27 MAYIS 1960 İHTİLÂLİ

 

27 Mayıs bir tepki hareketiydi. Orduyu bölmesi, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin içine 12-13 yıl sonra çıkabilecek bir virüsü (cuntalaşma, emir-komuta zinciri dışında hareket etmeye yeltenme) yerleştirmesi bir yana, amaçladığı ‘gerçek demokrasiyi getirmek’ten de hayli uzak bir hareketti. Çünkü ne 27 Mayıs’ı yapanlar ne de ona aydın desteği veren çevreler demokrasinin nasıl kurulacağı hakkında bir fikir sahibiydi. Hattâ pek çoğu demokrat bile değildi.

27 Mayıs’ın anayasası belki olumlu bir çabaydı, ama bazı nedenlerle demokrasiyi kurmak bakımından eksikliydi.

M. Ali BİRAND’ın 1991’deki Demirkırat Belgeseli’ne göre ünlü darbeci Cemal Madanoğlu 27 Mayıs 1960 İhtilâli’nin gerekçelerini sayarken kelimesi kelimesine aynen şöyle diyor:

İhtilâli yapmaya, tâ 1952’de, DP iktidarı ezanı yeniden Arapça okutmaya başladığı zaman karar verdik!

DP döneminin bütün anti-demokratik uygulamalarını tartışmasız eleştiriyorum. Bu on yıllık döneme asla ‘siyah ve beyaz’ diye bakmıyorum. Elbette, Yassıada’daki tam anlamıyla uydurma dava dosyalarını da unutmuyorum.

Takım tutar gibi 27 Mayıs’ı tutanların büyük bir bölümü, o vakit Menderes ve arkadaşlarının idamını destekledi. Onların bazı akıl hocaları idamlara cevaz verdi, önayak oldu.

27 Mayıs destekçilerinin önemli bir bölümünün idamları kınaması, ancak aradan uzun yıllar geçmesi ile mümkün oldu!

Demokrasi, demokrat insanların omzunda yükselir. [1]

Ülkemizde gördüğümüz bütün anti-demokratik uygulamalara karşı, kendi kendimize, başkalarındaki eksiklikleri tenkitten önce, ‘Demokrat olmaya kendinden başla!’ diyerek vicdanî muhakeme ve muhasebeyle işe başlamalıyız.

“Eskiden siyasî yapımız soğuk savaş cepheleşmesinin izdüşümü gibi iki eksenliydi, 50-60 arası sahnede Menderes ve İnönü vardı. Meclis’in önemli oturumları iki siyasetçinin düellosu için zemin olurdu. Dramatik sonla biten kapışmada gerilim ve heyecan iç içeydi. Sonra Demirel-Ecevit eksenleri ortaya çıktı. 70’li yıllara iki liderin mücadelesi damgasını vurdu. Kapışma o denli amansızdı ki, birinin ak dediğine diğeri kara derdi. Bir ara Demirel-Özal arasında gitti geldi politika. (Daha sonra) kendilerini merkez sağda tanımlayan iki lider Yılmaz ile Çiller eksenin iki ucunda yer (aldı).” [2]

Türk siyaset hayatında “Her şey, (siyasî parti) genel başkanların(ın) iki dudağı arasında. Liderlerin yetkilerini sınırlayan hiçbir yazılı metin gösteremezsiniz. Padişahlar bile fermanla hareket ediyorlardı. Bugün siyasî partilerimizin başındaki liderlerin padişahlardan daha fazla yetkisi var.” diyen (zamanın) ANAP Grup Başkanvekili Metin Öney’in hedefi ‘son durak gelmeden önce inmek’ti, ancak onu ‘ilk durak’ta indirdiler. Bir tecrübeli parlamenter kendisine başına gelenler konusunda şöyle dedi: ‘Boyun uzundu, gölge yapıyordun!

Politika ilginç bir meslek ve (her zaman ve her yerde) sürprizlerle dolu! (Türkiye’de siyasî hayata) nezaket, vefâ, (kadirşinaslık) gibi Türk toplumuna has güzellikler de kazandırılmalıdır.” [3]

“Türkiye’de siyasal alana (yapılan) müdahaleler(le) hiçbir partinin tek başına iktidara gelip askerlerin yaptığı anayasayı değiştirebilme gücüne ulaşması istenmiyor. Bu amaç zaman zaman yapılan askerî müdahalelerle ve seçim yasaları ile oynanarak hayata geçiriliyor. Nasıl mı? Siyaseti parçalı tutarak, sağı bölerek!

