İRAN HAKİKATİ

 

İran, günümüzde Türkiye’ye benzemekten korkuyor. Çünkü İran İran’dan yönetiliyor. Türkiye’nin günlük petrol üretimi 52.980 varil/gün olmasına rağmen petrol tüketimi 579.500 varil/gün, bilinen petrol rezervleri 262.200.000 varil/gündür. [1] Türkiye borç batağında yüzüyor. İran’ın petrolü var, borcu yok. Ülkemizde kendilerini sistemin vazgeçilmezi sanıp yıllarca “Türkiye İran’a benzeyecek” diye korkanlar günümüzde de yanılıyorlar. Günümüzde İran “Bizi de Türkiye’ye benzetecekler” diye korkuyor.

İran günümüzde ilimde, san’atta Türkiye’den ileridedir.

Türkiye’nin Malatya Kürecik’e füze kalkanı kurma kararı almasından sonra İran’ın Türkiye’ye karşı sergilediği ılımlı tavrı terk ederek Hakkâri yakınlarındaki karakolunu PKK’nın emrine vermesi ve PEJAK’a karşı sürdürdüğü mücadeleden vazgeçmesi ve kendi topraklarında 200 civarında PKK’lıyı barındırmasını anlayabilmek için uluslararası ilişkiler uzmanı olmaya gerek yoktur. İran diplomatik ilişkilerde hassasiyete çok değer veren köklü bir devlettir. Türkiye, Malatya’daki füze kalkanını, İran’ın İsrail’e yönelebilecek tehditlerini önceden haber alabilmek için Amerika’nın talepleri sonunda kabul etmek zorunda kalmış ve füze kalkanının masraflarına mahsuben 12 milyar dolar gibi çok büyük bir malî destek vermiştir. Gazetelerden okunan bu bilgi doğru ise bu neyin diyetidir diye sormak gerekir. Diplomaside sıkça başvurulan bir kaide vardır. “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur!” şeklinde ifade edilen bu prensip çerçevesinde Türk diplomasisi İran ile ikili ilişkilerde kazanılan bunca müspet mesafeye rağmen hangi etkiler altında kalınarak tekrar yıllar öncesi Türkiye-İran ilişkilerindeki soğukluk, gerginlik ve kopukluk dönemine geri dönüldüğünü çok iyi analiz etmelidir. İran’ın günümüzde sergilediği hareket tarzına misilleme denir. Misillemenin sebebi füze kalkanı rahatsızlığıdır. Türkiye dış politika ilişkilerinde NATO müttefiklerimizin taleplerini ön plana çekip kendi millî çıkarlarını geri plana ittiği müddetçe sınır komşularıyla, Türklük ve İslâm âlemiyle her zaman sıkıntılar yaşamaya mecbur ve mahkûmdur.

Diplomatik ilişkilerde Türkiye kendi tarihî misyonuna uygun olarak adımlar atmalı, geçmişini yok saymamalıdır. Millî menfaatlerini bir kenara iterek müttefiklerini memnun etmek gibi bir fedakârlık da bizi iyice silik bir ülke hâline getirir.

“Suriye’de rehin alınan gazetecilerin İran eliyle Türkiye’ye teslim edilmesi ve aracılık yapan, gazetecilerle poz veren siyasî, gayrı siyasî kişilerin devrede olması ibretler ve mesajlarla dolu.

İran bugün Türkiye’de, Türk devleti içinde ABD-MOSSAD’a yakın bir güce ve etkinliğe, operasyonel kabiliyete sahiptir. Birilerinin bunu görememesi ve görmek istememesi nedeniyle bu kabiliyetini sürekli artırmaktadır. Türkiye İran ilişkilerinde 2. Beyazıt dönemini yaşıyoruz, Anadolu delik deşik ve sorumlular-yetkililer bundan gafil. Umarım bir Yavuz çıkana kadar geç kalmış olmayız…” [2]

Ortadoğu’da Türkiye, İran ve Mısır gibi ülkeler köklü birer medeniyet kurmuş devletlerdir. Bu ülkeler günümüz Suriye’sinde yaşanan mezhep kavgalarında mes’eleyi çözebilecek arabulucu olabilirler ve inisiyatif alabilirler.

