ALİ ULVİ KURUCU’NUN HATIRALAR- 1 ADLI ESERİNDEN SEÇME BAZI TAVSİYELER

“Peygamber Efendimiz, komşu evden daha mühimdir, ev almazdan evvel komşu al, buyururlar.” [1]

“İstanbul şehrine, Cenab-ı Hak her şeyin güzelini vermiş. Manzaranın, denizin, camiin, iklimin, suyun güzeli orada olduğu gibi, insanların güzeli de oradadır, okuyuşun güzeli de, hâfızların güzeli de oradadır…” [2]

“ (…) Ziynet üzerine ziynet, haz üzerine haz, zevk üzerine zevk, feyz üzerine feyz katılırsa bahtiyar oluruz.” [3]

“Baba, fani vücudumuzun sebeb-i hayatı, sebeb-i vücudu iken, hoca ve mürşit, ebedî ruhumuzun mürebbisi, sebeb-i feyz ü saadetidir.” [4]

“ (…) Kişinin kalbinde yaşattığı niyeti, insanlara gösterdiği amelinden daha kıymetlidir, daha hayırlıdır.” [5]

“Cenâb-ı Hak, bir hâdisenin zuhurunu murat buyurdu mu, sebepler halk eder.” [6]

“Mehmed Âkif merhum ‘Asil azmaz’ dermiş ve bu sözü diline pelesenk etmiş. Hakikaten öyledir. İyi bir aile ve muhit içinde yetişen, terbiye olan çocuklardan pek az kötü insan çıkar. Eskiden herkes, asırlar boyu aile lâkapları ile anılırdı. Soyadı kanunu çıktığında, ne yazık ki, bu gibi tarihî isimlerin alınması yasak edildi. Mânâsız kelimeler isimlerin sonuna eklendi.

İnsanoğlunun ağzından çıkan sözü, Rakîb ve Atîd isimli iki melek kaydeder; hayırlı söz ise sağdaki, hayırsız faydasız söz ise soldaki yazar.” [7]

“Rabbim ne güzelsin, sana kul olmak ne güzel şey… Mü’min kullarına farz kıldığın vecîbelerin her biri, birer bahar, her biri birer kâr, her biri birer vakar…” [8]

Hadîs-i Şerifte beyan edilen dokuz güzel huy şunlardır:

“Birinci haslet: Gerek vahdette, gerek kesrette Allah’tan korkacaksın. Gerek yalnız başına kaldığında ve gerek halkın arasında, kalabalık içinde bulunurken Allah’tan korkacaksın. Allah korkusu… Allah’ın her yerde, her an, zaman ve mekânda hâzır ve nâzır olduğunu unutmamak.

Zaten bu şuura bürünen bir kimse, Allah’a âsi olamaz ki… Allah görüp duruyor; hâzırdır, nâzırdır. Onun gördüğünü ne polis görebilir, ne jandarma görebilir ve ne de başka bir kimse… İşte bu ahlâk, bu duygu her güzelliğin başıdır.

İkinci haslet: Gerek sükûn, ferah ve huzur anlarında ve gerekse öfke ve gazap hâllerinde, daima adaletle davranacak, hakkı söyleyeceksin… Bu çok zordur.

Üçüncü haslet: Gerek zengin, gerek fakir, bolluk veya darlık hâlinde, iktisattan ayrılmayacaksın. İsraf yok.

Dördüncü haslet: Zulmedeni affedeceksin.

Müslüman kardeşlerinden sana zulmedeni, kötülüğü dokunanı affedeceksin. Sana bir zararı dokundu: ‘İnsandır yahu, kasten yapmaz, Müslüman Müslüman’a zulmetmez. Hata etmiştir.’ diyeceksin; ‘Allah, benim, sabahtan akşama kadar kaç tane hatamı affediyor!’ diye düşüneceksin. Allah’ın ahlâkıyla, Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmak vardı ya, işte: Sana zulmedeni affedeceksin.

Beşinci haslet: Gelmeyene gideceksin.

Altıncı haslet: Vermeyene vereceksin.

Yedinci haslet: Konuşman zikir olacak.

Sekizinci haslet: Susman tefekkür olacak.

