TÜRK MÛSİKÎSİ VE OSMANLI MEDENİYETİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ 2

Şair, “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sedâ imiş[1] diyerek dünyanın hâlini tarif ediyor. Birçok insan, tekdüze hayatları ve gelişmemiş özellikleriyle, niçin yaşadıklarını bile bilmeden bu dünyadan göçüp gidiyor. Fakat bu insanlara da, yeryüzüne de şekil veren insanlar da vardır ki, bunlar, san’atkârlardır. San’at bir ilham gerektirdiği kadar, o ilhama mazhar olmak için çalışmak ve iktisap da gerektirir. Okumak, mâlûmât, tefekkür, nazar bu iktisabın önemli unsurlarındandır. İşte, bütün bu gayretlere ait olan ilhamla neticede bir eser ortaya koyma diyebileceğimiz san’at, sormadır, aramadır. Bu arayışın sonunda hassas kalpler farklılıkları hemen hissederler. Kâinatı başka bir boyuttan seyredenlerin elbette bizden farklı olarak sezdikleri değişik yönler mevcuttur. Tabiatı bin telli bir mûsikî âleti gibi yaratan ve her mevsim o bin telli mûsikî âletinden bize eşsiz besteler sunan büyük san’atkâr, ağaçların demdemesi, suların şırıltısı, yağmurun çisiltisi, taşların tıkırtısı ve bülbülün şakıması sayesinde o konçertonun esrarlı birer notasını her zaman dikkat nazarlarımıza verir. Bazen güzel bir şiir, zengin bir nesir, ince bir motif, lâtif bir tezhip, gürül gürül bir kahramanlık destanı, iyi dramatize edilmiş bir hikâye, beşerî heyecanlarımızı haykıran bir mûsikî nağmesi bizi o kadar coşturur ve heyecanlandırır ki, görüp duyduğumuz ses hevenkleri ve değişik objeler tıpkı bir meltem gibi dört bir yandan rûhumuzu sarar, bizi büyüler, güzelliklerin sihirli âlemine çeker ve bize ötelerden güftesiz-bestesiz ne nağmeler, ne nağmeler duyurur.

Sultanahmet Camii’nin yanına ne yapabilirsiniz? Ancak baraka yapabilirsiniz. Tek başına Türk Halk Müziği’nin yanına ne Latin Müziği ne de Batı Müziği yaklaşabilmiştir. Biz de, dünya da bunun farkında değildir. Bu memlekette taksi şoförü bile radyoda çalınan bir san’at müziği şarkısının makamını bilecek kadar müziğe karşı yakın ilgi içindedir. Müzisyen Ata bu tespiti 1985’de İstanbul’da bir taksi ile hareket hâlinde iken yapmıştır. TRT 4’de “Türkü Şöleni” isimli programda kendisinden dinlediğim bu tespit şöyledir:

Ata ve bir arkadaşı takside giderken radyoda dinledikleri bir şarkının makamı hakkında aralarında konuşurlar. “Okunan şarkı Hicaz makamındadır” diyen Ata’ya taksi şoförü müdahale der ve “Evlâdım! Şarkı Hicaz makamında değil, Karcığar makamındadır!” der.

Türk milleti âlim değildir, ama âriftir. Kendi değerlerine saygılıdır, sadece yeri geldiğinde yanlışlara müdahale eder.

“Tarihimizin tamamı başarı ve güzellikler resm-i geçidi değildir. Hiçbir milletin de pürüzsüz bir geçmişe sahip olduğunu düşünemeyiz. Bununla birlikte millî tarihimizde çok sayıda övünülüp, iftihar edilecek örnekler, coşkuyla hatırlanacak, farklı yönleriyle öne çıkarılacak şahsiyetler bulunduğuna da hiç şüphe yoktur.” [2]

Osmanlı, tantana ve gösterişe girmeden, şan-u şöhretle zehirlenmeden toprakla bütünleşti, cihanları ve gönülleri fethetti.