1960’da Adnan Menderes ve Demokrat Parti’nin başına gelenler bu partinin Meclis’te tek başına iktidar şansını yakalamasındandı.

1971’de (dünyada) sol rüzgârlar esiyordu. Oysa 1965 ve 1969 seçimlerinde Adalet Partisi tek başına iktidar olmuştu. 71 Muhtırası’ndan sonra AP’yi bölecek iki parti ortaya çıktı; Millî Selamet Partisi ve Demokratik Parti. Bu sebeple 1973 seçimlerinde CHP 189 milletvekili ile birinci parti oldu. AP 149 milletvekili çıkardı. Ancak DP ve MSP’nin oyları toplamı 93’tü. AP+MSP+DP oylarının toplamı 242 milletvekili ediyordu. Sağ oyların nasıl parçalandığı ortadadır.

1980’e gelen günlerde, arada 1977 seçimleri var ki, Bülent Ecevit’in CHP’si, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın rüzgârıyla birinci parti oluyor. CHP 213 milletvekili çıkarıyor, Güneş Motel rezaletine imza atılıyor. 22 ay süren bu yamalı bohça iktidarı ara seçimlerde Ecevit’in 5 milletvekilliğini de kaybetmesi ile istifaya kadar gidiyor. Milliyetçi Cephe Hükümeti kuruluyor. 12 Eylül’ün önemli gerekçelerinden biri de bu MC hükümeti oluyor.

Kenan Evren anılarında darbe yapmaya 1978 Mart’ında karar verdiklerini (ve darbe şartlarının olgunlaşmasını beklediklerini) yazıyor. Yine Evren’in anılarında 1983’te seçimlere izin verirken siyaset alanının 12 Eylül generalleri tarafından nasıl tanzim edildiği şöyle ifade ediliyor: ‘Sağda iki parti olsun istedik. Solda tek partiye izin verdik. Solda iki partiye izin verseydik, sol güdük kalırdı. Sağda tek partiye izin verseydik, tek başına anayasayı değiştirme imkânına sahip olabilirlerdi.’

1983’te tanzim, seçim yasalarında önemli değişikliklerle de desteklendi. Ülke barajı getirildi. 1987 seçimlerinde ülke barajı ile birlikte çevre barajı da uygulandı. Ecevit’in DSP’si 1987’de barajı aşamadı. Çevre barajı nüfusa göre 20-25 uygulanırken bu durum önde olan partiye avantaj sağladı. 91 seçimlerinde çevre barajı yüksekti. 95 seçimlerinde çevre barajı küçültüldü. Ülke barajı % 10 olarak kaldı. Çünkü RP’nin birinci parti olacağı görüldü. Ülke barajı HADEP için, çevre barajı da RP içindi. HADEP baraja takılırken, RP’nin milletvekili sayısı da çevre barajının küçük olmasından dolayı istenilen sayıya ulaşamadı. 1994 yılı sonunda Demirel yaptığı açıklamada ‘Kriz dönemlerinde fayda sağlamaya yönelik olarak cumhurbaşkanına parlamentoyu yenileme yetkisi’ istemişti. 97’de REFAHYOL krizi çıkınca Demirel, ‘Ne kadar haklı’ olduğunu söylüyordu.

18 Nisan 1998 seçimlerinin iki turlu yapılması isteniyordu. Oysa bunun için seçim yasalarında gerekli değişikliklerin yapılması için zaman kalmadı. 28 Şubat sürecinde güçlü bir hükümet kurulamaması seçim yasalarında değişiklik yapılmasını engelledi. Bunu 28 Şubat’a direnen iki siyasî partiye (DYP, FP) borçluyuz.

Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Siyasî partiler de, siyasî parti liderleri de oynanan demokrasi oyununun sadece aktörleridir. Senaryoyu yazan ve oyunu yöneten, sahneyi tanzim eden ise başkalarıdır. Eğer Türkiye iki turlu seçim yasasına kavuşsaydı, sonraki seçimde ortaya çıkacak yeni duruma göre yeni bir tavır belirlenecekti. Her bir müdahale ancak birkaç yıl istediği sonucu alıyor. Daha sonra her şey başa dönüyor. O yüzden (bu sürecin hemen ardından) Demirel ve Ecevit ile baş başa (kaldık). Halk sağduyu ile birilerinin oyununu bozuyor, ama aktörleri değiştiremediği için sonuç alamıyor.” [4]

