II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE ERMENİLER VE EKONOMİK HAYAT

 

Daha fethi takip eden yıllarda(1461) Fâtih’in bir patriklik kurulmasına lütfen müsaade etmesi ve 1860 tarihinde dinî, içtimaî mes’eleleri görüşüp idâre etmek üzere Ermeni Meclisi Umum-i Millîsi’nin kurulmasına müsaade edilip izin vermesi biz Türklerin iyi niyet ve toleransımızın tarihî birer delili sayılmak gerekir.

Nasıl ki, bu haklardan faydalanan Ermeniler okullar açmış, şirketler kurmuş, dernekler vücuda getirmiş, Yedikule’de hastane ve Hasköy’ de yetimler yurdu açmışlardır.

Hattâ bu son kurumlara Devlet tarafından ödenekler de tahsis olunmuştur.

Yüzyıllar boyu uyruklarında bulunan dilleri ve dinleri başka milletleri kendilerine has hoşgörürlükle karşılayan Türk toplumu bu uygar davranışlarından Ermenileri de yararlandırmakta kusur etmemişlerdir.

Anadolu Bizanslıların elinde iken onların uşaklığını yapan Ermeniler, bu ülkenin Selçuklu Türklerinin eline geçmesiyle insanlık ve dostluk görmeye başlamışlardır. Osmanlı Türklerinin idâresinde 500 yıl boyunca sayılamayacak çokluktaki nimetlerden istifade etmişler ve Devletin en yüksek koltuklarına kurularak söz sahibi olmuşlardır. Böyle olduğu halde, nankörlüklerini yaptıkları isyanlarla ve öldürme olaylarına karışmakla açıklamakta tereddüt göstermemişlerdir.

1905 tarihinde Sultan Abdülhamid’e karşı suikastta bulunan, 1921’de Berlin’de Talât Paşa’yı, Roma’da Sait Halim Paşa’yı, 1922’de Tiflis’ de Bahriye Nazırı Cemal Paşa ile yâverlerini öldüren Ermenilerdir. Ermenilerin huzur bozan ilk hareketleri 1545’de zeytin bölgesinde vergilere karşı çıkmaları ile başlamıştır. Bu şekilde girişilen başkaldırmalar sürüp gelmiştir. 1860’da sözde sosyal amaçlarla kurulan dernekler aracılığı ile ayaklanmalar teşvik olunmuştur. 1845’de Hınçaklar Babıâli yürüyüşünü düzenlemişlerdir. [1] Ermenilere nimetlerin en büyüğünü, Meclis İkinci Başkanlığına varıncaya kadar makamların ve Mareşalliğe kadar rütbelerin en yükseğini veren biz Türkler olmuşuzdur. Kısaca şu adlara ve unvanlara dikkat ediniz:

  • Ohannes Allahverdi, II. Meşrutiyet Meclis Başkan Vekili,
  • Agop Kazasyan Paşa, Maliye Nazırı,
  • Mareşal Karabet Artin Davut Paşa, Posta Telgraf Nazırı,
  • Gabriyel Norodunkiyan, Hariciye Nazırı,
  • Avukat Kirkor Sinopyan, Nafia Nazırı,[2]

Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman halk ticarî ve ekonomik hayattan tamamen uzaklaşmıştı. Osmanlı Türkü el işleri ve ticaretle uğraşmayan bir “Efendi” idi. Türk halkı asker, idâreci (memur), toprağı eken çiftçi idi. Böylece sadece yabancılar veya Osmanlı Hıristiyanları İmparatorluk ekonomisini devam ettirmişlerdir. Bu faaliyet esas olarak tarım mahsûlleri, halı, el işleri ve bazı madenlerin ihracı ve bunun karşılığında yabancı mallar ithâl etmekten ibarettir. Bunlar ipekli mamûller, kuruyemiş ve tütün gibi mevcudu çok az olan endüstri sahalarına sahip olup, bunları işletmekte idiler. Osmanlı coğrafyası içinde yüzyıllar boyunca deve kervanlarının gidip geldiği emin bir imparatorluk ticareti gelişmişti. Mısır-Arabistan-İstanbul-Avrupa yolu ile birleşen Bağdat-Suriye yolu Toroslar yolu ile Anadolu platosunu aşan en önemli yollardan birisi idi. Karadeniz sahillerindeki Trabzon’dan Kuzey-Batı İran’a diğer bir yol uzanmakta idi. Rusya gümrüğü yabancı mallara karşı Kafkasya’yı kapattıktan sonra, İngiliz malları Ortadoğu pazarlarına bu yol boyunca gönderilmişti.

Türkiye’de çok yakın zamanlara kadar, mevcut endüstri imalâtı azdı. Hükûmet 19’uncu yüzyılın son yarısında bazı top ve hafif silâh fabrikaları kurmuştu. Bazı şehirlerdeki elektrik tesisleri Belçikalıların elinde idi. Zonguldak kömür madenleri Fransız ve İtalyan, İzmir-Aydın demiryolu İngiliz, Bağdat demiryolu Almanların elinde idi. Bu yüzyılın başlangıcında Türkiye’deki bütün endüstri sermayesi yabancı imtiyaz sahiplerinin idi. Yunanlılar, Ermeniler ve bilhassa Yahudiler sermayelerini endüstriye değil, ticarete yatırmışlardı. Bunlar, ithâl mallar ve Türk köylüsünün mahsûlleri ile ilgilenmekte idiler. Müslüman Türk, faaliyetini idâre ve askerliğe tahsis etmişti. Bütün bunlar endüstri bakımından işlerin kötü gitmesine sebep olmuş ve medenî bir toplumun ihtiyaçlarını karşılamada güçlük yaratmışlardır.[3]

Bir iddiaya göre, Sultan İkinci Abdülhamid devrinde devlet hazinesi bomboş, maliye berbat hâlde idi. Devlet, memurlarına, ancak bayramlarda, cülus ve velâdetlerde maaş verebilirdi. Bu paralar da varidat karşılığı Osmanlı Bankası’ndan, Reji veya diğer ecnebi müesseselerden alınırdı. Bilhassa hariçte Osmanlı Devleti’ni temsil eden sefirlerimiz ve hariciye memurlarımız çok müşkül durumda idiler.[4]

Bu iddia kısmen doğrudur. Devlet Hazinesi II. Abdülhamid döneminde de sıkıntıya düşmüştür.

Osmanlı Devleti’nin idâresi altındaki azınlıkların bir arada yaşayabilmesi ve Devletin idamesi için gerekli olan slogan belli bir zaman kullanılmıştır: “Osmanlılık”. Ama Osmanlılık ne Rumların isyanına, ne Yunanistan’ın kurulmasına, ne Bulgaristan’ın ayaklanmasına ve Bulgaristan Prensliği’nin teşekkülüne engel olabilmiştir. Ancak İslâm olan unsurların bir müddet daha “uslu” oturmalarını sağlamıştır, o kadar.

Osmanlılıktan sonra sürümü çokça yapılan “İttihad-ı İslâm” fikri ise, İslâm olan unsurların Osmanlı Devleti’nden ayrılmak için kopardıkları vaveylâlar arasında belli bir süre sonra politika sahnesinden silinip gitmiştir.

