platosunu aşan en önemli yollardan birisi idi. Karadeniz sahillerindeki Trabzon’dan Kuzeybatı İran’a diğer bir yol uzanmakta idi. Rusya gümrüğü yabancı mallara karşı Kafkasya’yı kapattıktan sonra, İngiliz malları Ortadoğu pazarlarına bu yol boyunca gönderilmişti.

Türkiye’de çok yakın zamanlara kadar, mevcut endüstri imâlâtı azdı. Hükûmet 19 uncu yüzyılın son yarısında bazı top ve hafif silâh fabrikaları kurmuştu. Bazı şehirlerdeki elektrik tesisleri Belçikalıların elinde idi. Zonguldak kömür madenleri Fransız ve İtalyan, İzmir-Aydın demiryolu Almanların elinde idi. Bu yüzyılın başlangıcında Türkiye’deki bütün endüstri sermayesi yabancı imtiyaz sahiplerinin idi. Yunanlılar, Ermeniler ve bilhassa Yahudiler sermayelerini endüstriye değil, ticarete yatırmışlardı. Bunlar ithâl mallar ve Türk köylüsünün mahsûlleri ile ilgilenmekte idiler. Müslüman Türk, faaliyetini, idâre ve askerliğe tahsis etmişti. Bütün bunlar endüstri bakımından işlerin kötü gitmesine sebep olmuş ve medenî bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamada güçlük yaratmışlardır. [6] Bir iddiaya göre, İkinci Sultan Abdülhamid Han devrinde devlet hazinesi bomboş, maliye berbat hâlde idi. Devlet memurlarına ancak bayramlarda, cülûs ve velâdetlerde maaş verilebilirdi. Bu paralar da varidat karşılığı Osmanlı Bankasından, Reji veya diğer ecnebî müesseselerden alınırdı. Bilhassa hariçte Osmanlı Devleti’ni temsil eden sefirlerimiz ve haricî memurlarımız çok müşkül durumda idiler. [7]

Bu iddia kısmen doğrudur. Devlet hazinesi II. Abdülhamid döneminde de sıkıntıya düşmüştür.

Osmanlı Devleti’nin idâresi altındaki azınlıkların bir arada yaşayabilmesi ve Devletin idâmesi için gerekli olan slogan bir zaman kullanılmıştır: “Osmanlılık”. Ama bu “Osmanlılık” ne Rumların isyanına, ne Yunanistan’ın kurulmasına, ne Bulgarların ayaklanmasına ve Bulgaristan Prensliği’nin teşekkülüne engel olabilmiştir. Ancak İslâm unsurlarının bir müddet daha uslu” oturmalarını sağlamıştır, o kadar!..

Osmanlılıktan sonra piyasaya sürümü çokça yapılan “İttihad-ı İslâm” fikri ise, İslâm unsurlarının Osmanlı Devleti’nden ayrılmak için kopardıkları vaveylâ arasında politika sahnesinden silinip gitmiştir.

Müşiri, Paşası bir yana, Meşrutiyet’ten sonra Osmanlı Devleti’nin başına Gabriel Norodunkyan adında bir Ermeni, nâzır olarak geçip oturacaktır. Avrupa’da Ermeni komitecilerinin cirit attığı, Türkiye aleyhinde pek girift plânların yapıldığı bir devrede Türk hariciyesinin başında bir Ermeni! Gabriel Norodunkyan Hariciye Nâzırı olur da Ohannes Sakız Paşa ve Harutyun Dadyan Paşa Hariciye Müsteşarı olmaz mı?

Bu zatların dördü de Hariciye Nezaretimizde müsteşarlık yapmışlar ve Türk Dışişlerini teknik seviyede idâre” maharetini göstermişlerdir.