“28-29 Nisan 1960’ın öncesindeki ve sonrasındaki gösterilerde, zamanın CHP teşkilâtı (öğrenci olaylarını sevk ve idare eden) organizatörlerin de organizatörüydü. Fısıltı gazetesi yüzlerce kişinin katledildiğine herkesi inandırmıştı. Senaryo öyle etkileyiciydi ki, Osman Paşa Marşı’nın adaptasyonu eşliğinde yola çıkarılan gençlik hareketinin bir darbe ile sonuçlanacağı apaçık görülüyordu. İktidar tam bir acz, şaşkınlık ve yalnızlık içindeydi. Menderes’in radyo konuşması tam bir inleyişten ibaretti…

Korkunç bir siyasî hipnoz yaşanıyordu.

Sanki yüzlerce, binlerce fısıltı ajanı, okullar arasında mekik dokuyordu.

CHP demokrasiye tahammül edemedi.

Bedri Baykam’ın kitabında 68’li eylemci Zülkadiroğlu ‘DP geleneğinden gelip de Marksist olmak çok zor.’ diyor(du).” [5]

“1960-61 gelişmelerinden sonra, bir sol maceranın yaşanması kaçınılmaz hale geldi.

Gençlik solun kucağına, damdan ağaç düşer gibi düştü.” [6]

“İdarî rejimimiz cumhuriyet, ama işin içinde cumhur (millet) yok!

Egemen zihniyet Türkiye’nin mâkus talihini tayin etme sevdasında.” [7]

“27 Mayıs taraf tuttuğu için Demokrat Parti’nin kuyruk, düşük diye nitelenen gerçek devamcılarına göz açtırmamaya niyetliydi. İcazetli YTP’nin lideri Ekrem ALİCAN, ‘Demokrat Parti’nin gerçek devamı biziz’ sözünü alenen söylemesine rağmen (ona) ilişen yoktu.

Hedef Süleyman Demirel’in 3 yıl sonra genel başkan olacağı AP’ydi. Siyaset yapma alanı türlü genelgelerle, zoraki imzalanan protokollerle alabildiğine daraltılmıştı.” [8]

“Türkiye’de ‘kimlik bunalımı’nın her sahada var olduğunu görüyoruz. ‘Kimlik bunalımı’ dediğimiz şey, sevgisizliğin, samimiyetsizliğin, düşüncesizliğin getirdiği bir çarpılmadır. Siyasete bir de bu açıdan bakın, her şey ne kadar açık seçik görülecektir.” [9]

“Tarihte hangi müşahhas olguyu incelerseniz inceleyin, onun arka plânında bir kültürel motivasyon (kesafet köprüsü) görürsünüz.

27 Mayıs’ın fiilî aktörleri belli bile değil. 38 kişi sonradan ortaya çıktı. 27 Mayıs, ‘seçkinci despotik aydın kültürünün’ (Med-cezirlerde olduğu gibi) yükselip kabarması sonucunda oluşmuştu. Belliydi olacağı; aylar, yıllar öncesinden belliydi. 12 Eylül de öyleydi.” [10]

“1961 genel seçimlerinde 27 Mayıs’çılar büyük darbe yemişti. İhtilâle yaslanan CHP tek başına iktidar umarken karşısındaki sağ cephenin altında ezilmişti. Bu sonuç darbeciler açısından hüsrandı. Ama halkı tek tek tehdit edemeyecekleri için çaresiz sandıktan çıkana boyun eğmek zorunda kaldılar…

Ama önlerinde cumhurbaşkanlığı seçimi vardı. Milletvekili ve senatörlerin sayısı tehdide uygun olduğu için ihtilâlin ürünü baskı mekanizması kolaylıkla yürürlüğe sokulabilirdi ve öyle de oldu. Cumhurbaşkanlığı seçimi 61’de çok önemliydi. Çankaya’ya bir adam seçmekten öte 27 Mayıs’ın geleceğiyle yakın vadede ülkenin gideceği istikamet belirlenecekti.

Seçimler yapılmış ve ülke hızla 27 Mayıs şartlarından uzaklaşıyor görünse de sistem üzerinde askerin gölgesi bütün azametiyle sürüyordu. Çekişme daha çok içerdeydi. Halkın oylarıyla seçilmiş politikacıların esamesi okunmuyordu. Darbeci başı Cemal Gürsel tabiî olarak adaydı. Ancak yüzde 60’lar civarında oy alan sağ blokun desteğini alabilecek bir aday daha çıktı ortaya. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil… Bu iki adayın şahsında Meclis Türkiye’nin geleceğine karar verecekti.