Müşiri, paşası bir yana, Meşrutiyet’ten sonra Osmanlı Devleti’nin başına Gabriel Norodunkiyan adında bir Ermeni, nazır olarak geçip oturacaktır. Avrupa’da Ermeni komitecilerinin cirit attığı, Osmanlı Devleti aleyhinde pek girift plânların yapıldığı bir devrede Osmanlı Hariciyesinin başında bir Ermeni! Gabriel Norodunkiyan Hariciye Nazırı olur da, Ohannes Sakız Paşa, Manuk Azaryan, Artin Dadyan Paşa, Harutyun Dadyan Paşa müsteşar olmaz mı?

Bu zatların dördü de Hariciye Nezaretimizde müsteşarlık yapmışlar ve Osmanlı Dışişlerini teknik seviyede “idâre” maharetini göstermişlerdir.

Nazırı, müsteşarı Ermeni olan bir teşkilâtın elçiliklerinde Ermeni bulunursa niye şaşmalı? Meselâ Berlin ve Viyana Sefir-i Kebirimiz Garabet Artin Davut Paşa, Brüksel Sefir-i Kebirimiz Dikran Aleksanyan’dır. Londra’da Yetvart Zöhrab, Lahey’de Hovsep Misakyan, Roma Maslahatgüzarlığı’nda Ohannes Kuyumcuyan Paşa bulunmaktadır. Berlin Elçiliğimizin Müşaviri Dikran Tıngır, Brüksel Elçiliğimizin Müşaviri ise Mihran Kavafyan’dır.[5]

Şüpheci veya gerçekçi, ne olursa olsun, II. Abdülhamid, Asya’da demiryolu inşasının icap ettirdiği malî imkâna Osmanlı Hazinesinin sahip olmadığını ve diğer taraftan da Avrupa’dan alınacak bir yardımın umumiyetle çok pahalıya mal olacağını biliyordu.[6]

Harbi müteakip Osmanlı Devleti’nin karşılaştığı malî zorluklar içinde Avrupa’nın yardımına muhtaç olmaksızın yaşayabileceğine Padişah kani değildi. Kendisi, daima, bilhassa malî konularda, yabancı müdahalelerden nefret ederdi. Fakat Devlet Hazinesi her gün biraz daha kötüye giderek hususî kaynak ve bankalardan borç almaya mecbur olunca, Sait Paşa’nın tavsiyelerini dinlemedi. Düyun-u Umumiye mes’elesini görüşmek üzere yabancı alacaklıların mümessillerini İstanbul’a davet etmek zaruretinde kaldı. Bu toplantıdan sonra Osmanlı Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya ve İtalya’dan gönderilen maliyecilerden ibaret bir heyet tarafından idâre edilecek olan bu teşkilât ispirtolu içkiler, tütün, ipek ve tuzdan alınan vergileri tahsil edecekti.

Tarihte ilk def’a bu şekilde yapılan bir gelir ve alacak tahsilâtının artan nispetler dâhilinde üçte ikisi doğrudan doğruya Osmanlı Hazinesine ödeniyordu.

Küçük bir yabancı grup tarafından gayet iyi idâre edilen bu teşkilâta karşı Abdülhamid’in şüpheleri her gün biraz daha artıyordu. Ama Osmanlı Devleti alacaklılarının itimadını yeniden kazanmıştı.[7]

Osmanlı Devleti’nin malî ve ekonomik durumu çok kötü idi. Devlet, Sultan Aziz zamanında iflâs etmişti. Bir yandan da borçların faizlerini ödemek için borç almaya devam ediyordu. Bununla beraber çok açık veren bütçe ile devlet memurlarına aylıklar zamanında verilemiyor, yüksek memurlara dolgun maaşlar veriliyordu. Bununla da kalmayarak devlet adamlarından yabancılara verilen imtiyazlardan komisyon elde edenler oluyordu. Saray Kâtibi Arap İzzet ve Mabeyinci Râgıp Paşalar bu suretle büyük servetlere sahip olmuşlardı.

Devlet borçlu, sanayi geri, ziraat ilkel, ticaret Hıristiyan unsurlarla lövantenlerin elinde idi. Memleket yabancı baskıların, kapitülasyonların etkisiyle yarı sömürge hâline gelmişti.

Memleketin bayındırlık durumu acınacak hâlde idi. Uzak yerleri birbirine bağlayan devamlı bir şose yoktu. Çoğu Rumeli, Batı Anadolu ve Suriye’de bulunan demiryolları yabancı şirketlerin ellerinde idi. Rusya’nın baskısı ile Doğu Anadolu’ya doğru demiryolu yapılamıyordu. Avusturya, Makedonya’da yapılacak demiryollarının kendi stratejisine uygun olmasını istiyordu. Verilen imtiyazlar da devletin zararına oluyordu.

Almanya’nın Bağdat demiryolu imtiyazını alması, millî menfaatlerin zararına olduğu için önemli bir siyasî konu oldu. Almanya demiryolu boyunca madenleri işletecek tesisler kurmak imtiyazını da almıştı. Devlet, Alman şirketinin belirli bir kazanç sağlamasını, gelirden vergi vermemesini, dışarıdan getirilecek malzemeden gümrük vergisi vermemesini de taahhüt ediyordu. Sultan Abdülhamid’in Şamdan Mekke’ye doğru bir demiryolu yaptırmaya başlaması hayırlı bir işti. Irak ve Hicaz Demiryolları İngilizlerin uzaktan korumak istedikleri, Kahire-Kalküta hattının üzerinden geçtiği için bir siyasî sorun oldu. [8]

Yüzlerce yıl ahlâk ve ekonomimizi; Yahudi, Ermeni, Rum, Venedik ve diğer milletlerden binlerce sarraf ve banker kemirmiş, zaman zaman Devletin siyaset ve idâresinde de müessir olmuşlardır.

Bunların her biri birer büyük devlet adamına, vezirlere, paşalara, şehzadelere, sultanlara, kadın efendilere, saraylılara ve hattâ Padişaha kadar hulul ve nüfûz ederek kazançlarını temin etmişler, mel’anet ve entrikalarını sürdürmüşler, bazen sarayı bile parmaklarında oynatmışlardır.

Arşivlerimizdeki kayıt ve belgelerden Müslüman sarraf adına rastlanmamaktadır. Hepsi gayri Müslim’dir.

Reayanın ve yabancıların; Devlet, siyaset ve ekonomi üzerinde bu derece müessir olmalarının sebeplerinden biri de, hattâ en önemlisi pâdişah analarının çoğunlukla yabancı olmalarıdır. [9] 

OSMANLI DEVLETİNDE RUMLARIN DURUMU

Azınlıklardan Rumlar asırlar boyunca Osmanlı İmparatorluğu dâhilinde yaşamakta olan diğer Hıristiyan azınlıklardan daha fazla haklara sahip oldular. Mülkiyet hakkı yanında din ve dil hürriyetlerine de sahip bulunuyorlardı. Rum tüccar ve gemicilerin durumu, Rum köylüsüne göre çok daha iyi idi. Bunlar zamanla önemini kaybetmiş olan Venedik Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz ticaretindeki yerini almışlardı. Rum gemileri Akdeniz ticaretinin büyük bir kısmını Türk bayrağı altında yaparlardı. İmparatorluğun ürünlerinden başka Güney Rusya’nın her türlü ürünlerini ve en çok buğdayını Avrupa’ya taşımakta idiler. 1816’da Rumların 600’e yakın ticaret gemisi vardı.

Mora, Ege adaları ve Teselya’dan başka İstanbul’da da mühim miktarda Rum bulunmakta idi. Bunların bazıları Divân tercümanlığı ve Eflak ve Boğdan Voyvodalığı gibi Devletin mühim mevkilerinde istihdam ediliyorlardı. Hattâ bu tâyinler gelenek hâline gelmişti.