Türk Mûsikîsi, millî kültürümüzün önemli bir unsurudur. Bizim mûsikîmizin Türklük kadar eski bir tarihi vardır. Bir millet ancak kültür unsurlarının canlı tutulmasıyla yaşar ve pâyidâr olur. Türk San’at Mûsikîmiz, hiçbir zaman eskimeyen eskilerimizden biridir, tıpkı Mehter gibi. Türk Mûsikîsi eskidir diye korkmayın, girin bu kapıdan! Kapı eski olsa da rûh her zaman yenidir.

Kabiliyetler, mevsimlik meyvelere benzerler. Ancak kendi atmosferlerinde olgunlaşır, semere verirler. Yaşamak, sadece görüp bilmek, yiyip içmek, gezip eğlenmek değildir, aynı zamanda duyup hissetmektir. Aslında her insanın gâyesi biraz da ölümsüzlük değil midir?

Ebed isterim ebed! Ebede namzet,

Ezelî güneş! Bana da rahmet et!..

Mısralarını aslında her insan hayatında tekrarlar durur. Çünkü özümüz her zaman ebede, sonsuza hasrettir.

Medeniyet, şayet bir milletin kendi mevcudiyetini anlatmaksa, bu muhteşem hutbenin malzemesi, o milletin ilmî, ahlâkî ve sınaî eserleri olmalıdır. Zira sosyal hayatın bize kazandırdığı terbiye ve çeşitli hüner ve san’atlar medeniyete bir şekil verir, ahlâk da belâgatlı bir lisan olarak onu ilân eder.

Osmanlı devirlerinde san’atın imana refakati sayesinde, bu muhteşem dünya; şâha kalkmış mâbetleri, şahâdet parmakları gibi öteleri gösteren minareleri, her biri başlı başına birer mesaj sayılan mermerlerin alınlarındaki mübarek desen ve motifleri, çeşit çeşit had san’atları, pırıl pırıl tezhipleri; solmayan işlemeleri ve kelebek kanatları kadar güzel nakışlarıyla seyrine doyulmayan bir güzellikler galerisi hâline gelmişti… Bu fâni dünyaya gelen herkes bir gün elbet öbür âleme gidecek; ama kimileri şanlı soyumuz gibi gönüllerimizde en tatlı hâtıralar bırakıp öyle göçeceklerdir.

Beste, sabır işidir. Beste, bestekârın özündeki acının, ıstırabın, alevlerin bir izdüşümüdür.

Milletin kültürü ve rûh kökü ile bütünleşmiş, onu en ideal çizgide temsil sırrına ermiş gönül erleri, inanç kahramanları çocuklarımıza ve Türk gençliğine sevdirilip, dinletilip okutulmalı ve yazdırılmalıdır.

Mûsikî, mûsikîşinasların dem vurdukları evrensel bir dildir.Müzik; aşkla dolup taşan gönlün aynasıdır.[3] “Mûsikî bir san’at olup ancak sosyal ve medenî gelişmiş muhitlerde yayılır. Ekonomik bakımdan durumları refah seviyesine ulaşan cemiyetler buna ihtiyaç duyarlar.” [4] San’at, tabiatın esrarını bir insana göstermeye başladığı zaman duyduğu mukavemet edilemez iştiyaktır. “San’atın üç esası vardır: Hayat, hakikat ve müşâhede.” [5]San’atkâr, bir şeye aşkla bakan insandır. San’at eseri bu bakıştan, bu aşktan doğar.[6] Fahreddin Razi’ye göre “mûsikî, gökyüzündeki seyyarelerin (gezegenlerin) ruhlarda tınlamasıdır… Besteci eserini besteler, ama asıl besteleyen o değildir, sadece gezegenlerin aksini işitmiş ve o yansımayı ortaya çıkarmıştır…”

“Zevkler sıralansa damak zevkinden önce bir dimağ zevki gelir. Dimağ zevkinin en önemli malzemesi de mûsikîdir.” [7]

Kalbin açlığını ve rûhun dermansızlığını sezebilen mutlular kervanına katılan Osmanlı bestekârlarının eserlerinden seçmeleri mutlaka dinlemişsinizdir.