Başgil Ankara’da otel odasında seçim gününü beklerken bir subayın gelerek Başbakanlıktan çağrıldığını söylemesiyle irkildi. Hemen gitti ve Orgeneral Sıtkı Ulay ile Fahri Özdilek’in karşısına oturdu. Bu ânı Başgil, ‘Ben, saf adam, sanki bu davet sırf bir tanışma ve görüşme daveti imiş gibi uzun konuşmalara daldım.’ diye anlatıyor.

Özdilek Paşa’nın bir sözü kayda değer: ‘Biz de demokrasi dedik durduk ve seçimlere öyle girdik. Seçimlerden sonra netice bu mu olmalıydı?..

Başgil Hoca’ya Başbakanlıkta iki paşa özetle, ‘Adaylıktan çekil, yoksa hayatını garanti edemeyeceğimiz gibi Meclis ve partileri kapatır, seçim sonuçlarını iptâl ederiz.’ dedi.

Başgil hatıralarında bu konuyu şöyle anlatıyor: ‘Tehdit okları hedefine varmış, benim moralim altüst olmuştu. Ben medeni bir insandım. Tekme ve tabanca ile iktidara gelmek benim işim değildi. Tehditler korkunçtu… 27 Mayıs ihtilâlcileri kararlı idiler. Bu uğurda memleket hesabına felâketle neticelense bile her şeyi göze almışlardı.’

Bu manzara karşısında Hoca hem adaylıktan hem de senatörlükten istifa etti. Bu kez paşalar senatörlükten istifasına karşı çıktılar. Ama aldıkları cevap şu oldu: ‘İstifa etmek benim hakkımdır. Hakkımı kullanmak için kimseden müsaade almaya ihtiyacım yoktur…[11]

Demokrasi birbirine tahammül etme rejiminin adı değil midir? Tahammül bunun neresindedir?

(Demokratik sistemimizin ana ilkelerinden biri olan) lâiklik nedir derseniz, lâiklik dinsizlik demek değildir deniyor. (Yani) bir şeyin ne olduğu(nun) söyleneceği yerde, ne olmadığı söylenmektedir. (Burada) eğer maksat, hedef saptırmak ve dikkatleri dağıtmak değilse, bunun iki sebebi vardır: Cehalet veya ihanet.” [12]

27 Mayıs bir askerî ve siyasî darbe olmanın ötesinde bir kültür ve medeniyet darbesiydi. Akış öylesine gürdü ki, kaynağın başına çekilen set nehrin mecraını bir intikal süresi içinde tedricen kuruttu…” [13]

27 Mayıs’tan sonraki devir, ‘cuntalar devri’dir. Aydemir iki defa ayaklandı. İkincisinde idam edildi. Talat Aydemir, işin görünen tarafıydı.

Bütün 1960’lı yıllar, ‘cuntacılık’ felsefesiyle ve o felsefeye bağlı eylemlerle karartılmış bir halde yaşandı. Hepsi ‘27 Mayıs’ı devam ettirmek’ azminde olduklarını söylüyorlardı.

27 Mayıs; demokrasi kültürünü, demokrasi inancını, demokrasi zeminini, demokrasi ruhunu, demokrasinin müessesevî özünü zehirlemiştir.

Meclis eski Demokrat’ları affetme yetkisini kullanamıyordu, cuntacılık anlayışının baskısından.

27 Mayıs’ın ardında CHP’nin bulunuşunu bırakın, Talat Aydemir’in arkasında bile anlı-şanlı profesörler ve yazarlar vardı!

27 Mayıs ülkeyi anarşiye, teröre, şiddete, kavgaya, siyasî-kültürel-ruhî bunalımlara sürükledi. En masum, en bereketli, en asil, en temiz, en aydınlık umutların üstüne katran döktü.

CHP ve onu temsil eden seçkinci-pozitivist aydınlar (soluyla, sağıyla) demokrasinin meşruiyetine inanmamışlardı. Asıl mesele buydu.