Unutulmuş Yunan kültürü Rönesans hareketleri sayesinde Avrupalılar tarafından tanınmış, Voltaire, Andre Chenier ve George Bayron gibi yazarlar Yunan kültürünün tanıtılmasına hız vermişlerdi. Bunlardan Lord Bayron Yunanistan’a kadar gelerek Türklerle mücadeleye girişmiş, hattâ Avrupa piyasasında Rumlara yardım için tahvil satışını temin etmiştir. Tedricen inkişâf eden milliyetçilik cereyanı 1787’de Rusya ve Avusturya’nın müttefik olarak Osmanlı İmparatorluğu ile yeniden savaşmalarına sebep teşkil etti ki, bu def’a hedef Bizans İmparatorluğu idi. Nihayet Fransız İhtilâli’nin getirdiği hava Napolyon’un yedi Yunan adasına yerleşmesi Osmanlı İmparatorluğu’na karşı beslenen kin ve nefretin artmasına sebep oldu.[10]

TİCARET VE MÜSLÜMANLARIN CESARETİNİ KIRAN HUSUSLAR

Ticaret ve serbest mesleklere atılmak isteyen Müslümanlar için her çeşit cesaret kırıcı hususlar ortaya konulmuştu. Bu sebepten İmparatorluğun belli başlı ticaret alanları ve serbest teşebbüs sahipleri Hıristiyanlar olmuş ve böylece sosyal bakımdan katı olan bir devlet sistemi içine sosyal bir sınıflama sokulmuştur.[11]

Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflıklarından biri de, çeşitli halk ve zümrelerin çok katı bir şekilde politik ayrılığı idi. Fakat bu durum ekonomik sahaya da intikal etmişti. İmparatorluk ekonomisinin katı olmasının gerçek sebebi kapitülasyonlardı. Çünkü kapitülasyonlar vasıtası ile yabancılar bir tekel elde etmeye ve hattâ Türk ekonomik hayatının çeşitli sahalarında üstünlük sağlamaya muktedir idiler. Bu sebepten dolayı Hıristiyan toplulukları teşkil eden Yunanlılar, Ermeniler ve Yahudiler Osmanlı tabaları vasıtasıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda faaliyet gösteren yabancı ticaret şirketlerinin ajanları olarak hareket etmişlerdir. Bunlar kendi ticaret faaliyetlerini hâkim kılabilmek için zamanla memleketin esas temelini sarsar olmuşlardır.

Yerli teşebbüse gelince; zaten çok zayıf olan sermayenin, teşkilâtsız ve dış rekabete karşı korumasız bulunan iş çevrelerinden yurdun ekonomik kalkınmasına müspet katkılarda bulunmasını beklemek hayâl bile edilemezdi.

Bu sebeple resmî veya özel millî sektörden ilgi görmeyen ekonomi ve bayındırlık alanlarına yabancı teşebbüs akını başladı. Ne var ki, yabancılar da her şeyden önce kendi çıkarlarını düşündükleri için, az masraflı, büyük kazanç getirecek işlere yöneldiler. Böylece ülkede bir sömürü düzeni kurulmuş oldu.[12]

ERMENİ TEHCİRİ İDDİASI SADECE BÜYÜK BİR YALANDIR!

Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu içinde Batılıların dürtüsüyle ayrı bir devlet kurmaya çalışan son azınlık gurubudur. Osmanlı İmparatorluğu’nda “Millet-i Sâdıka“ olarak bilinen ve her dönemde, gerek devlet idâresinde, gerekse ticaret hayatında önemli vazifeler alan Ermeni taba, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesinden faydalanarak Rus Çarı’nın orduları ile işbirliğine girmiş ve bir devlet kurma girişimlerini başlatmışlardır. Stratejisi yanlış çizilmiş bu iki hatanın üst üste gelmesi ile, netice olarak, Ermenilerin İmparatorluk içinde başka bir alana gönderilmelerine yol açmıştır. Devletin tutumu bu gibi bir durum karşısında kalan herhangi bir Avrupa devletinden farksızdır. Avrupa tarihi incelendiğinde, düşmanla çarpışan Avrupa Devletleri çarpışılan bölgeyi boşaltma, ayaklanmaları bastırma ve emniyet tedbirleri alma yoluna her zaman gitmişlerdir. Oysa Türklerin bu davranışı I. Dünya Savaşı propagandasında usta olan Batı Avrupalılar tarafından İmparatorluğun savaşı kaybetmesi ve kendi savaş sebeplerini haklı göstermek için abartılarak bolca kullanılmıştır. Böylece Batılıların ileri sürdüğü haklı savaş teorisi savaşılanlara karşı yerinde kullanılmıştır. Dünya kamuoyuna kendi propagandalarını böylece yaymak imkânı bulmuşlardır.

İlk başlarda; çatışma, yer değiştirme, açlık ve hastalıklardan ölen Ermeni sayısı 200.000 civarında iken, kendilerini destekleyenlerin olumlu tutumu karşısında Ermeni yazarlar bu sayıyı 1.500.000’e kadar çıkarmışlardır. 1916’dan günümüze kadar Batılı ansiklopedilerde yer alan rakamların her yıl değişerek gittikçe yükselmeleri bu sebepledir.

Ermenilerin diğer bir iddiaları da, Anadolu içindeki nüfuslarının fazla gösterilmesidir. Bu da tarihe mâl olmuş bir Ermeni yalanıdır. Anadolu’nun hiçbir yerinde Ermeniler yerleşik nüfusun çoğunluğuna sahip değillerdi.[13]

16 Şubat 1916 tarihinde Erzurum sokakları tarihe vahşeti ile geçmiş Rus ve Ermeni askerleriyle dolmaya başlamıştı.

1917 yılının Aralık ayında Ruslar geri çekilerek yerlerini tarihlerinde hürriyet havası tatmamış olan Ermenilere terk ediyorlardı.[14]

Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün iyi niyetine rağmen, kendilerine yeni toprak parçaları kapmak için Kafkaslarda ve Doğu vilâyetlerinde saldırılarını sürdüren Ermeniler, 1920 Eylül’ünde Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk ordusunun taarruzu karşısında çözülmüşler ve 3 Aralık 1920 Gümrü Barış Antlaşmasıyla Türk toprakları üzerinde hak iddia etmekten vazgeçmişlerdir. Bu antlaşmadan sonra Ermeniler tarafından girişilen bütün hareketler Devletler Hukuku’na aykırıdır. [15]

GÜNÜMÜZDE ERMENİLERİN DÜNYA KAMUOYUNU MEŞGÛL ETME GAYRETLERİ

Ermenilerin katledildiği şeklindeki iddia ve yaygaralar, gerek Amerika’ya göçen ve çok kuvvetli bir lobi oluşturan Ermeni asıllı Amerikan vatandaşlarının katkısıyla, gerekse tarihî Türk düşmanlarının gayretleriyle Amerikan Temsilciler Meclisi’nde ve Fransız Meclisi’nde Türkiye aleyhine tasarıların hazırlanması ve kabulü safhasına def’alarca getirilmiştir. 2000 yılı içinde de aynı oyun önce Amerikan Temsilciler Meclisi’nde oynanmış, Ermeni katliamı hakkındaki tasarı Temsilciler Meclisi’nde kabul edilerek Amerikan Senatosu’na sevk edilmiştir. Bunu fırsat bilen Türk düşmanları Fransız Meclisi’nde de Türkiye aleyhine bir tasarıyı kabul etmişlerdir. Aynı oyun Avrupa Parlamentosu’nda da def’alarca oynanmıştır. Ermeni asıllı Fransız vatandaşlarının gayret ve maddî ve manevî destekleriyle Fransa’da Türklerin Ermenilere karşı giriştikleri tehciri tel’in eden anıtlar dikilmiş, dünya kamu oyunu günlerce meşgûl eden şatafatlı açılışlar Fransa’nın Türkiye’ye karşı çirkin yüzünü sergilemiştir.