İnsan, kalbinin ebed arzusuna kulak verip, bu fânî ömrünü bâkileştirmek ister. Onun için çalışır, didinir, geriye eserler bırakır. Sonsuz güzelliklere meftûn insan rûhu, sonsuza tutkun insan gönlü, ebedden ve ebedîlikten başka bir şeyle tatmin olmayan insan vicdanı san’atkâra hep öteleri kurcalamayı fısıldamaktadır.

Hayatın inişli-çıkışlı yollarında karşı karşıya kaldığımız hâdiseler eleme, acıya yahut neş’eye, sevince ait bir şeyler bulaştırır insana. “Her dil, gönlün penceresidir. Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşır.[8]

İnsan bir hilkat hârikasıdır. Kâinatı var eden Zat, insanı, varlığın özü, hulâsası ve gayesi olarak yaratmıştır.

Zaman bir nehir, insan ise içinde bir yaprak misâli, akıp gidiyoruz yıllardır…

“Yüzyılların ihmaline uğramış Türk Musikisi’nin böyle dağdağalı bir zaman diliminde toparlanma uğraşı verdiği-bugünden bakıldığında, bugüne parmak ısırtacak nice başarılı çalışmalarla taçlanmış- o yılların hemen ardından Cumhuriyetin kuruluşunun üçüncü yılında eğitimin her düzeyde yasaklanması ve 1934 yılından itibaren ülkenin (devletin) temel kültürel tercihleri arasında ‘resmen dışlanması ile’ nice ümidlerin ve çalışmaların heba olduğunu söylemek hazin bir gerçekliği işaret etmekle eşdeğerlidir.

(Gazi’nin,) 1934 nutkunun ertesi gününden itibaren Türk Musikisi icrası radyolarda yasaklandığı gibi, Türk Musikisi çalgılarının çalınması da ‘yasaklanmaya tâbi’ tutulmuş, piyasada ve birçok kurumda bu çalgıları çalanların ‘ivedilikle’ bunları bir Batı çalgısı ile değiştirmeleri hâlinde müzik yaşamlarının sürebileceği, aksi takdirde…, vs., vs.,! Günün matbuatı ve haberleri birinci sayfalardan (bu haberleri) vermekte, yılların yaşlı başlı üstadları kendilerine yöneltilen tarizleri, gözyaşları ile ‘ney’i fülütle, ud’u piyano ile değiştirebilecekleri korkulu ifadeleri ile cevaplamakta, sektörde ciddî bir iş ve ekmek krizi baş göstermekte, ispiyonculuğun ibretli örnekleri sergilenmektedir.” [9]

“Bugün ileri gördüğümüz dünya, kendisine intikal eden mirası çok iyi değerlendirdi ve asla geçmişi tahkirle uğraşmadı. Tahkirle uğraşmak şöyle dursun, geçmişle, hâli, yan yana getirdi ve terkiplerini ondan çıkardı.

Değişen dünya, yenilenen şartlar ve umumî ahval karşısında, aklın ve ruhun harekete geçirilmesi; bize ait kaynakların yeniden ele alınması ve günün ışığı altında didik didik edercesine bir kere daha gözden geçirilmeleri için toplumumuzun hayat ve kültür seviyesi geçici olarak düşürüldü. Yani, aldatıcı ticarî emtiaya ve kalp paralara, geçici olarak pazar ve piyasaya çıkma izni verildi. Asırlardan beri karanlık izbelerde ve ufûnetli dehlizlerde terkedilmiş bulunan eşsiz elmaslar, sahipleri tarafından, yüzlerindeki tozu toprağı alınarak, kalp paraların yerine piyasaya sürülsün…

Diğer bir ifade ile toplumumuz, bu mağlûbiyet döneminde, hasımlarının çeşitli hokkabazlıklarıyla karşı karşıya bırakıldı ve tağallüblerin, tahakkümlerin, tasallutların en acıları kendisine tattırıldı. Ta, ilerideki dünyasını, düşmanları ve onların entrikalarını bilmişlik üzerine kursun ve o dünya için vârit olan tehlikelerin ortaya çıkacağı delikleri şimdiden tıkamış olsun…” [10]

