MÜSLÜMANLARIN KAYBETMEDİKLERİ BİR TEK NELERİ KALDI? HAYÂLARI… KORKUYLA KARIŞIK HAYÂ DUYGULARI…

Cumhuriyet döneminin en büyük yazar ve şairlerinden biri olan Sezai KARAKOÇ’un lise yıllarında okuduğum Kıyamet Aşısı isimli eserini 58 yaşından sonra yeniden okudum. Yazımın başlığına çektiğim ilk soruyu kitapta görünce dün Müslüman neydi, bugün nerelerde sorusunun cevabını vermek üzere aşağıdaki satırları istifadenize sunma mecburiyetini hissettim. Sezai KARAKOÇ, eserinde çok derin bir vukufla Müslüman’ın özelliklerini sıralıyor.

“Müslüman, Yaratıcıya teslim olmuş kişidir. Her ân O’nun kıyametine de kendini teslim etmeye hazır kişi…

Müslüman, vücudunda bir kıyamet taşıyan, ötenin sarsıntısını duymamış kişilere bir kıyamet aşılayan ve onları en şiddetli bir kıyametle sarsan bir kıyamet adamıdır.” [1]

“Muhyiddin-i Arabi Hz.leri, aya fazla bakılmamasını öğütler. ‘Ay ışığı yüze zehir, fakat sırta şifadır.’ der. Aslında, bu zehir, zehir değil, şifanın şiddetle ve ansızın yoğun olarak gelişinden doğma bir çarpılıştır. Güzelliğin şiddetli çarpmasıdır ay çarpması. Kur’an, sûre sûre, ayet ayet değil, de, birden bütünüyle inseydi, insanlık Onun güzelliğinden, belâgatından mahv olmaz mıydı dersiniz?

Ey batılılar, ey ay yüzünden mahrum olanlar! Müslüman’ın kalbiyle oynamayın. Olur ki, onun (X) ışınlarından daha kudretli olan kalp ışıklarının öldürücü etkisini alırsınız. Bırakınız, ey Avrupalılar, yüzünde ve yüreğinde her an bir ay bölünen, bir şakkulkamer mucizesi vuku bulan Müslümanların iyileştirici ışıkları sırtınıza vursun, size şifa olsun ve sizi diriltsin. Sonra oradan yüzünüze sızan, size ve bize yetecektir.” [2]

“Birinci Cihan Savaşı’na her topluluktan insan katıldı. Ondan dönenlere sorunuz: Size bir Müslüman’ın anlattığını, ne bir Fransız, ne bir İngiliz, ne bir Alman, ne bir Rus, ne bir Amerikalı anlatabilecektir. O, İkinci Cihan Savaşı’nı bile birincisinde görmüş ve yaşamıştır. İçinden de en çok yaralanan odur. O kendi ölçüsündeki miraç bilgisiyle bilir bunu.

Peygamberin iki büyük mucizesinin sırrı da Müslümanlardadır. Ayın bölünmesi ve miraç mûcizesi. Şimdi insanlık sadece madde alanında bu iki mûcizenin sırrını arıyor, göğe çıkmak ve Ay’a ulaşmak istiyor. Müslüman’daki bir gece yolculuğunun izlerini, miraç izlerini ilk ipucu olarak alsaydı, bu arayış, bir mutluluk olabilirdi.” [3]

(Dünyada son) “Rövanş Müslüman’ındır, İslâm’ındır. Rövanş bizimdir. Rövanşı gabya inananların alacağı bir gerçektir.

Müslüman, gaybın armağanları ve imtihanları arasında, umut ve korku arasında durmadan ilerleyendir. Bedir, gaybın armağanının, Uhut, gaybın imtihanının ağır bastığı model savaşlardır. Hendek’teyse, armağan ve imtihan tam bir dengededir.” [4]

Biz, birkaç yüzyıldır, hicret köprüsünü yıktık. İçimizdeki Mekke ve Medine birbirinden koptu. Kişiyle toplum arasındaki birbirine göç ediş mimarisi çöktü. Ahiretin bu dünyadaki izi olan hicret adamı özelliğini anlamaz olduk. Bu dünyaya yerleşmek istedik. O yüzden bir sürgüne mahkûm edildik. Kendi kendimizden sürgün edildik. Çağdan sürüldük. Kendi ülkemizde sürgünüz şimdi.[5]

“Müslüman’ın nimetleri kutludur. Müslüman, nimetleri kutlu bilir.

Hiçbir kullanılma değeri kalmasa da, yerde bir kuru ekmek parçası görse, bir Müslüman’ın onu kaldırıp ayakaltından kurtarması geleneği, yalnız bizim medeniyetimizde görülen bir saygı örneğidir ve bu gelenek ne güzel bir gelenek ve ne güzel bir örnektir! Hele o ekmek parçasının bütün nimetlerin sembolü olduğu düşünülürse…

Müslüman, nimetlerde gök sofrasından (maideden) bir iz bulur. İşte belki de bundan, Cennet nimetleri, yine de, Kur’an’da dünya nimetleriyle canlandırılmaktadır.