Bütün bu tarihî tecâvüzlerin destekçileri 1970’li yıllarda dünyanın değişik ülkelerinde görev yapan Türk diplomatlarını kahpece pusularla öldürerek güya Ermeni kanının intikamını almaya kalkmışlardır. Ermeni terör örgütü ASALA’ nın tertiplediği bu saldırı ve cinayetler dünya üzerinde tek bir Asala mensubu kalmayıncaya kadar devam etmiştir. Karşı atak Ermenileri 1984’e kadar sindirmiş, daha sonra PKK, klâsik Türk düşmanlarının maddî ve manevî desteği ile ilk defa Eruh’taki saldırısıyla tarih sahnesinde yerini almıştır. 2000 yılına kadar Türk ve Müslüman kanı akıtanlar, terörle netice alamayacaklarını anlayınca, yerli işbirlikçilerine, Türk sermayesini yurt dışına profesyonelce tertiplenen hilelerle kaçırma yollarını denemeye başlatmışlardır.

Türkiye’deki hayalî ihracat, banka sermayesini dolandırma, rüşvet kirliliğine Türk’ü alıştırma gayretleri, dün silâhla alınamayan intikamın maddî sahaya yönelmiş yeni bir uzantısı, değişik bir versiyonudur. Anadolu’da yurt tutmuş olan Türk Milleti, Haçlı seferlerinden beri, Anadolu’dan, geldiği Orta Asya steplerine geriye gönderilmeye, kovalanmaya çalışılmaktadır. Neredeyse bin yıldır Türk’e Anadolu’yu lâyık görmeyenler, ısrarla yeni oyunları sahneye koymaktadırlar. Demek ki, Türk’ün ateşle imtihanı kıyamete kadar böylece sürüp gidecektir. Sadece PKK terörünü önlemek için sarf edilen malzeme ve sair masrafların tahminî bedelinin 100 milyar doları geçtiği düşünülürse Anadolu’yu Türk’ten temizlemek isteyenlerin bu garip milletin vergilerini nasıl hebâ ettikleri kendiliğinden ortaya çıkar.

Dün Misâk-ı Millî tespitinde bin bir oyun sergileyen ve kısaca “Şark Mes’elesi” diye tarihe not düşülen Türk’ten intikam alma mücadelesi, petrolün kaynağı olan Musul ve Kerkük’ün Türk yurdunun sınırları dışında kalmasını İngiliz gizli servisine borçludur. Halen Irak toprağında görülen Musul ve Kerkük, Lozan Antlaşması’na göre Türkiye’ye bırakılmıştı.

1571’de Türk topraklarına katılan Kıbrıs üzerindeki Türk hâkimiyetini kırma gayretlerinin arkasında da İngiliz Emperyalizminin bitmek bilmez iştahı vardır. Topuk koparan mayınların PKK’ya verilmesini, üretilmesini ve “Çekiç Güç” adıyla ülkemize yerleştirilen ve Diyarbakır’daki İncirli Üssü’nde konuşlandırılan milletler arası gücün maddî, manevî ve lojistik desteği ile sevk, dağıtım ve ikmâli sağlanan mühimmatın arkasında MI5 denilen ve doğrudan doğruya İngiliz Kraliçesine bağlı olan İngiliz Gizli Servisinin kanlı yüzünün sırıttığını, Türk basınından ve yayımlanan haber ve yorumlardan anlamamak için çok saf olmak gerekir. Prens Charles’ın eşi Layd Diana’ nın ölümünün topuk koparan mayınların Anadolu’ya sevk edilmesine karşı sergilediği insanî tepkinin bir sonucu olarak gizli servislerin ortak oyunuyla Paris’te trafik kazası süsüyle gerçekleştirildiğini dün hep beraber ibretle seyretmedik mi? “Her terör biriminin kendine ait kartviziti vardır. Meselâ ‘Alından vurmak’ Nazilerin, ‘Kasıklardan vurmak’ mafyanın, ‘Trafik kazasıyla öldürmek’ Fransız ve Yunan gizli servislerinin imzasıdır. Diana’nın ölümündeki şüpheler bu yüzden hep gündemdedir. [16] Canlarından ve kanlarından bir parça olan insanları bile katleden milletler arası kan tüccarları Türk’ün terör sonucu çektiği ıstırap yüzünden akıttığı gözyaşlarını belki de keyifle seyrettiler.

İktisaden güçlü, kalkınmış, sanayileşmiş, Türk ve İslâm dünyasının lideri hâline gelmiş, iç ve dış borcu olmayan, ilâç, kimya, optik ve silâh sanayisinde üretim yapabilecek olgunluğa erişmiş, dostlarına güven, düşmanlarına korku kaynağı olabilen, fertlerinin işsizlik, eğitim noksanlığı, açlık sıkıntıları olmayan bir Türkiye, toprakları üzerinde, başta tarihin hiçbir kesitinde müstakil bir devlet, büyük bir imparatorluk kuramamış olan Ermeniler olmak üzere, hiçbir devletin hâkimiyet iddiasını yaşatmayacaktır. Çare; çok iyi eğitim almış, kendi işini kurmuş, devletine, milletine külfet olmayan, dürüst, şuurlu, Müslüman kimliğini dünyanın önüne ecdadımız gibi tekrar koyabilecek liyâkate ulaşmış, Devlet kademesini; liyâkati, ehliyeti, bilgisi, tecrübesi, çalışkanlığı, üretkenliği, dürüstlüğü, yenilikçiliği ve hakkaniyete sadakatiyle temayüz etmiş bir gençlikle yeniden donatmak, fert fert düzelerek iktisaden gelişmek, aile yapımızı ve dolayısıyla milletimizi yeniden güçlü hâle getirmekten geçmektedir.

Türk’ün İslâm’ı temsil vasfını ve İslâm’la irtibatını kesmek, Türk topraklarını ve üzerindeki ve altındaki servetlerini paylaşmak ve dolayısıyla keyiflerine göre yeni bir dünya haritası çizmek isteyen emperyalistlerin arzularını tatmin etmek için çıkarılan I. Dünya Savaşı sonunda, Anadolu bozkırında küçük bir coğrafya parçasından başka sığınılacak ve işgâle uğramamış bir vatan coğrafyası ile karşı karşıya kaldık. Lozan’da İngiliz temsilcisi Lord Curzon Türk Milleti’nin İslâm’ı temsil vasfını bırakması ve İslâm’la irtibatını kesmesi gerektiğini açık açık telâffuz edince, Lozan’a gönderilen Türk Murahhas Heyeti Başkanı İsmet İnönü’nün Baş Müşaviri Haham Naum Efendi toprak tamamiyetimizin tanınması karşılığında bu iki irtibatın kesileceği sözünü vermişti. [17] Tarihen sabit bir ibret levhasıdır.