27 Mayıs meselesi bir turnusol kâğıdı gibidir. 27 Mayıs’ı onaylayan, öven, savunan bir insan, asla demokrat olamaz. Çünkü 27 Mayıs’ın bilinmeyen en küçük bir yeri kalmadı. ‘Bu işi Akis okuyarak yaptık’ dediler. ‘Gerekçe oluşturmaktan kolay bir iş yok’ dediler. Öncesi sonrası, içi-dışı, en küçük noktasına kadar aydınlandı. En az 8-10 MBK üyesi açıkladı ki, ezanın aslı gibi okunmasına izin verilmesine öfke duyulmuş ve bu gericilik olarak yorumlandığı için 1954 öncesinden beri darbe arayışları (CHP’ye fikren bağlı olarak) başlamıştır. CHP, Metin Toker’in de yazdığı gibi yeşil ışık yakmıştır; Nisan olaylarından itibaren CHP organik olarak tahriklere katılmıştır; kıyma makineleriyle öğrenci katliamı gibi yalanlar darbe meşruiyeti için uydurulmuştur; Samet Kuşçu olayından beri darbe korkusu içinde titreyen DP yöneticilerinin bazı fevrî çıkışları bu korku karşısındaki çaresizlik çırpınışlarından ibarettir; darbe sonrasındaki ilk seçimde DP’nin yerine kurulan partiler çoğunluğu kazanmıştır; meselenin kökünde demokrasiye tahammülsüzlük vardır; DP dönemi şimdi hayal bile edilemeyen düşük bir enflasyonla en büyük kalkınma hamlesini gerçekleştirmiştir, 27 Mayıs demokrasiyi tabiî gelişme mihverinden koparmış ve tedavi edilemeyen yaralar açmıştır

Bu tablo, bir büyük hakikatin ifadesi! Mızrak çuvala sığmaz, güneş balçıkla sıvanmaz.” [14]

“Batı istemeseydi; bizde ne 27 Mayıs olurdu, ne 12 Mart, ne 12 Eylül. Bütün sebepleri elbette ki o oluşturmuş değil. Fakat bütün faktörleri ‘haber vererek-vermeyerek, göz yumarak-yummayarak, engelleyerek-destekleyerek’ yönlendiren odur.

1970’li yıllarda Batı, siyasî istikrarımızı, özel kombinezonlarla bozmuştur…

Türkiye ‘tabiî gelişme mihveri’nde 1970’li yıllara varmadan, hem ekonomisini hem demokrasisini sıhhatli bir verimliliğe kavuştururdu.” [15]

“1960’da zıpkını yedik bağrımıza; ama yine birçok güzellikler devam edebildi. Bozulma daha sonradır.

Birkaç asırdan beri sandık başına gidiyormuş tabiîliği içindeydik. Vakarlı bir neşve vardı, o kadar! Asıl rahatsızlık, hazımsızlık seçkinci aydınlardaydı ve hepsi oyuncağı elinden alınan ağlamış suratlı hırçın çocuklara benziyorlardı. Yine de halk onlara hürmette kusur etmemek dikkati içindeydi. Sadece ‘şehir’ değil, kasabalar ve köyler de bu durumdaydı.” [16]

“Yıl 1957… İstanbul’daki cunta toplantısında Binbaşı Dündar Seyhan coşmuştur:

‘Memleketi ıslah etmek, kurtarmak lâzımdır. Hazırlıklarımızı bir ihtilâle göre geliştirmeliyiz… Bunun için gerekirse çok kan dökülür…’ [17]

Dündar Seyhan, 27 Mayıs 1960’da millî iradeye silâh çeken cuntanın önemli üyelerinden biridir.

Adnan Menderes’in diktatörlük ilân etmesinin 27 Mayıs’la önlendiği iddiası temelsiz bir propagandadır. 27 Mayıs’ın gerisinde, Seyhan’ın seslendirdiği bu jakoben ideoloji vardır ve kökleri Halaskâr Zabitan’a kadar gider.

Bırakın diktatörlük ilânını, Menderes hükûmeti, seçmen kütüklerinin hâkim denetiminde yazılması için yasa tasarısını Meclis’e sevk etmiş, Devlet Bakanı Medeni Berk bunun erken seçim hazırlığı olduğunu açıklamıştı. İsmet İnönü de Nisan 1960’da yaptığı Malatya konuşmasında seçimlerin ‘1961 yılının Ekim ayının 27. gününü geçmemesini istemişti. [18]

Menderes, toplumsal kalkınmamızın önderi olmakla beraber, muhalefete tahammülsüz davranmıştır. CHP hakkında ‘Tahkikat Komisyonu’ kurdurması büyük hata idi!