Diplomaside asla inat olmaz.

Mezhep kavgaları bu coğrafyada büyük bir dünya savaşına bile sebep olabilecek bir boyuta taşınabilir. İran’ın bu savaşın içine sokulması kargaşa ve kaosa sebep olur. Şiî düşmanlığının ekilmesi Türkiye’ye zarar verir.

Müslümanları birbiri ile vuruşturmaya ve dünya nüfusunu savaşla azaltmaya çalışan Batıda çeşitli güçler vardır.

Osmanlı doğuya yönelerek asla güç kazanmamıştır. Türkiye’deki mevcut yönetim kadrosu Osmanlı’yı iyi okumayı becerememektedir. Osmanlı hep Batıya yönelmiştir. Viyana önlerine kadar gelen Osmanlı’yı iyi anlamak lâzımdır. Osmanlı doğuya, özellikle Şiî dünyasına yönelerek büyüme gayretine girmemiştir.

Öyle görünüyor ki, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Ortadoğu mes’elesini anlamamakta ısrar etmektedir. Akademik bir inat uğruna Türkiye’nin geçmiş hükûmetlerinin hiçbir zaman yapmadığını yaparak kendi saplantısında ısrar etmekte, ülkeyi bir açmazın içine sokmaktadır. Osmanlı’yı canlandırmak gibi bir heves mevcut dünya konjonktürü içinde şimdilik uzak bir hedef gibi görünüyor.

Yavuz Sultan Selim Mısır seferi sırasında kendisi de bir Türkmen olan Safevi Devleti’nin Şahı Şah İsmail’in kuvvetleri ile karşılaşmış, tacını, tahtını ve karısını bırakarak yaralı bir hâlde savaş meydanını kaçarak terk eden şahtan herhangi bir toprak talebinde bulunmamıştır. Osmanlı Devleti, savaşın mutlak ve tartışılmaz galibi olmasına rağmen, sadece Şah İsmail’e bir ders vermekle yetinmiştir.

Bugünkü Türkiye-İran sınırı IV. Murad döneminde çizilen bir hat olup, uzun zamandır değişmemiştir. Taraflar bunca zaman birbirlerinin toprak bütünlüğüne saygılı davranmışlardır.

Türkiye ile İran Batılıları memnun etmek için karşı karşıya getirilemez. Tarihî süreç içinde İran Türkiye’nin içişlerine karıştığı sürece Türkiye-İran ilişkileri hep sıkıntıya girmiştir. Bu iki ülke arasındaki hassas denge Şiîlik anlayışının İran yönetimince Türk hâkimiyeti altında bulunan topraklarda rejim ihracına yönelerek nüfuz kurma gayretlerinden sonra süratle bozulmuştur. Her iki ülkenin de menfaati birbirinin içişlerine karışmadan bölgede güç dengesini korumak ve özellikle emperyalist güçlerin bölge ülkelerini sömürmesinde kendilerini, tabiî kaynaklarını kullandırtmamak, topraklarını üs hâline getirmemekten geçtiğini bilmeleriyle başlar.

İnsan sevilmek için yaratılmış bir varlıktır. Emperyalist güçlerin bölgede hâkimiyet emellerinin birinci sebebi petrol ve doğal gaz kaynaklarının varlığıdır. Emperyalistler kendilerini ve menfaatlerini severler. Başka insanları asla sevmezler. Amerika ve Avrupa ülkelerine Irak’ta Saddam Hüseyin’in askerî dikta rejimini yıkarak bu coğrafyayı istilâ ettiren ilk sebep petroldür. Petrolü ve tabiî kaynakları zengin olmayan fakir ülkelerin işgâli için ellerini bile oynatmayan emperyalistler bu halkları açlık, sefillik, fakirlik ve çeşitli sebeplerle uzun yıllar süren iç harplerle baş başa bırakırlar. Hatta iç harpleri teşvik etmek silâh tüccarlarının tatlı kazançlarını arttırır. Tarih boyunca silâh tüccarlarının kâr hırsı savaşların birinci sebebi gibidir. Onlar savaşların çıkmasını her zaman körüklemişlerdir.