Nazırı, müsteşarı Ermeni olan bir teşkilâtın elçiliklerinde Ermeni bulunursa niye şaşmalı? Meselâ Berlin ve Viyana Sefir-i Kebirimiz Garabet Artin Davut Paşa, Brüksel Sefir-i Kebîrimiz Dikran Aleksanyan’dır. Londra’da Yetvart Zöhrab, Lahey’de, Hovsep Misakyan, Roma Maslahatgüzarlığı’nda Ohannes Kuyumcuyan Paşa bulunmaktadır. Berlin Elçiliğimizin Müşâviri Dikran Tıngır, Brüksel Elçiliğimizin Müşaviri ise Mihran Kavafyan’dır. [8] “Şüpheci veya gerçekçi, ne olursa olsun, Abdülhamid, Asya’da demiryolu hattı inşasının icap ettirdiği malî imkâna Türk Hazinesinin sahip bulunmadığını ve diğer taraftan da Avrupa’dan alınacak bir yardımın umumiyetle çok pahalıya mâl olacağını biliyordu.” [9] Harbi müteâkip Türkiye’nin karşılaştığı malî zorluklar içinde Avrupa’nın yardımına muhtaç olmaksızın yaşayabileceğine Padişah kani değildi. Kendisi daima, bilhassa malî mevzularda, yabancı müdahalelerden nefret ederdi. Fakat Devlet Hazinesi her gün biraz daha kötüye giderek hususî kaynak ve bankalardan borç almaya mecbur olunca, Sait Paşa’nın tavsiyelerini bile dinlemedi. Düyûn-u Umumiye mes’elesini görüşmek üzere yabancı alacaklıların mümessillerini İstanbul’a davet etmek zaruretinde kaldı. Bu toplantıdan sonra Osmanlı Düyûn-u Umumiye İdaresi kuruldu. İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya ve İtalya’dan gönderilen maliyecilerden ibaret bir heyet tarafından idâre edilecek olan bu teşkilât ispirtolu içkiler, tütün, ipek ve tuzdan alınan vergileri tahsil edecekti.

Tarihte ilk def’a bu şekilde yapılan bir gelir ve alacak tahsilâtının artan nispetler dâhilinde üçte ikisi doğrudan doğruya Türk Hazinesi’ne ödeniyordu.

Küçük bir yabancı grup tarafından gayet iyi idâre edilen bu teşkilâta karşı Abdülhamid’in şüpheleri her gün biraz daha artıyordu. Ama Osmanlı Devleti alacaklılarının itimadını yeniden kazanmıştı. [10] Osmanlı Devleti’nin malî ve ekonomik durumu çok kötü idi. Devlet, Sultan Azîz zamanında iflâs etmişti. Bir yandan da borçların faizlerini ödemek için borç almaya devam ediyordu. Bununla beraber çok açık veren bütçe ile Devlet memurlarına aylıklar zamanında verilemiyor, pâdişah yakınlarına bol atiyeler, yüksek memurlara dolgun maaşlar veriliyordu. Bununla da kalmayarak devlet adamlarından yabancılara verilen imtiyazlardan komisyon elde edenler oluyordu. Saray Kâtibi Arap İzzet ve Mabeyinci Ragıp paşalar büyük servetlere sahip olmuşlardı.

Devlet borçlu, sanayi geri, ziraat ilkel, ticaret Hıristiyan unsurlarla lövantenlerin elinde idi. Memleket yabancı baskıların ve kapitülâsyonların ve diğer bazı şartların getirdiği menfî etkilerle yarı sömürge hâline gelmişti.

Memleketin bayındırlık durumu acınacak hâlde idi. Uzak yerleri birbirine bağlayan devamlı bir şose yoktu. Çoğu Rumeli, Batı Anadolu ve Suriye’de bulunan demiryolları yabancı şirketlerin ellerinde idi. Rusya’nın baskısı ile Doğu Anadolu’ya doğru demiryolu yapılamıyordu. Avusturya Makedonya’da yapılacak demiryollarının kendi stratejisine uygun olmasını istiyordu. Verilen imtiyazlar da Devletin zararına oluyordu.

Almanya’nın Bağdat demiryolu imtiyazını alması, millî menfaatlerin zararına olduğu için önemli bir siyasî konu oldu. Çünkü Almanya demiryolu boyunca madenleri işletecek tesisler kurmak imtiyazını da almıştı. Devlet, Alman şirketinin belirli bir kazanç sağlamasını, gelirden vergi vermemesini, dışarıdan getirilecek malzemeden gümrük vergisi vermemesini de taahhüt ediyordu.