“Yaygın olarak ‘Klâsik Türk Müziği’ veya ‘Türk San’at Müziği’ diye adlandırılan müzik türünün Türkiye müzik yelpazesi içindeki ağırlığı 2000’li yıllara doğru iyice artmış bulunmaktadır. Osmanlı Devleti’nin duraklama ve gerileme döneminde birçok önemli şaheserin verilmiş ve hızlı bir yükselişin yaşanmış olması nedeniyle Klâsik Türk Müziği, yeni kimlik arayışına girildiği Türk kültürünün bazı sıkıntılı yıllarında yer yer bir Osmanlı medeniyeti ürünü olarak gericilik ve bozulma sembolü sayılarak ideolojik sebeplerle reddedilmiş, devletin kendisine verdiği destek ve tanıdığı imkânlar bakımından çoğu zaman yabancı san’atların epey gerisinde kalmıştır. Ancak gelenek güçlü zorlukların üstesinden gelmiş, kültür ve san’at hayatının bütün katlarını etkileyen bu sıkıntılar aşıldıkça bir san’at dalı olarak Klâsik Türk Müziği’nin tarihin derinliklerinden gelen gerçek gücü iyice anlaşılmıştır. Bugün artık Klâsik Türk Müziği, TRT, üniversiteler, konservatuarlar, devlet koroları bir yana bırakılacak olursa, tamamen halkın imkânlarıyla kurulan ve varlığını sürdüren, yurt sathına yayılmış yüzlerce mûsikî derneği ve özel icra/faaliyet grupları ile organizasyon ve katılım genişliği bakımından ülkedeki diğer türler içerisinde ayrıcalıklı bir yere sahiptir ve bir taraftan kendi gelişim çizgisini sürdürürken, diğer taraftan da özellikle kendine özgü usûl ve makam yapısıyla Türk müzik hayatını besleyen ana damarlardan biri olarak diğer türlerin oluşum veya gelişimi üzerinde büyük etkiye sahiptir. Yine Klâsik Türk Müziği’nin, bugün bu mûsikî dernek ve cemiyetleri yoluyla küçük yerleşim birimlerine kadar uzanan ülke sathındaki söz konusu yaygınlığı, özellikle ideolojik redcilerce her fırsatta ileri sürülmüş olan, saray ve birkaç zengin konağı ile sınırlı ve halktan tamamen kopuk olma şeklindeki tespiti tartışmaya açarak, tekrar gözden geçirme gereğini ortaya koymuştur.

Saraydan umduğu ölçüde destek göremediği için yakın öğrencisine serzenişte bulunarak ‘bu işin tadı kalmadı…’ diyen Dede Efendi’den (1778-1845) 150 yıl sonra bile, ülkedeki radyo ve televizyonlardan bestecinin herhangi bir eseri çalınmaksızın bir gün bile geçmemekte, orta büyüklükteki bir kasetçide Dede’nin bestelerinden oluşan kasetler bulunabilmektedir.” [11]

“Osmanlı, en üstün ve en ince bir zevk seviyesine erişmişti ki, bu zevk seviyesi, bu arınmışlık, her şeyde görülebilmekteydi. Kitap süslemelerinden tutun da mezar taşlarına kadar…” [12]

Osmanlı mucizesi de bütün mucizeler gibi faniydi. Bir yanda maddeci, şiiriyeti olmayan, sert ve keskin bir zekâ! Ötede bir büyük çocuk saffeti! Osmanlı birçok unsurların mes’ût bir terkibidir. Osmanlı’da sınıf yoktur. Para bir tahakküm vasıtası değildir, bir hizmet vesilesidir. Osmanlı, ülkesinin kapısını bütün insanlara açmıştır. Başka türlü düşüneni korur. Sadece hatasında ısrar ettiği için ona merhamet duyar. Osmanlı istismar için ülke fethetmez, imar için fetheder. Osmanlı’da adalet bütün müesseselerin belkemiğidir. Kısaca Osmanlı’nın asırlarca gerçekleştirdiği içtimaî nizam bütün sosyalist ütopyaları aşan bir cennettir. Sosyalizmin istikbâlde gerçekleştireceğini umduğu cemiyeti Osmanlı mazide gerçekleştirmiş bulunuyordu. Osmanlı kapitalizmin yamyamlığına hiçbir zaman iltifat etmemiştir. Zira Osmanlı mizacı ile kapitalizm uyuşmaz. Kapitalizmin manivelâsı kârdır. Osmanlı’da kâr diye bir mefhum yoktur. Kapitalizm pazar istihsalidir, pazar için istihsaldir, pazar için istihsal bazı ülkelerin hammadde pazarı haline gelmesini icap ettirir. Osmanlı medeniyeti bir iman ve aksiyon medeniyetidir, [13] sömürü medeniyeti değil.