İran-Irak savaşı ile iki ülke 8 yıl boyunca birbirlerine hayli zarar verdiler. Kazanan sadece silâh tüccarları oldu. Her iki ülke halkı bu savaşın ağır faturalarını biraz daha fakirleşerek ödediler.

Amerika ardından Saddam’ı Kuveyt’e saldırttı. Belki de Kuveyt işgâli için cesaretlendirdi. Sonra da bütün hışmıyla ve acımasızca son askerî teknolojinin ürettiği harp sanayi ürünlerini Irak toprakları ve Müslümanları üzerinde denedi. 54 İslâm ülkesi Irak halkının perişan hâlini, bugün olduğu gibi, dün de, yine uzaktan seyretti. Suudi Arabistan Amerika’ya 20 milyar dolar vererek Saddam’ın Kuveyt işgâlinden sonra ülkesine hapsedilmesini sağlamak üzere ABD’ye destek oldu. Mısır bir kalemde ABD’ye, IMF’ye olan dış borçlarının tamamını sildirdi. Mısır’ın fakir halkı bu sayede az da olsa rahat bir nefes aldı. Başlarındaki diktatörleri Hüsnü Mübarek’in izin verdiği kadar feraha kavuştu. Amerika’nın yanında yer alarak destek olması karşılığında dış borçlarının silineceği taahhüdünü reddeden Turgut Özal Türkiye’nin kendi borçlarını ödeyecek güçte olduğunu beyan ederek Türkiye’nin eline geçen tarihî bir fırsatı elinin tersiyle itti. Fakirin efelenmesi de ancak böyle oluyor. Zavallı ülkemin dış borçları hâlen bir türlü bitmedi. Devlet adamlarının feraseti yoksa o körlük milletlerine sadece acı çektirir. Tarihte ibret alınacak hayli ders vardır. Yeter ki, okumasını bilelim.

Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tasfiyesiyle Ortadoğu’daki Arap halklarını sun’î küçük devletlerin cetvelle çizilmiş haritaları ve vatanları içine hapsedip birbirinden ayırarak petrol sahalarının hâkimiyetini elinde bulunduran dünün dünya lideri İngiltere’nin yaptığını günümüzde ABD yapmaya devam etmektedir. Dün Osmanlı’yı Arap hainlerine arkadan vurduran ve Charles Lawrence’in tatbik ettiği projeyle her öldürülen Osmanlı askerinin başı için bir altın veren İngiltere, dünya hâkimiyetini sürdürecek güçten ve çaptan düşünce, Amerika’nın yanında yer almayı çıkarlarına daha uygun bulmuştur.

On yıl önce 11.08.2002’de The Observer’da yazılmış bir yorum uygulanan petrol hâkimiyet alanlarının elden çıkarılmaması stratejisi için gerekli adımların neler olabileceği hakkında net bir kanaat sahibi olmamızı sağlıyor.

“Suudi Arabistan’ın istikrarsızlığa düşmesi karşısında endişeye kapılan petrol şirketleri artık dünyanın ikinci büyük petrol rezervlerine sahip Irak’a giriş için çaba sarf ediyor. Ortadoğu’da ticari bağlantıları olan Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Saddam Hüseyin’e yönelik itirazlarını şöyle dile getirmişti: ‘O, dünya petrol rezervlerinin yüzde 10’unun üzerinde oturuyor. O muazzam zenginliğini bu yoldan kazandı. Pek çoğumuzun kanaatine göre çok uzun olmayan bir gelecekte o nükleer silahlar da edinecektir.’

Irak ulusu Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920’de meydana getirildi. Müttefikler petrol denizinin üzerinde yüzüyordu, (Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon bu ifadeyi kullanmıştı.) fakat petrole bağımlı olduklarını gizlemeyi yeğlemişlerdi: Fransa Başbakanı Clemenceau, ‘Petrol istediğim zaman, bakkalıma giderim.’ demişti.

