Bu millet, birkaç asırdan beri kendi bünyesinde akıl almaz zıtlaşmalara, anlaşılmaz kutuplaşmalara düşerek, içten içe kendi kendini çürütmüş ve âdetâ düşmanlarının emellerine hizmet eder hâle gelmiştir. Bir kesim, kendisinin sağmalı saydığı Anadolu’yu hep horlamış; bir kere olsun gidip orada dolaşmayı, kendi insanı ile görüşüp konuşmayı hiç mi hiç düşünmemiş; onların dünyalarına yükselip onlarla hemhâl olmayı, ruhlarını keşfedip anlamayı asla hatırına getirmemiştir…

Madalyonun diğer yüzündeki manzara da, bundan çok farklı değildir. Vaktiyle en duru ilhâmlarla beslenen, en âşikâne heyecanlarla coşup kanatlanan Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezid-i Bistamî, Ahmed Bedevî, Celâleddin-i Rûmî, İsmail Ankarevî, Şeyh Gâlip gibi millette içtimâî ruhu uyandıran, kitleleri irşat edip insanlığa yükselten, maddî-manevî tıkanıklıkları açan ve ruhları kamçılayıp ulvî âlemlere sevk eden hassas ruhların, feyizli dimağların, lâhûtî ve ateşî kalplerin yerini-büyük bir kısmı itibariyle-her nevî yeniliğe muârız, terakkî ve tekâmül istikametinde atılan her adıma muhâlif, sînesi öbür âlemin heyecanlarından mahrûm, düşünceleri hakikatsiz ve her türlü ilmî araştırmayı günah sayan sığ bir gürûh almıştır. Öncekiler, milletlerinden, millî ruhtan uzaklaşmayı yenilik ve inkılâp saymakla; sonrakiler de, şeklî bir mâziye ve onun kuru ve ruhsuz yanlarına saplanıp kalmakla milletlerine ihanet etmişlerdir…

Geleceğin imâr edilmesi vazifesini üzerine alan şanlı mîmarlar, cemiyetin her kesiminde millî şuuru mayalayıcı istikamette bir seferberlik ilân ederek, yığınları cismânîlik girdâbından kurtarıp, onlara kendilerini yenileme, ruhta varlığa erme ve kendi medeniyetlerini kurma yolunda hayat vermelidirler.
İnsanımızı mahiyetinin marifetine erdirmek; aklını inkişaf ettirip iradesine fer getirmek, his âlemini durulaştırıp tabiatın mâverâsıyla temasını temin etmek, büyük terbiyecilerimizin vazifesidir.
Yıllar yılı bağrı yanık ve yıkık Anadolu insanı, hep gönül mîmarlarını bekleyip durdu. Daha ne kadar bekleyeceğini kestirmek de oldukça zordur.

Türkiye’nin yüzyıllardır başarıyla korunan mozayiği bir süredir çatlama tehlikesiyle karşı karşıya. Mozayiği; Cumhuriyet öncesinde, iki unsur ayakta tutuyordu: Gayri Müslim azınlıklara karşı uygulanan din ve vicdan özgürlüğü, Müslümanlar arasındaki İslâm kardeşliği… Cumhuriyet, bu iki unsurun yerini alacak tek bir esasa güvendi: Lâiklik. Lâik bir Cumhuriyette, azınlıkların hakları korunacağı için mutlu olacakları düşünülüyordu.

Vakıflar Genel Müdürlüğü Osmanlı Devleti’nden devraldığı ve bugün elde mevcut olan 33 bin vakfiye gibi muazzam bir yükün altında bulunmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğünün katma bütçeli bir müessese olması bu yükün taşınmasına yeterli görünmemektedir. Müesseseye, müstakil gelirleri olan bir yapı kazandırılması üzerinde düşünülmelidir…

Mevcut vakfiyelerin çoğu gayelerine uygun olarak kullanılmamaktadır. Bunların konularına göre tasnif edilerek ihyâ edilmesi vâkıflarının ruhunu şâdeder, vakfettikleri vakfı da canlandırır.
Türkiye’nin, inançlarından tâviz vermeden millî ve manevî değerlerini anlatacak, bu değerlere karşı yapılan saldırılara ‘karşı çıkacak’, ‘sesini yükseltecek’ gerçek önderlere ihtiyacı vardır.
Türk Milleti’ne mensup olmanın şuurunu, şerefini ve mutluluğunu taşıyan; milletin ve devletin hür ve bağımsız bir şekilde yaşamasını benimseyen; ülkesinin insanlarına engin bir müsamaha, derin bir aşkla bağlanıp onların mes’elelerini öze zarar vermeden çözmeye kararlı olan; çağın bilgi ve teknolojisinden faydalanmanın lüzumuna inanmış, imân, ahlâk ve seviyeli zevklerle huzur bulan, çalışkan ve azimli bir gençlik istiyoruz .

Bu gençlik Türkiye’nin birçok mes’elesine vakıfların yardımıyla çözüm bulacaktır.