İbrahim Hakkı Bursevî Hazretleri kitabında “Âdem Aleyhisselâm Cennetten lisan-ı Türkî ile kalk!dimek suretiyle çıkarıldı. Bu, âhir zaman tasarrufu Türk Milletine ait demektir.” diye müjde vermektedir.

Bugün, 3.500.000 nüfuslu Ermenistan, açlığın, işsizliğin, karanlığın, ümitsizliğin, belirsizliğin kol gezdiği bir ülke hâlinde, Rusya’ya bağlı, savunmasını Rusya’ya havale etmiş ve teröristlerin, Meclisinde, devlet adamı katlederek rejimi devirdikleri bir ülke konumundadır. Sade Ermeni vatandaşlarına Ermenistan Türkiye’ye girişte vize uygulamaktadır. Bu tahdide rağmen işsiz Ermeni vatandaşları için Türkiye bir ekmek ve iş kapısıdır. Türkiye’de yaşayan ve Türk vatandaşı olan Ermeniler için de ortada bir etnik, mezhep ayrılığı sıkıntısı, açlık, tehdit ve baskı söz konusu değildir. Problem çıkartanlar Ermenistan’ı idâre edenlerle, Ermenistan dışında Amerika ve Fransa’da yaşayan “Tuzu kuru” Ermenilerdir. Onları kullananlar Türkiye’nin bir ümit kapısı olarak görülmesinden hayli rahatsızdırlar. Oysa kalkınmış bir Türkiye; Türk, İslâm ve Hıristiyan âlemi için bir garanti, dünya barışının çok önemli bir mihenk noktası olacaktır.

Sanayileşmiş bir Türkiye coğrafyası üzerinde, dün olduğu gibi bugün de, niçin bir yeryüzü cenneti, huzur diyarı, insanların dostça, kardeşçe, birlikte, aynı sokakta, güven içinde yaşayabildikleri bir vasat sağlanamasın? Türk Milleti üzerindeki iç ve dış borç baskısı kalktığı, emperyalist asalakların sömürüsü sona erdiği zaman Anadolu toprağını Türk’ün, Ermeni’nin, Rum’un ve Yahudi’nin kardeşçe yaşadığı bir yer hâline, her şeye rağmen, kısa sürede, sür’atle getirmeye muktedir olacaktır. Düşmanlarımız tarihimizi bizden daha iyi bilirler, bundan emin olabilirsiniz!

2. ABDÜLHAMİD KİMDİR? ERMENİLERİN ABDÜLHAMİD DÜŞMANLIĞI NEDENDİR?

Ermeni çetelerinin öldürmek üzere Belçikalı suikastçılara ölüm emrini verdikleri II. Abdülhamid’in kimliğini ve şahsiyet özelliklerini yakinen tanımak, düşmanlarımızın sinsi faaliyetlerini ve onların arkasında sakladıkları gayelerini öğrenmek adına zarurîdir. Niçin Ermeniler durup dururken II. Abdülhamid’e düşman olmuşlardır? Kimdir II. Abdülhamid? Abdülhamid hakkında gençliğimiz ne biliyor? Abdülhamid Han 33 yıllık saltanatı süresince neyin kavgasını vermiştir? İttihatçıların zulmüne marûz kalmayı hak etmiş midir?

Abdülhamid, ıslahat padişahlarının hepsinden üstündü, farklıydı; ama yapayalnızdı! Hamle yapmasına fırsat verilmediği için, sadece mukavemet etti, edebildiğince. İttihatçılar onu düşürdükten sonra ”tanıyamamışız, keşke tanıyabilseydik!” demişlerdir. Sadece askerler değil, ulemâ da onu tanıyamadı. Eğer ulemâ bir yanında, askerler ve gençler öbür yanında olsaydı; Abdülhamid zarurî değişimleri devletin âdetâ yeniden kurulması mânâsını taşıyan bir asliyetçilik hamlesiyle aşabilir, Rumeli’nin de önemli bir kısmı elimizde kalır, Cihan Harbi’ne girmemizi gerektiren şartlar doğmaz, bambaşka bir ufuk açılırdı… Ama çevresi hep onu devirmek isteyenlerle doluydu. Masonizm, Liberalizm, Darwinizm, Buchner, Lebon, Comte, Haeckel, Nietche hayranlıkları sarmıştı ortalığı. Fikir bunlardı; aksiyon Avrupa patronajı altında darbe arayışlarından ibaretti… [18]

Abdülhamid’i deviren kuvvetin hazırladığı zemin yürüyen bir merdiven gibi kaygan bir zemin idi.[19]

Abdülhamid’i devirdiler, sonra yanına gidip “Ne yapalım şimdi?”diye sordular. Aldıkları cevaplar karşısında “Adam dört duvar arasında dünyayı bizden daha iyi görebiliyor ve düşünebiliyor.” diye hayrete düştüler! [20]

Abdülhamid Han’ın lehinde ne kadar yazılsa, konuşulsa azdır. Çünkü hakkı çok yenmiştir. Yaptıkları ve daha da mühimi “Yapabilecekken, ısrarla-inatla engel olunduğu için yapılamayanlar”, çok büyük bir titizlikle üzerinde durulması gereken hususlardır.

Sultan Abdülhamid anlaşılsa idi, vaktiyle anlaşılsa idi; Osmanlı onun zamanında yeniden dünyanın en büyük devletleri arasına girerdi. Balkan ve Cihan harpleri yaşanmadan yeni bir coğrafya ve bünye değişimini millî hüviyet içinde gerçekleştirir, Tuna’dan berisi hâlâ bizde olurdu. Belki hayâl gibi görünecek ama değildir.

İttihatçılar kendisini biraz anlasaydılar, düşürdükten sonra kısmen idrak ettikleri kadarıyla evvelce anlasaydılar, Tanzimat’tan beri âdetâ bir kör düğüm hâline gelen yenilenme mes’elesini; o suhuletle çözebilirdi. Bırakmadılar ki.

Yapayalnızdı, yalnızlığı kendisi istemiş değildi. Vehimliydi, şu-bu… Öyle olmak zorundaydı. Abdülaziz’in öldürülmesi ve Çırağan Baskını gibi korkunç olaylar yaşanmıştı… Ne fırıldaklar döndüğünü görüyor, hissediyordu.

Masonizm akımı memleketi istilâ etmişti. Padişah olarak karşı koymak durumundaydı; öyle yapınca da yalnız kaldı.

Talât Paşa itiraf etmiştir: “Keşke önceden tanıyabilseydik.” Talat Paşa, Abdülhamid’in ölümünden sonra, elleriyle yüzünü kapatıp hüngür hüngür ağlamıştır. İttihatçılar Türkiye’yi amuda kaldırmışlardır! Ayaklar tepede baş yerde! Nasıl mesafe alacaksın?! Varsa yoksa silâh, kabadayılık, vurmak-kırmak… ”Sıfır” tecrübeyle 30 yaşındaki delişmenler devletin başına geçtiler, kendilerine de, devlete de yazık ettiler. Aslında vatansever insandılar. Ama bilmiyorlardı, görmüyorlardı, anlamıyorlardı.

Kıymetleri zamanında takdir etmek lâzımdır. Tarih bunun için okunur, okumak gerekir.

Abdülhamid tab’an despot yapılı bir insan değildi. Müşfikti, merhametliydi; vakur, ama fevkalâde mütevazı idi. Barış içinde, uzlaşmayla, tesanütle, her hayırlı değişimin öncülüğünü yapabilecek fıtrattaydı. Türkiye’nin de, dünyanın da gerçeklerini, Jön Türklerden çok daha iyi biliyordu.