Sultan Abdülhamid’in Şam’dan Mekke’ye doğru bir demiryolu yaptırmaya başlaması hayırlı bir işti. Irak ve Hicaz demiryolları İngilizlerin uzaktan korumak istedikleri, Kahire-Kalküta hattının üzerinden geçtiği için bir siyasî sorun oldu. [11] Yüzlerce yıl ahlâk ve iktisadiyatımızı; Yahudi, Ermeni, Rum, Venedikli ve diğer milletlerden binlerce sarraf ve banker kemirmiş, zaman zaman devletin siyaset ve idâresinde de müessir olmuşlardır.

Bunların her biri birer büyük devlet adamına, vezirlere, paşalara, şehzadelere, sultanlara, kadınefendilere, saraylara ve hattâ padişaha kadar hulûl ve nüfûz ederek kazançlarını temin etmişler, melânet ve entrikalarını sürdürmüşler, bazen sarayı bile parmaklarında oynatmışlardır.

Arşivlerimizdeki kayıt ve belgelerden Müslüman sarraf adına rastlanmamaktadır. Hepsi gayrimüslimdir.

Reayanın, yabancıların Devlet siyâset ve iktisadiyatı üzerinde bu derece müessir olmalarının sebeplerinden biri de, hattâ en önemlisi, Pâdişah analarının çoğunlukla yabancı olmalarıdır. [12]

Azınlıklardan Rumlar asırlar boyunca Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde yaşamakta olan diğer Hıristiyan azınlıklardan daha fazla haklara sahip oldular. Rumlar mülkiyet hakkı yanında din ve dil hürriyetlerine de sahip bulunuyorlardı. Rum tüccar ve gemicilerin durumu, Rum köylüsüne göre çok daha elverişli idi. Bunlar zamanla önemini kaybetmiş olan Venedik Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz ticaretindeki yerini almışlardı. Rum gemileri Akdeniz ticaretinin büyük bir kısmını Türk bayrağı altında yaparlardı. İmparatorluğun ürünlerinden başka Güney Rusya’nın her türlü ürünlerini ve en çok buğdayını Avrupa’ya taşımakta idiler. 1816’da Rumların 600’e yakın ticaret gemisi vardı.

Mora, Ege adaları ve Teselya’dan başka İstanbul’da da mühim miktarda Rum bulunmakta idi. Bunların bazıları Divân tercümanlığı ve Eflâk ve Buğdan Voyvodalığı gibi Devletin mühim mevkilerinde istihdam ediliyorlardı. Hattâ bu tâyinler gelenek hâline gelmişti.

Unutulmuş Yunan kültürü Rönesans hareketleri sayesinde Avrupalılar tarafından tanınmış, Voltaire, Andre Chenier ve George Bryron gibi yazarlar Yunan kültürünün tanınmasına hız vermişlerdir. Bunlardan Lord Bryron Yunanistan’a kadar gelerek Türklerle mücadeleye girişmiş, hattâ Avrupa piyasasında Rumlara yardım için tahvil satışını temin etmişti. Tedricen inkişâf eden milliyetçilik cereyanı, 1787’de Rusya ve Avusturya’nın müttefik olarak Osmanlı İmparatorluğu ile yeniden savaşmalarına sebep teşkil etti ki, bu defa, hedef Bizans İmparatorluğu idi. Nihayet Fransız İhtilâli’nin getirdiği hava Napolyon’un yedi Yunan adasına yerleşmesi, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı beslenen kin ve nefretin artmasına sebep oldu. [13]

Ticaret ve serbest mesleklere atılmak isteyen Müslümanlar için her çeşit cesaret kırıcı hususlar ortaya konulmuştu. Bu sebepten İmparatorluğun belli başlı ticaret alanları ve serbest teşebbüs sahipleri Hıristiyanlar olmuş ve böylece sosyal bakımdan katı olan bir devlet sistemi içine sosyal bir sınıflama sokularak, Devlet, Türk unsurunu, âdetâ ticaret ve sanayiden uzaklaştırmıştır. [14]

Osmanlı tebaaları faaliyet gösteren yabancı ticaret şirketlerinin âdetâ ajanları olarak hareket etmişlerdir. Bunlar kendi ticaret faaliyetlerini hâkim kılabilmek uğruna, zamanla memleketin esas temelini sarsar olmuşlardır.