Ama Menderes 15 Mayıs 1960’ta İzmir’de ve 25 Mayıs 1960’ta Eskişehir’de ‘dürüst seçim yapılacağını’ ve ‘Tahkikat Komisyonu’nun görevinin bittiğini ilân etmişti. [19] 27 Mayıs seçime hazırlanan bir iktidarı devirmiştir.

Jakobenizmin hukukuna gelince:

27 Mayıs’ta birkaç DP milletvekili serbest bırakılınca bazı hukuk profesörleri darbecilere koştular:

‘Aksini ispat edinceye kadar bunların hepsi hukuken suçludur!’ [20]

Dahası, isimlerini burada yazmadığım bu ‘hukukçular’, DP’lileri mahkûm etmek için ‘geçmişe yürüyen ceza’ getirilebileceği, ‘istisnaî mahkeme’ kurulabileceği yolunda fetva verdiler!

Yassıada Mahkemesi Başkanı Salim BAŞOL’un ünlü vecizesi; ‘Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.’ [21] sözünü bu ülkede neredeyse duymayan kalmadı.

Salim Başol, daha sonra Anayasa Mahkemesi üyesi yapılarak ödüllendirildi.

Bu hukuk anlayışının yaptığı ‘1961 Anayasası devlet seçkinlerinin temel siyasal değerlerini ve çıkarlarını yansıtıyordu… Bir yandan temel hak ve hürriyetleri büyük ölçüde genişletmişti, öbür yandan seçilmiş organların iktidarını sınırlayacak etkin frenler ve dengeler sistemi yaratmış olması itibariyle, politikacılara ve seçilmiş meclislere karşı belli bir güvensizliği yansıtıyordu.’ [22]

Türk demokrasisinin oligarşik bir ‘atanmışlar’ vesayeti altına sokulmasının kökeninde 27 Mayıs vardır. Bu hukuk anlayışının günümüzdeki vecizesi, Vural Savaş’ın ‘malumu ispat gerekmez’ sözüdür.

Bunlardan başka, 27 Mayıs orduda cuntalaşmalara, darbelere, sivil radikallerde silâha kadar uzanan örgütlenmelere kaynaklık etmiştir. Üniversitede tasfiye geleneğini başlatmıştır.

Türkiye 27 Mayıs ideolojisini aştıkça çağdaşlaşıyor.” [23]

27 Mayıs 1960’taki askerî ihtilâlle Türkiye’nin devri dönmüştü

1950 yılında ağaç kaşıkla yemek yiyen halka, 1960’ta kalkınan bir ülke emanet eden Başbakan Adnan Menderes, idam sehpasında ihtilâlcilerin çektiği iple can verdi. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, hâlâ kalkınamamıştır, hâlâ iç karışıklıklar devam ediyor, hâlâ vurgunlar vuruluyor.” [24]

“12 Mart öncesindeki tehlike (9 Mart), 12 Eylül öncesindeki tehlikeden daha büyüktü. 27 Mayıs’ın hiçbir izahı yoktur. 12 Mart, işbaşında olan meşru hükûmeti, denge mecburiyetleri yüzünden sokağa fedâ etmek zorunda kaldı. Sunay’ın tutanaklara geçmiş itirafları vardır. [25]

Sivil, sivil olmayan, hukukî, idarî, bürokrasinin her türlüsü DP iktidarına karşı idi!” [26]

27 Mayıs, şeklen 1924’ten daha iyi bir Anayasa (1961) getirmesine rağmen, cuntalar dönemini başlattı!

Türkiye sadece ‘vukuatsız’ yürüyebilseydi ve darbe olmadan seçimlerle sonuç almaya çalışsaydı, bu kadarını başarabilseydi, bugünkü demokratik sıkıntıların hiçbiri yaşanmazdı ve Türkiye bugün bambaşka bir yerde olurdu.

27 Mayıs’la olan bitenin gerçek anlamı şuydu: Seçkinci-anti-demokratik pozitivist aydınlar milletin kendi seçtikleri tarafından yönetilmesine artık tahammül edemez hale gelmişlerdi. Bundan dolayı da daha fazla demokrasi istiyormuş gibi görünerek, demokrasiyi en büyük ihtiyacından yâni ‘tabiî gelişme mihveri’nden uzaklaştırdılar. Hz. Ali’nin bir ‘doğruyu söyleyerek istismar etme’ örneği karşısında ‘sözü doğru; ama onunla bâtıl murad etmekte’ deyişine tam uygun bir durum.” [27]

“Bir tarihî ve toplumsal olayda, gelişmede, bir tek sebep (faktör) değil, bin bir sebep vardır. Sadece bunun önem ve etki ağırlıkları farklıdır; birbiriyle münasebetleri de farklı özelliklere tabidir.