Batmakta olan bir topluluğun içinden çıkan gerçek bir önder, bir nimettir. Peygamberler, veliler, kahramanlar, şehitler ve gaziler, hep nimettir insanlığa. Asker bir millete bir nimettir. Biraz da bundan, askerlik ocağı kutludur.

Yahudi, kadri bilinmeyen bir nimetin çarptığı bir ırktır.

Müslümanların çöküş yıllarında, nimete verilen değer, en mücerredinden en müşahhası olan ekmeğe doğru bir küçülme, bir büzülme, bir gerileme belirtir. Git gide yalnız ekmeğe olan saygı kalmış, öbürlerine olan saygı ortadan kalkmıştır. İşte, şimdi, yeniden, ekmekten başlayarak, en mücerred nimetlere doğru gelişen bir nimet değerlendirmesinin çığırını açmak zorundayız.” [6]

“Müslüman her zaman Allah’ın huzurunda! Namazda da, namazın dışında da, iyilik işlerken de, suç işlerken de. Kalbinin huzurla doluşu da, günahını en şiddetli bir acıyla duyuşu da bundan! Onunla içten ve dıştan çevrilmiştir. Bir bakıma bir köle gibi eli kolu bağlı, bir bakıma zırha bürünmüş bir savaşçı gibi kendisini çevreleyen kudretten ötürü hür. Müslüman, ışığa batmış bir kitap gibi Allah huzurunda olmaya batmıştır. Eşya, dünya, toprak, gök ve insan, O’nun sesiyle ve varlığıyla dolu, O’nun dileğiyle ve gücüyle ayakta durmaktadır: her an bunu duyandır Müslüman. Onu her an görüyormuşçasına ve O’nun tarafından her an görüldüğünü duyuyormuşçasına O’na inanmak: işte Müslüman bu inancı taşıyandır. Tasavvuf, vahdet-i vücud ve şühud, bu sürekli huzurda oluştan doğuyor.

Şehit, O’nu daha yakından görme uğruna, ana kaynaktan akan suyu kana kana içmek için baş veren bir aşk kurbanıdır.

Ölmeden önce ölmek’, huzurda olduğunun, mahşerde ayağa kalkan ölülerin farkına vardığı gibi farkına varmaktır. Şeriat, emr-i bilmârûf, nehy-i anilmünker, huzurda olmanın âdâbıdır.

Müslüman’ın kalbi, huzurda olmaktan derindir. Müslüman, bundan ötürü sürekli olarak diridir. Bir batılı gibi betonlardan fışkırmış teknik bir hayalet değildir.

Allah’ın huzurunda olmanın çilesini çeken ve sonunda da öz sevgisini duyan, yalnız Müslüman’dır. Hıristiyanlıkla Yahudilik, Allah’la insan arasına bir duvar ördüler, ama yalnız kendilerini ördüler bir duvarla ve kendi kendilerini kapattılar.

İslâm’sa, Allah’la insan arasına ne konulmuşsa, engel olarak ne dikilmişse, onu yıkan, devirendir. İnsanın kafasına, kalbine ve ruhuna girip orada dikilmiş putları da yıkan ve devirendir. Ta insan kendini huzurda buluncaya kadar..” [7]

“Müslüman, tekrar ayağını Arza bas! Çünkü Arz, her zamandan çok bugün sana muhtaç. Ya yeraltındasın, ya gök katlarının kıvrımları arasında. Sen ayağını bu yaşlı dünyanın bağrından çektiğinden beri, o titreyişler, sarsıntılar, korku ve hey heyler içinde. Tekrar ayağını bas ki, dünyanın kalbi, bu düzensiz çarpıntısını durdursun. Yer yerine otursun. Çırpınan bir kurbanın birden sükûna kavuşması gibi sükûna kavuşsun ve senin kurtarıcı keskin bıçağına teslim olsun. Çünkü dünya bir kurban gibi teslim olmadan, kurtarılamayacak ve dirilişe eremeyecektir.

Yüzyıllardır Tarihten çıkmaya çalışıyorsun. O da adeta seni kendinden atmaya çalışıyor. Fakat ne senin bu korku ve kaçışın, ne Tarihin sana bütün kapıları kitleyişi ve sadece kaçış yolunu açık tutuşu sağlıklı bir çözümdür. Sen, Arzın kalbisin. Sen gidersen Arz, durmuş bir saate ve kalbe dönecektir. İnsanoğlu Rönesans’tan bu yana, hep, zamanı mekâna çevirmekten başka bir şey yapmıyor. Aradığı sırrın özü bu: ne yapmalı da zaman, biraz daha eşyaya çevrilsin? Bütün derdi bu son çağlarda insanın. (Ey Müslüman!) Mekânı bile zamana çevirmiştin, şimdi nerdesin?

21. yüzyılın beklediği kimse değil, sensin.