Ekrem Hakkı AYVERDİ’ ye göre Osmanlı bütün dehâsını mimarlıkta göstermişti. [14]

Osmanlı Devleti’nin uzun ömürlü olmasının sırrı, adaletin devlet idaresine hâkim olmasında yatmaktadır. “Ülkeler kılıçla alınır, ama adaletle korunur.” [15] “Barış, güç kullanılarak elde edilemez. Barış, yalnızca karşılıklı anlayışla elde edilebilir.” [16] Osmanlı Devleti, bünyesindeki değişik milletlerle, karşılıklı anlayışla iç barışı asırlarca korumasını bildi. Einstein’ın tespiti yerindedir.

“Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan, şer’in evliyasıysa hakikatte âsidir.” diyen Yunus Emre âdetâ Osmanlı’nın hayat felsefesini bizlere ifade etmektedir. “Çokluk içinde birlikte yaşama formülü” İslâm medeniyetinin ve özellikle Osmanlı siyasetinin temelini oluşturmaktadır. Türk-İslâm medeniyetinin evrensel medeniyete sunduğu en önemli hediye de bu olmuştur. Bugün AB’de gerçekleştirilmek istenen de budur.

“Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik. Ancak bu arada çok basit bir san’atı unuttuk; kardeş olarak yaşamayı.” diyen Martin Luther King aradığını Amerikan ve Batı Medeniyetinde hiç bulamadı. Bunu dün biz başardık. “Yaşamak san’at, birlikte yaşamak büyük san’attır.” diyen Muhammed Said çok haklıdır.

Medeniyet, muzdarip insanların eseridir.” “Türkler ölümü bile güzelleştirmişlerdir.” Bunun ispatı için Selçuklu ve Osmanlı mezar medeniyetinin izlerini taşıyan mezarlıkları gezmeniz yeterlidir.

Osmanlı Medeniyeti’nin bize miras olarak bıraktığı el yazması kitaplar 400 bin cilt! Bu kadar dolu bir tarihi 200 yıldır nasıl inkâr etmeye çalışıyoruz, anlaşılır şey değildir. Osmanlı onurlu insanlık idealine Batı’dan çok daha yakın bir toplumdu.[17]

İhtişam ve zaaflarıyla Osmanlı ne kadar bizimse, gene Türkiye Cumhuriyeti de o kadar bizimdir. Birini tarihten yok sayarak, diğerini de onun zıddı varsayarak hiçbir yere gidemeyeceğimizi, akıl sahibi herkesin kabul etmesi gerekiyor. Her türlü karamsarlığı ve güçlüğü yeneceğinden emin olduğumuz Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dışımızdaki dünyayı kavradığı ve Osmanlı’yı mânâlandırdığı ölçüde 21. yüzyıla damgasını vuracaktır.” [18]

En az üç bin yıl öncesini bilmeyen millet gaflet uykusundadır[19] “Osmanlı Devleti, çok büyük bir medeniyet inşâ etmiştir. Osmanlı Medeniyeti, ne Emevîlerle mukayese edilir, ne de Abbasilerle. Öyle ki, Osmanlı’nın kurduğu içtimaî nizâm nice ünlü ilim adamlarının onca gayretine rağmen izah edilemeyen bir hususî mükemmeliyet manzumesi olarak hâlâ hayranlıkla incelenmektedir! Osmanlı nizâmını ne Avrupa’nın derebeylik-senyörlük düzenine benzetebiliyorlar, ne de bazı Doğu ülkelerinin şartlarına göre hazırlanmış ATÜB (Asya Tipi Üretim Biçimi)’e sığdırabiliyorlar. Bu sırrı, bir soyut toprak mes’elesi olarak değerlendirmeye kalkışmak yanlıştır. Zaten öyle zannettikleri içindir ki, köklü tahlillere ulaşamıyorlar!