Abdülhamid, gerici, İttihatçılar ilerici… “Bir çaresini bulup şunu devirelim, gerekirse yabancı devletlerden yardım alıp şu gericiden kurtulalım…” Tavırları hep bu olmuştur. Düşünceleri hep bundan ibâret kalmıştır.

Abdülhamid Han 33 senelik zamanında niye medreseyi ıslâh ve ihyâ etmemiştir? İttihatçılar bile bu işi yapmaya çalıştıkları hâlde? Kendisinde mecâl bırakmadılar, şartları müsait hâle getirmesine engel oldular da ondan. Sam Yeli her yeri yalıyordu da ondan.

Kıymet bilmek, uzlaşmak, devamlılığı ve bütünlüğü koruyarak tekâmül etmek…

İşte bizim yapamadığımız iş. Batı’nın yaptığı, ama bizim Batıcılar yüzünden yapamadığımız iş!.. Tarihî zaafımız.

Her devre, her safhaya, sanki sıfırdan başlar gibi başlıyoruz. Ortada sanki dünkü nesil yok, sadece biz varız ve her şey bizimle başladı. Daha sonrakiler geliyor, onlar da aynı şeyi yapıyor… Olan, millete oluyor…

El ele, gönül gönüle verelim. Herkes gerçek yerine razı olsun; kimse üstüne düşeni yapmaktan öte bir pâye aramasın… Ama fiiliyat öyle değil. Vatan kurtulsun ama biz kurtaracaksak kurtulsun. Hayır zuhur etsin ama bizden zuhur etmeli, edeceği kadar. Etmeyecekse de etmesin… Öfke ve ihtiras rüzgârları dinince aklımız başımıza geliyor, ama iş işten geçiyor…

Biz meziyetlerimizin değil, kusurlarımızın terkibini işliyoruz. Yapılanları yapılmamış göstermek ve yapılabilecekleri yaptırmamak illetinden acaba ne zaman kurtulacağız?

19. asrın son yıllarında Amerika ile İspanya Filipinler’ de çarpışıyorlardı. Savaşı takip eden bir Amerikalı gazeteci Filipin adalarının Sulu bölgesindeki halkın Müslüman olduğunu öğrenir. Amerika’nın dışişleri yetkilileri bu bilgi üzerine Abdülhamid’e müracaat ederler. Niyetleri Sulu’lu Müslümanların İspanya’yla bir olup Amerika’yla savaşmamaları hakkında Padişahtan bir ferman almaktır. Abdülhamid Amerikan Elçisine şunları söyler: “Bu Sululular sünnî midirler? Değillerse benim Halifeliğim onlara geçmez.

Elçi şaşkına döner ve Suluların durumunu öğrenmek üzere Padişahın huzurundan telâşla ayrılır. Zaman hac zamanıdır. Mekke’de Sululu Müslümanlar da vardır. Abdülhamid telgrafla Mekke valisini vazifelendirir ve gerekli bilgiyi alır: “Sünnîdirler ve bağlıdırlar.” Mes’ele bitmiştir. Amerikan elçisi 2. gelişinde Saraydan gerekli belgeyi alır ve dünyanın öbür ucundaki Sululu Müslümanlar, Amerika’yla savaşmaktan vazgeçerler. Olayı yaşayan Amerikalı general “Halife sayesinde askerlerimiz kurtuldu.” der, Amerikan Tarih Dergisi’ndeki yazısında….

Bu olayda; mes’ûliyet, feraset, kiyaset, basiret dersleri vardır.

Bir dergide “Yahu Yine Yanılmışız!” başlığı ile Kemal Tahir’in Tarih Notlarından bölümler neşredildi. Bazı cümleleri aynen aktarıyorum: “(…) Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürge olduğunu ileri sürenler 1683 Viyana bozgunundan Birinci Dünya Savaşı’na kadar bu İmparatorluğun dünyanın en kuvvetli devletleriyle, bunların meydana getirdiği askerî birliklerle aralıksız, çoğu zaman başa baş dövüştüğünü, 1908’de beşinci kol ihanetinden sonra bile İngiliz, Fransız, Çarlık Rusyası, Amerika, Japonya işbirliğine karşı nasıl dört yıl dövüştüğünü açıklamak zorundalar.

Şunu da göz önünde tutmaları gerekir: Abdülhamid’in elinden alındığı zaman Osmanlı İmparatorluğu resmen 4.483.000 kilometre kare toprağa sahipti. Bulgaristan, Bosna Hersek, Girit, Kıbrıs, Tunus, Trablusgarp henüz İmparatorluk parçası sayılıyordu. 7000 km demiryolu döşenmişti. Osmanlı, dünyada Çarlık ordularından sonra en büyük, en güçlü orduya da sahipti.

Batılılaşmaya çabalamak da en sonunda İmparatorluğun yıkılmasıyla sonuçlanmış, bizi bugün hepimizin şikâyet ettiği zorlukların içine düşürmüştür. Batılı olmadığımız, (Batılıların ilim ve fennine değil, rezilliklerine tâlip olan bir zihniyetin peşinden koşmakla) Batılı olamayacağımız için zorluktayız. Tarihi bilmeyen bugünü anlayamaz, yarınını göremez” [21]

Siyasî kavgaların-mücadelelerin, kör inatlaşmalar hâlinde, acılar saçarak, yaralar açarak sürgit devam etmesi; bu mes’elenin önce derinliğine anlaşılamamış olmasından doğuyor.

Geçmişe bakarsak, önce şunu tespit ederiz: Kavgadan-inatlaşmalardan bu Millet çok zarar görmüştür.

Genç Osmanlılar, Jön Türkler; arasalar Abdülhamid gibisini bulamazlardı. Abdülhamid, devletin yaşamak zorunda olduğu değişimleri gören-bilen-anlayan insandı. Bu işin bir denge içinde, özü zedelenmeden çatlaklara-parçalanmalara yol açmadan, tekâmülcü hamlelerle gerçekleşmesi lüzumunu gayet iyi kavramıştı. Değişmemesi gerekenler değişecekti. Bunun için de hem muhafazakâr, hem hamleci olmak lâzımdı. Buna mukabil Genç Osmanlılar ve İttihatçılar sadece aksiyoncu idiler. Mes’elenin fikrî yönünü dikkate almıyorlardı. Vurmak-kırmak-yıkmak taraftarıydılar. Neyi nasıl inşa edeceklerini akıllarına bile getirmemişlerdi.

Aslında vatanseverdiler, aralarında bir köşeye çekilip “Vatanı nasıl kurtarırız?”diye ağlayanlar çoktu. Canlarını fedâ etmeye hazırdılar. Fakat samimiyet yetmez, şuur, basiret, bilgi-düşünce-istikamet lüzumluydu. Koştular, vurdular, kırdılar. Sonunda hüsranla karşılaştılar. Ama kaybeden milletti. Nesillerdi, hepimizdik. Balkan Harbi’nde orduya politikanın girmesi yüzünden politikayı icra etmesi gerekenlerin politikadan-diplomasiden anlamaması yüzünden kendi kendimizi yendirdik. Cihan Harbi ona bağlı olarak doğdu ve gelişti. Şayet Abdülhamid anlaşılsaydı, Talât Paşa’nın ifadesiyle, “Her şey harap olmadan önce” anlayabilseydiler, bambaşka bir manzara teşekkül ederdi…

Biz her şeyi içte kaybediyoruz, kendi kendimizi yaralıyoruz, kendi açmazlarımızı kendi ellerimizle hazırlıyoruz. Dış tesirler, müdahaleler, tertipler, sömürüler sonraki mes’eledir. Sömürülecek hâle geleni herkes sömürür. Oynanacak hâle gelenle herkes oynar.