27 Mayıs’ın sosyal ve fikrî değerlendirmesini yapamıyoruz hâlâ. Bilgi eksikliğinden midir bu? Her şey meydanda, her şey apaçık, çeşitli kesimlerde bizzat yaşayarak gözlem yapmış olanların çoğu hayatta; olayın hakikati buna rağmen kavranamıyor.

Bütünlemiyoruz, genelliyoruz biz. Bir açıdan bakınca, bir noktadan kurcalayınca, neyi görmüş ve neyi bulmuşsak; onu genelliyoruz. Bütünü kuşatmanın samimiyetine ve cehdine tahammül edemiyoruz.” [28]

(27 Mayıs Darbesiyle) “ ‘Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.’ diyen hâkimin başkan olduğu heyet tarafından masuniyet zırhına sahip bir başbakan, iki bakan darağacına çekildi. Yayımlanan hatırattan Millî Birlik Komitesi’ni hukukçu profesörlerin yönlendirdiğini biliyoruz.

İslâmiyet diyemedikleri için irtica diyorlar.’ diyen Demirel’in siyasetçi olarak beyanatını alt alta getirirsek, şüphesiz ki Moliere’de mevcut bulunmayan eğlenceli bir durum karşımıza çıkar. Ecevit’in de ondan geri kalır tarafı olmadığını son kanun hükmünde kararname olayındaki tutumundan bir kere daha anladık.

Siyasetçiler arasından öyle tipler çıkmıştır ki, Feyzioğlu’na ‘At pazarını, it pazarını biliyorduk; şimdi de mebus pazarı ortaya çıktı.’ sözünü söyletmiştir.

Dün dündür, bugün bugündür.felsefesi siyaset dünyamıza hâkimdir. (Bu felsefenin kurucusu de Süleyman Demirel’dir.)

Bir kültür değerleri uğruna yaşayan, doğru bildiği yolda yalnız dahi yürüyebilen, her şeyini riske edebilen insanlar yetiştirince, o kültürde Rönesans şimşeği çakmış, demektir.” [29]

“27 Mayıs’tan sonra iki ‘karşı darbe girişimi’ görüldü; bir süre sonra da ipler dönemin genelkurmay başkanı Cevdet Sunay’ın başında bulunduğu ‘Türk Silâhlı Kuvvetleri Birliği’ adlı cuntanın eline geçti. 12 Mart’ın kendisi 9 Mart’ta yapılması plânlanan bir darbenin ‘karşı darbesi’ idi zaten; hemen ardından onda da cuntacılar arasında bölünme yaşandı.

Bizdeki sıkıntı, Türkiye’nin ‘kendini Avrupalı gören bir Ortadoğu ülkesi’ olmaktan kurtulamamasında yatıyor.” [30]

1960 Darbesinin temelinde Bağdat Paktı yatmaktadır. Bu pakt ülkemizin önüne Batı’ya karşı bir alternatif çıkarıyordu. Alternatifli bir Türkiye, Batı ile ilişkilerinde daha güçlü olur; aksi takdirde Batı’nın her dediğine boyun eğer. Bağdat Paktı’nın başını Türkiye çekiyor, varlığından da en çok Türkiye yararlanıyordu. Her ne pahasına olursa olsun Batı, Bağdat Paktı’nı dağıtmak istiyordu. Demokrat Parti’nin başarısı, milletimizin Menderes’e olan sevgisi Batılıları (yapacakları darbelere) Irak’tan başlattı. Bağdat Paktı’nın Ankara’daki toplantısına katılmak üzere, yola çıkmakta bulunan Irak Kralı Faysal’a karşı darbe yapıldı. Darbeciler Kral Faysal’ı, Başbakan Nuri Said Paşa’yı, devletin diğer ileri gelenlerini öldürmekle yetinmediler; beşikteki çocukları bile doğradılar. Irak, Bağdat Paktı’ndan çekildi. Sıra Pakistan’a geldi. Orada da darbe yapıldı; yurtdışındaki başbakanları İskender Mirza, İngiltere’ye sığındı. İran, zaten pakta zoraki girmişti, o da çekilince pakt dağıldı. Fakat Bağdat Paktı’yla o zamanın Türk siyasî hayatına yön verenlerin gerçek niyetleri ortaya çıkmıştı. Batı’nın karşısında politika gütmeye zemin hazırlayanlar temizlenmeliydi. 27 Mayıs Darbesi yapıldı; pakta Türkiye adına Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu, Maliye Bakanı Polatkan imza attığından üçü de idam edildi.” [31]