Dün, manevî temellerimiz çok sağlamdı. Akıl-iman dengesi bizi zaferden zafere koşturuyordu. Din-ilim kavgası diye bir macera tanımamıştık biz.” [20]

“Daha sonraları toprak düzeni ile ilgili olarak Nizamülmülk’te merkezleşen bir düşünce gayretinin belirmesi, meyvelerini vermiş, Selçuklular ve Osmanlıların ilk devirlerinde görülen toprak düzeni üstünlüğünün doğmasını sağlamıştır. Temel, yine İslâm’ın ölçüleridir, ama o ölçülere dayanarak gösterilen düşünce gayreti tarihçilerin bugün bile takdirle ve hayranlıkla andıkları bir sistematik ahengin doğmasına yol açmıştır. Aynı iş iktisadî ve siyasî alanlarda da, kendi özellikleri içinde yapılmalıydı. Faizsiz bir iktisadî nizâmın aslî ölçülere bağlı kavramları ve müesseseleri geliştirilmeliydi. Bunlar yapılamadığı gibi; toprak nizâmının yarınları için de, yeni şartların muhtemel tesirlerini dikkate alan bir düşünce faaliyeti gösterilemedi.

Osmanlı Devleti “fiilî cihad” bakımından büyük hamleler yaptı. Ama “fikrî cehd ve cihad” bakımından aynı dinamizmi devamlı kılamadı. İkincisi olmazsa; birincisi önce anlamını kaybeder, sonra da şeklini. Maddî ilerleme, özdeki keyfiyetin (niteliğin) kemiyete (niceliğe, sayıya, adede) yansımasıdır. İmân ışığında yürüyen aklın şümûllü tefekkürü olmadan, içtimaî planda sıhhatli hiçbir netice “kalıcılık” kazanamaz. Ama o varsa maddî dalgalanmaların inişlerin-çıkışların çarelerini bulmak çok kolaydır. “ [21] Oysa “akıl maddeyi, kalp mânâyı fetih içindir.” [22]Dört yüz çadırlık bir aşiretin, kısa bir zamanda koca bir imparatorluk hâline gelişindeki sırrı, şerefli mâzisini korumuş ve ona ters düşmeyecek yeni müesseseleri o temel üzerine kurmuş olmasında aramak gerekir.[23]

“En eskimeyen sözleri, eskiler söylemiş.” [24] ve en büyük medeniyetlerden birisini kurmak da bize nasip olmuştur.

“Paşalarım, Osmanlı’nın kılıcı parladığı sürece, düşmanların başı daima önde olur. Ama Allah korusun, bu kılıç kınına girer ve paslanmaya başlarsa o zaman bu kafalar yavaş yavaş dikilir ve bir gün bize yukardan bakar” diyen Yavuz Sultan Selim’i The Indipendent Gazetesi’nden Robert Fisk’in şu hükmü haklı çıkarmaktadır:

“Osmanlı İmparatorluğu’nu onun bunun yalanları ile ortadan kaldırdık, sonrasında başımıza bunlar geldi.”

“Ecdadın, zannetme asırlarca uyurdu;

Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?

Üç kıt’ada, yer yer kanayan izleri şahit,

Dinlenmedi bir gün o büyük nesli mücahid”

diyen Mehmed Âkif ve

“Kâmil odur ki; koya her yerde bir eser,

Eseri olmayanın yerinde yeller eser.”

diyen Hz. Hâdimi ecdadımızı tam olarak tarif ediyorlar.