1929 Amerikan buhranı için ünlü bir tarihçi “Olaylara takaddüm edici vasıfta liderlerin yetişmemesi günlük çalkantıları sahipsiz bıraktı. Muayyen neticelere doğru cemiyet, bile bile, göre göre sürüklendi.” demiştir. Bu teşhis tarih boyunca yaşanmış birçok dönemler ve dönemeçler için doğrudur. Aynı tarihçi-yazar “Öncelikler şuurunun kaybolması en basit tedbirlerin dahi gerçekleşmesini imkânsızlaştırdı.” diyor.[22]

“Osmanlı Devleti’nin 700. Kuruluş Yıldönümünde Sultan II. Abdülhamid Dönemi” panelinin açılış konuşmasını yapan Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE, II. Abdülhamid’i ”tek kelimeyle bir derviş” şeklinde nitelendirerek, ”Derviş Hamid üslûbunu, milletin kendisine itaatinde önemli bir unsur olarak kullanmıştır.” dedi.

Prof. Ahmet Akgündüz, ‘II. Abdülhamid Döneminde Hukuk Devleti Anlayışı’ konulu tebliğinde Padişah’ın Batılı kanunları İslâmîleştirdiğini belirterek şunları söyledi: ‘Abdülhamid’in Avrupa’dan tercüme edilen Kanun-u Esasi’yi maharetle İslâmîleştirmesi, ‘Kur’an hükümleri varken anayasa yapılır mı?’ tartışmalarının yaşandığı günümüze ışık tutacak bir icraattır. Tercüme Anayasayı aynen kabul ederse halkıyla karşı karşıya gelecek. Çünkü İslâm’a aykırı hükümler var. Etmese saltanatı tehlikeye girecek. İslâm âlimlerinden aldığı raporlarla tashih ve tâdil ederek anayasayı kabul ediyor’

 

ABDÜLHAMİD DEVRİ BİR İSTİBDAT DEVRİ MİDİR?

Dönemin hukukî düzenlemeler açısından çok zengin olduğunu kaydeden Akgündüz, “İstibdat devri” ithamlarının, muhalifi İttihatçıların görüşü olduğunu kaydederek, “M.Akif ve Bediüzzaman gibi âlimler Abdülhamid devrine ‘cüz’î istibdat’, İttihatçıların devrine ise ‘küllî istibdat’ demişlerdir şeklinde konuştu.

Prof. Öke’nin “Derviş Padişah” tanımını teyit eden Akgündüz, Abdülhamid’in Kadirî ve Nakşî tarikatlarına bağlı, samimî bir Mü’min olduğunu hatırlatarak, “Halkın tamamı seviyordu. Araplar âşıktı, Arnavutlar bağlıydı, Kürtler ‘hamimiz’ diyor, Türkler ‘Türk Milleti’nin yetiştirdiği bir idâreci’ diyordu. Azınlıklar da memnundu. Karşı koyanlar, okumaları için Avrupa’ya gönderilen gençler, ordudaki bazı genç subaylar, Filistin’i vermediği için Yahudiler, Müslümanları kırdırmadığı için Ermeniler, kendilerine direndiği için İngiliz ve Fransızlar idi.” diye konuştu. [23]

Abdülhamid, devleti ayakta tutmaya çalışıyordu. “Adem-i merkeziyeti kabul etmesi devletin bitişini ilân etmesi demekti.” Ancak bunu ne Mithat Paşa, ne de İttihatçılar görebildiler.[24]

Türkiye, 35 ülke arasında yapılan yolsuzluklar ve yolsuzlukların ülke ekonomisine verdiği zarar araştırmasında 4’üncü sırada yer alıyor. Terör ve ‘irtica’ bu utanç verici çarpık gerçeğin üzerini örtmek için kullanılıyor. [25]

İttihatçıların irtica yaygaraları da devleti ele geçirme adına ortaya atılmış safsatalar malzemesi değil midir?

Şimdiye kadar yapılan ilmî tespitlerin ortaya koyduğu hakikate göre, Ermeni tehciri iddiası hakkındaki “(…) suçlamaları haklı kılacak tek belge yok. Olsaydı şu güne kadar (ortaya) çıkarmazlar mıydı? Mümkün mü bu? O kadar âciz durumdalar ki, İngilizlerin emrindeki Nemrut Mustafa Divan-ı Harbi’nin kararlarına sığınmak istiyorlar.

Batı bize soykırım kavramını bile aşan bir vahşetle, âdetâ ‘Millî Kırım’ uygulamak istiyor. Millî Kırım, yani milleti oluşturan ne varsa kırmak.

Batılı pek değişmedi. Hattâ Victor Hugo’nun ‘ılımlı cinsinden bir alçak! En tehlikelisi de budur!’ tanımlamasını düşündüren tarzda, sahnelediği eski cinayetleri bile geride bırakan entrikacı müdahaleleriyle daha da beterleşen sömürü teknikleri geliştirdi. Ruh cellâtlığı yönü de bunlardan biridir. Bizi 1970’li yıllarda, boğazlanmaya götürülen bir koyun gibi kıskıvrak bağlayan o Batı’dır…” [26]

“Abdülhamid Han eğitim ve öğretime olağanüstü önem verdi. Çok mesafeler alınmasına rağmen iç ve dış gaileler dolayısıyla Batı ile aramızdaki uçurum kapanmadı; ecdadımızın kahramanca direnmelerine rağmen bu uçurum devletimizi alıp götürdü.” [27]

Ermeniler 1915’de ölen Ermeniler için fırtına kopararak 2001 yılında topraklarından uzakta yaşamak zorunda bıraktıkları bir milyon Azeri’yi dünya kamuoyu nezdinde bütün insanlığa unutturmaya çalışıyorlar.

Günümüzde Ermeniler tarafından profesyonelce yürütülen geçmişi istismar kampanyası Ermenistan’a zarar verecektir. Dünya asıl gerçeği er veya geç görecektir. Türkiye’nin bu hakikati ortaya çıkarmak için profesyonel ve koordineli bir karşı kampanya yürütmesi gerekir.

Sözde soykırım tasarılarını kabul eden ülkelere karşı Türkiye tarafından uygulanan ekonomik müeyyidelerin de uzun vâdede yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesine engel teşkil edecek büyük zararlara yol açabilmesi ihtimâl dâhilindedir.

Ermenilerin yürüttüğü soykırım kampanyası Yukarı Karabağ mes’elesinden soyutlanamaz. Günümüzde Ermeniler, ölü Ermenilerden bahsetmek suretiyle diri Azerileri unutturmak istiyorlar. Karabağ’daki topraklarından Ermeniler tarafından kovulan bir milyon Azeri hâlen zor şartlarda göçmen olarak hayatını sürdürüyor. Aslında Ermeniler günümüzde 1915 olayları hakkında gürültü kopararak bugün Karabağ’da yaşanan trajediyi ve katlettikleri Azerilerin dramını örtmek istiyorlar. Ermeniler tarafından yürütülen bu başarılı kampanyalar sayesinde dünyada bugün kimse Azerilerin çilesinden, mağduriyetinden ve göçmen Azerilerin sefaletinden bahsetmiyor.