Arapların ihtiyaçları ve kendi kendilerini yönetme hakları konusunu görüşen Clemenceau ve Curzon, asıl önemli konunun Irak’ın kuzeyinde fışkıran petrol olduğunun farkındaydı ve İngilizlerle Fransızlar, Musul’un çok değerli petrol sahalarının kontrolü konusunda anlaşmaya vardılar.

Arapların petrolü dünyaya karşı bir koz olarak kullandıkları 1973 yılından sonra Irak petrolü daha fazla arzulandı ve güneyde petrol yataklarının da bulunmasıyla Irak rakibi Suudi Arabistan’a karşı daha da önem kazandı, Saddam da böylece daha da kızdıran bir düşman oldu.

1970’li yıllardan sonra petrol kıtlığının bolluğa dönüştüğü, petrol üreten ülkelerin ise global pazarlara daha bağımlı hale geldiği doğrudur. Petrolü politik nüfuz olarak kullanan üretici ülkeler daha sonra rekabet için petrolü verebilecekleri ülkelere satmaya başladılar. Batılı şirketler de kendilerine yakın yerlerde ve özellikle de dost ülkelerde petrol sahaları keşfettiler. Fakat Amerika ve kıta Avrupa’sı hâlâ çoğu Müslüman güvenilmez buldukları ülkelere bağımlı durumdalar.

Batılı petrol şirketleri çok etkili bir şekilde askeri ve diplomatik politikaları etkiler. ABD’nin büyük askeri üsler inşa ettiği Orta Asya’ya Amerikan petrol şirketlerinin girmek için mücadele ettikleri Orta Asya’daki ülkelerde Amerika’nın askeri üsler inşa etmesi rastlantı değildir.

Petrol şirketleri hiçbir zaman ulusal çıkarların en iyi hâkimleri değillerdir. 1953 yılında Anglo–Amerika’nın İran’da radikal Musaddık’a yönelik gerçekleştirdikleri darbeden sonra Şah’ın tekrar dönmesiyle Batılı petrol şirketleri yeniden İran petrollerinin kontrolünü ele geçirdiler; fakat İran halkı hiçbir zaman bu darbeyi affetmedi ve 1979’da Şah’ı devirerek intikamlarını aldılar.

Batılılar, petrollerinin büyük bir kısmının İslam ülkelerinden geldiği bir dünyada yaşıyor ve onların uzun dönemli enerji güvenliği de Müslümanlarla uzlaşmalarıyla mümkündür.[3]

Süper güçlerin, Hıristiyanların, Yahudilerin 21. asırdaki   stratejisi Müslüman’ı Müslüman’a kırdırarak kendi ülkelerini savaş ıstırabına   mahkûm etmeden, Müslüman ülkelerin uzaktan kumandalı, kendilerine büyük bir   sadakatle bağlı diktatörleri eliyle Müslümanları sömürmektir. Emperyalistler   tarafından kullanılan sefillerin sonu ise hep ülkelerine yaptıkları ihanetin   diyetini canlarıyla ödemek olmuştur. 06.09.2012

 

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 11.09.2012, 18.09.2012 tarih ve 459, 460 sayılı nüshasında yayımlanmıştır.

 

 

 

Ekrem YAMAN

Sinop Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com.tr

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr



[1] Prof. Dr. Nurullah AYDIN, “Türkiye’nin Askerî ve Ekonomik Gücü,” US Libraaary of Congress; Central Intelligence Agency, wikipedia, http://askerigucu.com adresli kaynaklardan iktibas, www.ha-ber.com

[2] www.acıkistihbarat.com “AK Parti Cemaatleşiyor,” 25.05.2012.

[3] Anthony Sampson, “Batının Petrol Açgözlülüğü, Saddam’ın Alevini Ateşliyor,” Zaman, 13.08.2002, The Observer, 11 Ağustos 2002, (Ortadoğu ve petrol şirketleri konusunu ele aldığı ‘Yedi Kız Kardeş’ kitabının yazarı)