Vaktiyle ‘kahveler bile parti esasına göre siyasî kamplaşma mevkii oldu’ gerekçesiyle ihtilâl yapıldı bu ülkede.[32] Yani 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin en hafife alınacak gerekçelerinden birisi de ne yazık ki, bu gerekçe oldu. 09.04.2013

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 09.04.2013 tarih ve 489 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

Ekrem YAMAN

Sinop Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com.tr

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr



[1] Tamer KORKMAZ, “Yirmi Yedi… Yirmi Sekiz…,” Zaman, 15.01.1999, s. 3.

[2] Mustafa ÜNAL, “Kozlar Son Kez Paylaşılırken…,” Zaman, 15.01.1999, s. 11.

[3] İdris GÜRSOY, “Son Durak,” Zaman, 12.03.1999, s. 14.

[4] Nuh GÖNÜLTAŞ, “Hep Aynı Sonucu Alıyoruz, Peki Biz Bu Darbeyi Niye Yapıyoruz?,” Zaman, 16.01.1999, s. 10.

[5] BAYKAM, A.g.e., s. 604.

[6] Ahmet SELİM, “Hikâyenin Kökleri…,” Zaman, 21.01.1999, s. 4.

[7] Cüneyt ÜLSEVER, “Devlet İle Millet Dargın mı?,” Hürriyet, 20.01.1999.

[8] Mustafa ÜNAL, “Psikolojik Seçim,” Zaman, 05.02.1999, s. 11.

[9] Ahmet SELİM, “Ders Almalıyız,” Zaman, 07.03.1999, s. 2.

[10] Ahmet SELİM, “Kültür ve Siyaset,” Zaman, 16.09.1999, s. 2.

[11] Mustafa ÜNAL, “Çankaya Neden Çok Önemli?,” Zaman, 31.10.1999, s. 11.

[12] Temel Fikirler ve İnsan, 2. Baskı, İnsan ve Kültür Vakfı Yayını, Ankara, 1997, s. (1, 2).

[13] Ahmet SELİM, “Fark Etmeden Yaşadıklarımız,” Zaman, 08.02.2000, s. 4.

[14] Ahmet SELİM, “Hiç Değişmemişler,” Zaman, 30.05.2000, s. 4.

[15] Ahmet SELİM, “Batı’nın Reel Yapısı,” Zaman, 02.10.2000, s. 4.

[16] Ahmet SELİM, “Kesitler,” Zaman, 02.11.2000, s. 4.

[17] Abdi İPEKÇİ, Ö. S. COŞAR, İhtilâlin İçyüzü, s. 39.

[18] Kemal BİBEROĞLU, Yassıada Kararları, s. (130-131).

[19] Rıfkı S. BURÇAK, On Yılın Anıları, s. 721.

[20] Abdi İPEKÇİ, Ö. S. COŞAR, İhtilâlin İçyüzü, s. 276.

[21] Kemal BİBEROĞLU, Yassıada Kararları, s. 207.

[22] Prof. Ergun ÖZBUDUN, Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür, s. 20.

[23] Taha AKYOL, “27 Mayıs,” Milliyet, 27 Mayıs 2000.

[24] Hekimoğlu İSMAİL, “Mayısın Son Haftası,” Zaman, 02.06.2000, s. 21.

[25] ARCAYÜREK, 6/288.

[26] Ahmet SELİM, “Yakın Geçmişi Bilmiyoruz,” Zaman, 24.04.2000, s. 4.

[27] Ahmet SELİM, “Bir Tuhaflık Var,” Zaman, 17.06.2001, s. 4.

[28] Ahmet SELİM, “Tarih ve Düşünce,” Zaman, 19.06.2001, s. 4.

[29] Mehmed Niyazi ÖZDEMİR, “Rönesansımız Şimşeğini Çaktı,” Zaman, 28.08.2000, s. 6.

[30] Fehmi KORU, “Yeni bir Zihniyet Dünyası,” Yeni Şafak, 17.09.2000,

[31] Mehmed Niyazi ÖZDEMİR, “Darbe ve Eğitim,” Zaman, 18.09.2000, s. 15.

[32] Ahmet Turan ALKAN, “Defibrilatör,” Zaman, 08.08.2000, s. 3.