Yerli teşebbüse gelince; zaten zayıf sermayeli, teşkilâtsız ve dış rekabete karşı korunmasız iş çevrelerinden yurdun ekonomik kalkınmasına olumlu katkılarda bulunmalarını beklemek hayâl bile edilemezdi.

Bu sebeple resmî veya özel millî sektörden ilgi göremeyen ekonomi ve bayındırlık alanlarına yabancı teşebbüs akını başladı. Ne var ki, yabancılarda, her şeyden önce kendi çıkarlarını düşündükleri için, az masraflı büyük kazanç getirecek işlere yöneldiler. Böylece ülkede bir sömürü düzeni kurulmuş oldu. [15]

 

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 12 Eylül 2005, 19 Eylül 2005 tarih ve 134, 135. sayılı nüshalarında yayımlanmıştır.

 

 

Ekrem YAMAN

Mersin Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, Cilt :1, İstanbul, İhlâs Matbaacılık, s. (33-34); Hayat Küçük Ansiklopedisi, İstanbul, Tifdruk Matbaacılık Sanayii A.Ş., 1968, s. 10; Gençlik Ansiklopedisi, Haz: Baki KURTULUŞ, Cilt: I, 1962, s. (8-9); Kültür Ansiklopedisi, Ankara, Başnur Matbaası, s. (14-16); Tarih Ansiklopedisi, Haz: Çağatay ULUÇAY, 2. Baskı, İstanbul, Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayii A.Ş., 1967, s. (8-9); Hayat Ansiklopedisi, Cilt: I, Tifdruk Matbaacılık Sanayii A.Ş., s. (18-19); Vasfi Mahir KOCATÜRK, Osmanlı Padişahları, 4. basım, Ankara, Ayyıldız Matbaası, 1962, s. (349-359); Aclan SAYILGAN, Aydınlık Savaşı, Ankara, Doğuş Ltd. Şirketi Matbaası, 1960, s. 45.

[2] Dr. İlhami MASAR, Bir Ömür Boyunca, İstanbul, Boğaziçi Basımevi, 1974, s. 44.

[3] MASAR, A.g.e., s. 45; Hüseyin AVNİ, Reaya ve Köylü, İstanbul, Tan Matbaası, 1941, s. 23.

[4] Prof. Dr. Zeki BAŞAR, Ermenilerden Gördüklerimiz, Atatürk Üniversitesi Yayın No: 354, Ankara, Ankara Basım ve Ciltevi, 1974, s. 30.

[5] A.g.e., s. 131.

[6] M.Philips PRİCE, Türkiye Tarihi (İmparatorluktan Cumhuriyete Kadar), Çev: M. Asım MUTLUDOĞAN, Tisa Matbaacılık Sanayi Tesisleri, s. (179-180).

[7] Abdülhamid’ e Verilen Jurnaller, s. 88.

[8] Altan DELİORMAN, Türklere Karşı Ermeni Komitecileri, Boğaziçi Yayınları:2, İstanbul, Garanti Matbaası, 1973, s. (58-59).

[9] Fahri BELEN, 20 inci Yüzyılda Osmanlı Devleti, İstanbul, Yükselen Matbaacılık Limited Şirketi, s. 220.

[10] A.g.e., s. 208.

[11] A.g.e., s. (61-62).

[12] Necibe SEVGEN, “Nasıl Sömürüldük? Sarraflar,” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 13 (Ekim 1968), s. 46.

[13] Mücteba İLGÜREL ,“Adalar Denizinde Rum Korsanları,” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 16 (Ocak 1969), s. 62.

[14] PRİCE, s. (60-61).

[15] Hayri MUTLUÇAY, “Yakın Tarihimizde İlk Sosyal, İktisadî ve Teknik Kalkınma Planı,” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 19 (Nisan 1969), s. 5.