Türkiye, Ermenistan ile sınırlarını açarak ticarî ilişkileri başlatsa acaba Ermenilerin Türkiye aleyhine yürüttükleri kampanyaların önlenmesine katkı sağlayabilir mi? Türkiye’nin böyle bir işe girişebilmesi için Türkiye sınırlarının Ermenistan tarafından tanınmış, kabul edilmiş olması gerekir. Oysa Mart 2001’de Ermenistan Türkiye’den Kars ve Ardahan vilâyetlerini resmen istedi. Yani Ermenistan hâlâ Türkiye’den toprak talebinde bulunuyor. Çok cılız tepkilerle geçiştirilen bu talepler, sınırlarımızın Ermenistan tarafından tanınmaması, Karabağ toprağının hâlâ işgâl altında tutulup sınırlarının tanınmaması, ortada bir hakikatken Türkiye’nin tek taraflı irade beyanıyla ve jest yaparak Ermenistan’a sınırlarını açmasının bir anlamı olamaz. Ermenistan Türkiye’den özür dilemeli ve taleplerini reddetmelidir.

Çicero “İhtiyarlık” isimli eserinde “En büyük devletler gençler tarafından yıkıma sürüklenmiş, ihtiyarlar tarafından kurtarılmış ve kalkındırılmıştır.” [28] der. Bu hayat tecrübesinden süzülen hakikatin en iyi misâllerinden birisi de, ne yazık ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun âkıbetidir. Enver, Talât ve Cemal Paşaların Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderine hükmetmeye başladıklarında tecrübeleri, yaşları devlet idâresinde ihtiyaç duyulan yeterlilikte değildi. 4.483.000 km2’lik Osmanlı toprağını on yılda tasfiye edip düşman işgâline uğramadık birkaç vilâyet bırakmak ve bir milleti yokluğa, savaşa, sıkıntıya ve mahva uğratıp ardından istiklâl mücadelesine mahkûm etmek bu üç zatın ihtirası, hırsı, makam ve mevki doyumsuzluğu ve dünyaya tamahının sonucu değil midir?

NETİCE

Halen Ermeniler “Büyük Ermenistan”ı kurma idealinden vazgeçmemişlerdir. Rusya, hâlâ sıcak denizlere inmenin hesabı içerisindedir. Yunanistan, “Megalo İdea” gayesinden zerre kadar vazgeçmemiştir. Ve İslâm âleminde İran, tek başına liderliğini sürdürmenin gayreti içerisindedir. Mısır’ın Arap âlemi içinde liderlik yarışı herkesin mâlumudur. Suriye, basit su mes’elelerini bahane ederek, her türlü düşmanımızla ittifak etme peşindedir.

Türkiye bir ateş çemberi içersindedir. Her günkünden daha ziyade bugün milletimiz, Kuva-i Milliye ruhu ile bir araya gelmenin zaruretini yaşamaktadır.

Zaten birliğimiz; hem dinî ve hem de millî mecburiyetimizdir. [29]

 

Not: Bu makale, Yeşilgiresun Gazetesi’nin 27.02.2002, 28.02.2002, 01.03.2002-07.03.2002 tarihli nüshalarında yayımlanmıştır.

 

 

Ekrem YAMAN

Çanakkale Vali Yardımcısı


[1] Zeki BAŞAR, Ermenilerden Gördüklerimiz, Atatürk Üniversitesi Yayın No: 354, Ankara, Ankara Basım ve Ciltevi, 1974, s. 30.

[2] A.g.e., s. 131.

[3] M. Philips PRİCE, Türkiye Tarihi (İmparatorluktan Cumhuriyete Kadar), Çeviren: M. Asım MUTLUDOĞAN, Tisa Matbaacılık Sanayi Tesisleri, s. (179-180).

[4] Abdülhamit’e Verilen Jurnaller, s. 88.

[5] Altan DELİORMAN, Türklere Karşı Ermeni Komitecileri, Boğaziçi yayınları: 2, İst., Garanti Matbaası, 1973, s. (58-59).

[6] Fahri BELEN, 20 nci Yüzyılda Osmanlı Devleti, İstanbul, Yükselen Matbaacılık Limited Şirketi, s. 220

[7] A.g.e., s. 208.

[8] A.g.e., s. (61-62).

[9] Necibe SEVGEN, ”Nasıl Sömürüldük? Sarraflar,” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 13 (Ekim 1968), s. 46.

[10] Mücteba İLGÜREL, “Adalar Denizinde Rum Korsanları,” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 16 (Ocak 1969), s. 62.

[11] PRİCE, s. (60-61).

[12] Hayri MUTLUÇAY, “Yakın Tarihimizde İlk Sosyal İktisadi ve Teknik Kalkınma Planı,” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 19 (Nisan 1969), s. 5.

[13] Hasan KÖNİ, “Ermeni Meselesi Üzerinde Bazı Görüşler,” Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 277 (Mayıs 1986), s. (273-285).

[14] Selçuk KANTARCIOĞLU, “12 Mart 1918’in Düşündürdükleri,” Milli Kültür Dergisi, Sayı: 44 (Mart 1984), s. (32-35).

[15] KÖNİ, A.g.m., s. 285.

[16] Ferhat BARIŞ, “Şüphenin Kıvrımlarında,” 15 Mayıs 2000 tarih ve 12742 sayılı Zaman Gazetesi, s. 6.

[17] Burhan BOZGEYİK, Doğru Tarihe Doğru, TİMAŞ Yayınları: 271, Yazılamayan Yakın Tarih Dizisi: 20, 2. Baskı, İstanbul, TİMAŞ Basım Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi, 1997, s. (59-60).

[18] Ahmed SELİM, Dünya İslam’a Muhtaç, 2. Cilt, TİMAŞ Yayınları: 99, Fikri Eserler: 22, İst., Yaylacık Matbaası, 1991, s. (186-187).

[19] A. SELİM, A.g.e., s. 201.

[20] SELİM, A.g.e., s. 203.

[21] SELİM, A.g.e., s. (204-208).

[22] SELİM, A.g.e., s. (310-312).

[23] Onur KAYA’ nın Haberi, “Derviş Padişah II. Abdülhamid,” 7 Şubat 2000 tarih ve 12644 sayılı Zaman Gazetesi, s. 14.

[24] Ahmed SELİM, “İşimiz Çok Zor,” 17 Nisan 2000 tarih ve 12713 sayılı Zaman Gazetesi, s. 4.

[25] İdris GÜRSOY, “Gerçek Failler Derinlerde,” 30 Ocak 2001 tarih ve 13002 sayılı Zaman Gazetesi, s. 6.

[26] Ahmed SELİM “Ne Zaman Ayılacağız ?,” 8 Şubat 2001 tarih ve 13011 sayılı Zaman Gazetesi , s. 4.

[27] Mehmet Niyazi ÖZDEMİR, “İlim ve Siyaset,” 8 Mayıs 2000 tarih ve 12734 sayılı Zaman Gazetesi, s. 13.

[28] Cicero, İhtiyarlık, M.E.B Yayınları: 976, Batı Klasikleri: 35, 4. Baskı, Çev: Ayşe SARIGÜL, İst., Milli Eğitim Basımevi, 1990, s. 22.

[29] Haydar BAŞ, Dinî ve Millî Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler, 2. Baskı, İcmâl Yayınları: 29, Temel Eserler Serisi: 11, İstanbul, Baş-Er Matbaası Ltd. Şti., Haziran 2000, s. 324.