Dokuzuncu haslet: Bakışın ibret almak için olacak.

Bizler bu hadîse uysak, dünyada ve ahirette mes’ut ve muazzez oluruz. Uymadığımız hâlde ise fitne ve perişanlık muhakkaktır. Çünkü Hadîs-i Şerifin başında Efendimiz, ‘Rabbim bana dokuz ahlâkla ahlâklanmamı emrediyor; ey ümmetim ben de size emrediyorum.’ buyurmuştur.

Peygamberinin emrine uymayan, muhalif yollara giden bir ümmet fitneye uğrar, perişan olur.” [9]

Hayatta şöyle bir kanun var: İnsanoğlu nimet elinden gitmeden, nimetin kadrini bilmez… Âzâlarımız baştan başa nimet. Aldığımız nefesler, nimetlerin nimeti!

Bir nefes için iki kere şükretmek lâzım. Biri aldığımız nefese, biri de verdiğimiz nefese… Nefes almasak, yaşayamayız; aldığımız nefesi dışarı çıkaramasak boğulur, ölürüz…[10]

“Müslüman’ın gözü temiz olacak, özü temiz olacak, sözü temiz olacak. İnsanın sözü nasıl temiz olur?

İnsan dilini güzel sözlere alıştıracak. Hani buğday çuvallarının dibini delen küçük bir hayvan vardır. Siz o hayvana fare deyin. Sakın onun Türkçe adını söylemeyin! Türkçesi çok çirkindir… Kur’ân-ı Kerîm okuyan ağızlara böyle kelimeler yakışmaz…

(…) Çocuklarınızı da çirkin sözler kullanmamaya alıştırın; dilin terbiyesi böyle başlar.

Dil yaman bir hırsızdır, söz dinlemeyen bir âsidir. Allahü Teâlâ onu zapt etmek için iki bekçi yaratmıştır. Biri dişler, diğeri dudaklardır… Fakat o, bunların ikisini de iğfal eder, kandırır, yine yapacağını yapar… O iki kapıyı, o iki zinciri açar kırar, yine bizi felâketlere atacak şeyler söyler…” [11]

İnsanlar cemiyetlerde; şerefle, itimatla, isimle yaşar. Ardından konuşulunca manen kaybı olur, şahsiyeti zarar görür.

Başımıza gelen felâketler, bütün gafletimizden geliyor.

Nefs-i emmare, bizi günahlara sevk eden şeytan, Müslüman kardeşimizin zaaflarını, kötü taraflarını gösterir… Yine şeytanın ikinci bir hilesi daha vardır ki, âyet-i kerîmede ona şöyle işaret buyrulur: ‘Habibim! Günahkârlara, âsîlere, günah işlemekten korkmayanlara, şeytan kötü işlerini yaldızlar da iyi gösterir; onlardan zevk alırlar.” [12]

“Biz yalnız muayyen ibadetleri, ibadet biliyoruz. Hayat baştanbaşa ibadettir. Hayatımızın her anı Allah’a kullukla geçecek… Biz kurulmuş saat gibi, belli ibadetler içinde, keyfimiz, zevkimiz, huzurumuz yerinde yaşıyoruz.” [13]

İnsan, iyiliğin kölesidir; unutmaz; minnet altında kalır; insanoğlunu ona iyilik ederek, kendinize bağlayabilir, esir edebilirsiniz. Rahman Sûresi’nde, ‘İhsanın karşılığı ihsandır.’ buyrulur. Hazreti Peygamberde, ihsan kelimesi, insanlık tarihinde bulmadığı mânâyı buldu.

‘İhsan, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görüyor…’ [14]

“İnsan Allah’a kul olunca, esaretten kurtulur. Kullara kul olmaz. Nefsine, paraya, mesleğine, şuna buna kul olmaz.

Hakiki hürriyet, Allah’a kul olmaktır.