Geri gelmen çetin olacaktır belki. Ama gelmek zorundasın. Gelecek zaman sana gebedir, sen de ona gebesin. Doğum sancısına katlanmayı göze alamayan ana, hiçbir zaman doğuramayacaktır. Sen her türlü doğum sancısına katlanacak güçtesin.” [8]

“Bizim için çalışan tarih çizgisi, bir toplum rengi, bir sosyal doku imkânı kalmadı mı? Tarihin yaprakları hep şeytanın sarartıcı soluğuyla çevrilip duracak? Makinalardan, kandan ve tabiatın sadece döllendirici yanına, sayı ve hacimce artış durumuna ayarlanmış bedenlerden yükselen şarkı arasında başka bir sese, ruhun sesine yer kalmadı mı?

Katmerlenen, kendi içinde birkaç kere katlanan şehirleriyle, Arzın boynuna yağlı ve kara bir urgan gibi dolanan asfalt yollarıyla, seslerin, insanoğlu biçiminin, renklerin bile mahremiyetine sokulan ve bekâretini tanımayan sinemaları, televizyonları, radyolarıyla, kalbimizin titreyişini bile çizmeyi beceren elektrik kalemi tıbbıyla, dünya hangi imaja doğru, hangi insanın doğumuna doğru yol almakta ve hangi zamanın doğum sancısını çekmekte?

Fildişi yüzlü Amerikalı, çavdar suratlı Çinli, kahve çehreli zencisiyle çağımız eski dünyaya hangi ortak duyguyla bağlanabilecek?

Hangi yönden bakılırsa sorularla çevrili bir dünyada yaşıyoruz?” [9]

Avrupa’nın en büyük korkusu kendisindendir,
kendi kültürünün karanlık köşelerindendir.

Her millet ayrı problemler içinde kıvranmaktadır. Bütün Avrupa, Amerika’yı kendi kültüründen türeme de olsa, İncil’deki kıssanın benzeri olarak, aile yuvasını terk etmiş, sonradan da elde ettiği tarihsiz ve ruhsuz imkânlarla uzaktan hegemonyası altına almak isteyen bir ‘müsrif oğul’ olarak görüyor ve gururu ona başvurmasına engel oluyor.[10]

Müslümanlar bir bakıma her şeylerini kaybettiler. Yalnız utangaçlıklarını yitirmediler. Hatta kendilerine yalnız bu utanma kaldığından mıdır nedir, bunda, kendi içine kapanacak ve meydanı İslâm’ı sabote edenlere bırakacak kadar aşırıya gittiler.

Bu utancın sınırı, utanmanın da yalnız Allah’ın rızasını kazanmak için olmasıdır. Yoksa Allah düşmanından utanmak, utanmak değil korkmaktır. Böylesi bir korkuysa, utançtan ayrılmayan inancı da dinamitlemek demektir. Allah düşmanından utanmak yok, onu en şiddetli bir şekilde utandırmak vardır.

Yeni yetişen Müslüman gençlik, bir yandan, utanmanın bu hastalıklı derecesine varmış olanıyla, bir yandan da farkında olmadan, batıdan gelen utançtan mahrumluk duygusuyla şartlanıyor. Bu birbirine zıt iki psikolojiyi birden yaşamanın med ve cezri arasında sallanıyor. Bu dediğimiz, küçük bir otokritiktir. Zaten, utanç sahibi olma, sürekli bir otokritik demektir.

Bize gerekli olan, bir yanında vekâr, bir yanında alçakgönüllülük, bir yanında inanç, bir yanında İslâm, bir utanç dengesi.[11]

Ölüme doğru koştuğu bu son çağlarda İslâm toplumu tam ölmemişse ve hâlâ yaşıyorsa, bunu gelip gelip dirilten ramazanlara borçludur geniş ölçüde.

Ve bir gün tam dirilecekse, bu da, yine bir ramazanda başlayacaktır, ramazanla başlayacaktır.[12] 27.08.2012

 

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 02.10.2012, 09.10.2012 tarih ve 462, 463 sayılı nüshasında yayımlanmıştır.

 

 

 

Ekrem YAMAN

Sinop Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com.tr

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr



[1] Sezai KARAKOÇ, Kıyamet Aşısı, Diriliş Yayını: 3, Fatih Matbaası, 1968, s. 7.

[2] KARAKOÇ, A.g.e., s. 15.

[3] KARAKOÇ, A.g.e., s. (17-18).

[4] KARAKOÇ, A.g.e., s. 20.

[5] KARAKOÇ, A.g.e., s. (23-24).

[6] KARAKOÇ, A.g.e., s. (28-30).

[7] KARAKOÇ, A.g.e., s. (34-36).

[8] KARAKOÇ, A.g.e., s. (40-41).

[9] KARAKOÇ, A.g.e., s. (64-65).

[10] KARAKOÇ, A.g.e., s. (67-69).

[11] KARAKOÇ, A.g.e., s. 39.

[12] KARAKOÇ, A.g.e., s. 79.