“Osmanlı Türklerinin bu kadar küçük bir başlangıçtan, o kadar elverişiz şartlar altında, bu derece sürekli bir devlet kudretine erişmesi, cihan tarihinin en fevkalâde tezahürlerinden biridir. Osmanlıların Yakın Doğu’da yerlerine geçen Avrupalı veya yerli hiçbir devlet, bu bölgeyi Osmanlılar kadar iyi idare edememişlerdir. Avrupa devletleri Osmanlılardan aldıkları ülkeleri ancak zulümle yönetebilmişlerdir.” [25]

“Eskiler, mûsikî ile ilgili bahsin sonunu ‘fi-hi tafsilun’ sözüyle bağlarlarmış, yani ‘bu meselenin izahı güç ve hayli uzun’ anlamında… Baştan beri söylediklerimiz, söylenmesi gerekenlerin yanında bir hiç mesabesinde. En iyisi, ‘fi-hi tafsilun’ diyelim ve sözü bitirelim.” [26] 10.10.2011

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 24.10. 2011, 31.10.2011 tarih ve 412, 413 sayılı nüshalarında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com 

 

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com.tr

e-mail: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Bâki

[2] Prof. Dr. Nesimi YAZICI, “Gazneli Mahmut,” Diyanet Aylık Dergi, Sayı: 167(Kasım 2004), s. (60-63).

[3] Mevlânâ

[4] Süleyman ULUDAĞ, İslâm Açısından Mûsikî ve Semâ’, İrfan Yayınevi No: 67, İstanbul, İrfan Matbaası, 1976, s. 28’den İbn Haldun, Mukaddime, C. 2, s. 432; İzzettin ÇELİK, Cennet İşçileri/Sokak Çiçekleri Projesi, Mersin, Yüksel Ofset, 2003, s. 14.

[5] Mehmed Âkif Ersoy

[6] Bergson[6]

[7] Neşet ERSOY, “Güzel Sanatların Uçarı Elemanı Müzik,” İdarecinin Sesi Dergisi, Sayı: 107(Kasım-Aralık 2004), s. (50-51).

[8] Mevlâna

[9] Ruhi AYANGİL, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 1(Kasım-Aralık 1994), s. 98 vd. Aynı inceleme Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 1995’in (284-295.) sayfaları arasında da neşredilmiştir.

[10] “Tereddütler Etrafında,” Sızıntı Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 31(Ağustos 1981), s. (19-22).

[11] Cihat ÇAM, “Klasik Türk Müziği Penceresinden 1995,” Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 1996, Türkiye Yazarlar Birliği Yayın No: 17, Yıllık Dizisi: 13, Ankara, Feryal Matbaacılık Ltd. Şti., 1996, s. (296-299).

[12] Kaynağını not etmediğim güzel bir tespit.

[13] Cemil MERİÇ, Jurnal, 5. Baskı, Cilt II, İletişim Yayınları: 222, Cemil Meriç Bütün Eserleri: 3, İstanbul, Şefik Matbaası, 1998, s. (203-204), 209.

[14] C. MERİÇ, A.g.e., s. 259.

[15] Timurlenk’in bir tespiti.

[16] Einstein

[17] Kemal Tahir

[18] Dr. M. Çağatay ÖZDEMİR, Türk Yurdu Dergisi, Aralık 1999-Ocak 2000, 700. Yılında Osmanlı Özel Sayısı.

[19] Goethe

[20] Yılmaz ÖZTUNA, Türkiye Tarihi, Cilt 11, s. 392.

[21] Ahmed SELİM, Din-Medeniyet ve Laiklik, TİMAŞ Yayınları No: 95, Fikrî Eserler: 23, İstanbul, Başak Ofset, 1991, s. 86.

[22] Muhammed İkbal

[23] Mehmed EMRE, Tenkidlerim, Tedkiklerim ve Makalelerim, İstanbul, İDE-IBM ve Matbaacılık, s. 374.

[24] Selim GÜNDÜZALP

[25] Toynbe

[26] Bayram Bilge TOKEL, “Müzikte Gürültülü Bir Yıl,” Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 1995, Türkiye Yazarlar Birliği Yayınları: 15, Yıllık Dizisi: 12, Ankara, Feryal Matbaacılık Ltd. Şti., 1995, s. (275-282).