Allah’a kul olan, ne kimseden korkar, yılar; ne de kimseye minnet eder. İnsanların vazifesi Allah’a kul olmaktır. Kulluğun ruhu da, ihsandır.” [15]

“Allah’a kul olan, nefsin esaretinden, kulların esaretinden kurtulur. Allah’tan gayrı her şey masivadır. Masiva fânîdir. Fânî olandan korkmak, şirktir; şirkin büyüğüdür.” [16]

Hadîs-i şerîf var, hediyelerin en güzeli hikmetli bir söz, bir nasihattir. Sözlerin en güzeli de Allah ve Rasûlullah kelâmıdır. Bir kimseye bilmediğini öğretmek, bildiğini hatırlatmak, kalbine bir ışık damlası düşürmek, bir kıvılcım, bir alev koyabilmek, benim için en büyük kazançtır.[17]

“Âdetlere, alışkanlıklara esir olmamanızı tavsiye ederim. Mûtad, Peygamber-i Zîşân’ın sünnet-i seniyyesidir. Onları âdet edinin! Nefsinize ne kadar hâkim olursanız, o kadar hür yaşarsınız.” [18]

“Her şeyin bir mânii vardır, ama ilmin birçok mânii vardır…” [19]

“En hayırlınız ailesine hayırlı olandır.” [20]

“Gözünüz, sözünüz, özünüz temiz olsun.” [21]

“Kur’an-ı Kerîm büyük mucizedir. Kendisi aynen kalır. Fakat her yeni zaman, onu, yeni bilgilere göre anlar ve hayran kalır. Mehmed Âkif merhumun, ‘Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı’ mısraı ile ifade ettiği de işte bu mânâdır.

(Hacı Veyis’in sohbetlerinde kullandığı) ‘Ağzınızdan çıkan sözleri melekler kaydediyorlar.’ ifadesi, bugün yeni kayıt usûlleri ve ‘Kâinat boşluğunda hiçbir titreşim kaybolmuyor.’ buluşu ile daha da açıklık ve tabiîlik kazanmaktadır. Yarının, İlâhî Kelâm’ın daha iyi anlaşılmasına, daha pek çok bilgi ve buluşlarla yardımcı olacağından ise hiç şüphemiz yok…

Bir caminin veya mescidin civarından geçerken Rasûlullah Efendimiz’e salâvât getirin.

Tarihte hiçbir kimsenin tarih-i hayatından bahsetmek ibadet sayılmaz. Peygamber Efendimiz’in (S.A.V.) hayatından bahsetmek şöyle dursun, mübarek ismini anmak bile, insana sevap kazandırır.

(Hazret-i Cebrail Mescid-i Saadet’te minbere çıkarken Peygamber Efendimize) ‘Bir kimse ki, anasına babasına hayatında kavuşmuş da rızalarını, dualarını alamamış, anasının babasının bedduasına uğramış; bu nasipsizin burnu yere sürtülsün.’ dedi.[22]

Dinimizi, dilimizi, Kur’an’ımızı, ezanımızı, Cuma’mızı, kandillerimizi, bayramlarımızı koruyalım. Yoksa mahvoluruz.[23]

Sakın itiyatlara, alışkanlıklara esir olma; kendini onların idaresine bırakma. Sen onlara hâkim ol. Hayatı geldiği gibi kabul eyle. Yoksa bir sıkıntıya düştüğünde daralır, telâşa kapılır, hicran duyarsın. ‘Ah şöyle olsaydı, ah böyle olsaydı’ dersin.[24]

“Kitap, okunmak ve amel olunmak; bir reçete ise tatbik edilmek için yazılır. Kütüphaneler dolusu kitap veya dolaplar dolusu reçete olsa, kullanmadıktan, başkasına verip faydalandırmadıktan sonra neye yarar?” [25]

“Şükredilecek nimetler pek çok, fakat en çok şükür icap ettiren, namaz nimetidir. Günahlarımızı affettirmek için, bizi Allah’a yaklaştırmak için namaz farz kılınmış. Namaz dediğimiz bu nimet, öyle bir nimet ki, namaza giderken attığımız adımların birisi, ‘Allah’ım bu kuluna rahmet eyle, merhamet eyle, günahlarını affeyle’ der; ötekisi, ‘Cennetteki makamını âlî eyle Yâ Rabbi’ der. Attığımız adımlar dua olur.” [26]

“Rüyalar, insanın hayatına hedef ve istikamet verici müjdeler ve tesirler taşıyabiliyor.” [27]

Bugünün kerameti hizmettir.

Her taraftan tehdit ve tazyik gören mübarek, mukaddes dinin için yaptığın nedir? İman ve İslâm şuurundan mahrum kalmış kitleye ne faydan dokundu? Bilhassa gaflet ve küfür içinde, inkârlar içinde büyüyüp yetişen; bir serseri, bir haydut olacağından korkulan gençliğe ne gösterdin? Ne yardım yaptın, ne öğrettin, ne kadar iman ve nur eriştirdin? İşte yapılacak iş bunlardır. Bugün keramet hizmettir.[28]

Bazı kabiliyetler, büyük eserler bırakacak bazı şahsiyetler heba ve heder ediliyor.

Ziya Paşa’nın, böyle hâlleri anlatan meşhur bir beyti vardır:

‘Bî-baht ona derler ki elinde cühelânın

Kahrolmak için kesb-i kemâl ü hüner eyler.’

(Bu) acıklı hâli ifade eden bir atasözümüz (de şöyledir):

‘Zenginsin der, maldan; yiğitsin der, candan ederler.’

Hakikaten, kendilerinde halka faydalı olma haslet ve imkânı bulunan kimseler, hizmetlerinin devamlı olabilmesi için, çalışma ve fedakârlıklarını da bizzat tanzim etmeli, kendilerini halkın sevkine ve insafına terk etmemelidirler.[29]

“Hayat bir medresedir. Ne öğrenirseniz burada öğrenirsiniz. Bu medrese aleyhinize şehadet etmeyecek. Her geçen lâhza, ya zikirle, ya şükürle, ya fikirle geçecek. Bunu da yapmadınız mı, ibretle bakacaksınız kâinata. Gafil olmak yok. Kâinat kitabını gözlerimizle okuyacağız.” [30]

“Okumada, işin esası ihlâs, samimiyettir.

Bir hadis-i şerifte, Kur’an âyetlerinin şifa olarak okunabileceği vardır.” [31]

“Sema halkı, yeryüzünden, ancak ezan seslerini duyarlar.” [32]

“Aya ilk giden Amerikalı astronotlardan birisinin Kahire’yi ziyareti sırasında ezan seslerini duyunca hayretler içinde kalarak, şöyle söylediği, Mısır matbuatında çıktı:

‘Ben bu sesi ayda iken de duymuştum…’

Peygamberi-i Zîşân Efendimizin, ‘Sema halkı, yeryüzünden, ancak ezan sesini duyarlar.’ buyurması, ne büyük mucize, ne İlâhî tebşir, ne büyük bir harikadır.

Dünyadaki bu kadar sesten, gürültüden, feryattan, figandan, acı-tatlı, hazin-neş’eli seslerden, sema halkı hiçbir şey duymaz, ancak ve sadece ezan seslerini duyar.” [33]

“Selâm veren ve alan insan, artık yalan söyleyemez, kötülük yapamaz. Bunları taahhüt ediyor, söz veriyor.” [34]

“Semalar, fezalar kadar geniş sahalar da olsa, ruhunuzun ısınmadığı, kalben anlaşamadığınız, manen bağdaşamadığınız gönül düşmanlarıyla bulunursanız, bu geniş sahalar size dar gelir… Aksine, manen anlaştığınız, kalben seviştiğiniz, ruhen bağdaştığınız, gönül, fikir ve gaye dostlarınızla iğnenin deliğinde bulunsanız, orası size geniş meydan hâline gelir.

Ruhlar büyük olursa, bu büyük ruhların, yüce emel ve arzularının tahakkuku uğrunda bedenler yorulur. Ruh sonsuz âleme bağlı İlâhî bir feyz kaynağı olduğu için yorulmaz, doymaz, bıkmaz, usanmaz… Yorulan bedenlerimizdir.” [35]

İnsanoğlu nimetlerin kadrini zevalinden sonra bilir…[36]

“Ahlâk, fazilet, sabır, metanet, feragat, aşk… Bunların hayvanî vasıflara galip gelmesi lâzımdır… Devamlı olarak kendi kendini tenkit edecek, kontrol edeceksin. Başkalarından önce, sen kendi yaptıklarını, kendi yaşayışını tenkit edeceksin…” [37]

Mühim olan, okunan kitapları, yaşanan bir hayat hâline getirmektir… İrfandan, ilimden, zikirden, fikirden maksat, ruhun nefs-i emareye hâkim olmasıdır. İnsanın, nefsin elinden kurtulup, ruhun emrine girmesidir.

İnsan, âlim oluyor da, âmil olamıyor. Bildiğini hayatına tatbik edemiyor… Âmil oluyor da, ihlâs sahibi olamıyor… İhlâs sahibi oluyor da, insan-ı kâmil olamıyor…

Yani hayatın, kemâle doğru yükselip giden bir merdiven olsun…[38]

“Hazret-i İbrahim, Hacer annemizi, genç yaşında ve kucağında süt emen yavrusuyla bıraktı, gidiyordu. Hacer annemiz irkilmedi. Yalnız ‘Ne için bizi bırakıp gidiyorsun?’ diye sordu. ‘Allah’tan öyle emir aldım.’ cevabını işitince ‘Allah’ın emri ile bırakıyorsan, üzüntüm yoktur; bırak git öyleyse; o bizi bırakmaz.’ diye mukabele etti.” [39]

“Sözde öyle bir sihir vardır ki, sizi büyüler, aklınızı başınızdan alır.” [40]

(Siyaset dünyasında) “partiden evvel, insan yetiştirmek, ekibi kurmak lâzım! Özü sözü bir, aynı dâvâyı paylaşan, kara gün dostu kadrolara ihtiyaç var. Fertler, tek, tek Meclis’te eriyor…” [41]

İnsanların tedirgin olmasının, üzüntülere, kederlere gark olup, kendi kendilerini helâk etmelerinin en önde gelen sebebi, geçmişe üzülmek, teessüfler etmek, yanıp yakılmak, ağlamak, boşuna nefes ve ömür tüketmektir…[42]

Türkiye’mizde insan kadri zor biliniyor, geç biliniyor.[43]

Mirasyedi, nimetin kadrini bilmez. Zengin çocuğu, zenginliğine şükretmez. Hamal çocuğu, ırgat çocuğu, dul ana çocuğu, nimetin kadrini bilir, şükreder. Aç, susuz kalmış, kıtlık günleri geçirmiş, felâketli anlar yaşamıştır. Hicretler, gurbetler, hicranlar tatmıştır…[44]

Mizaç ve meşrepler, kendilerine göre seçim yapıyorlar.[45]

“Dâhi denilen insanları, acaba anaları mı okutup yetiştiriyorlar? Eğer dâhiler, medreselerde, mekteplerde yetişselerdi, aynı medresede okuyan çocukların hep dâhi olmaları lâzım gelirdi. Öyle olmuyor. Demek ki bunları yetiştiren anneleridir…” [46]

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 13.09.2010, 20.09.2010 tarih ve 360, 361 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar -1, Kaynak Yayınları: 186, İzmir, Çağlayan Matbaası, 2009, s. 47. 

[2] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 58.

[3] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 59.

[4] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 73.

[5] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 76. Hadîs-i Şerif mealidir.

[6] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 90.

[7] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 104.

[8] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 106-107.

[9] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 112-114.

[10] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 122-123.

[11] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 123-124.

[12] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 124-125.

[13] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 126.

[14] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 138.

[15] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 139.

[16] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 149.

[17] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 153.

[18] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 154.

[19] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 158.

[20] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 159.

[21] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 162.

[22] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 164-165.

[23] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 177.

[24] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 186.

[25] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 187.

[26] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 190.

[27] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 195.

[28] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 207.

[29] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 211.

[30] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 212.

[31] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 214.

[32] Hadîs-i Şerif.

[33] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 220.

[34] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 223.

[35] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 238.

[36] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 240.

[37] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 241.

[38] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 242.

[39] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 251.

[40] Hadîs-i Şerif.

[41] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 290.

[42] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 307.

[43] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 317.

[44] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 320.

[45] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 347.

[46] DÜZDAĞ, A.g.e., s. 387.