SİNOP POLİSEVİ’NDE 20 KASIM 2014 TARİHİNDE DÜZENLENEN BİYOKAÇAKÇILIK ÇALIŞTAYI’NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 

Sinop Doğa Koruma ve Millî Parklar 10. Bölge Müdürlüğü’nce Polisevi’nde düzenlenen biyokaçakçılık çalıştayının kapanış konuşmasını yaparken bazı hususlara değinmek istiyorum.

Tabiattan yabancı canlıların ve onlara ait parçalarının yetkili makamların izni olmadan toplanması ve yurt dışına çıkartılması olarak tanımlanan “biyokaçakçılık” bütün bu kaynaklarımızın varlığı ve devamı için önemli bir tehdittir.

Türkiye’nin sahip olduğu bitki türlerinin yüzde 34’ü endemik, yani ülkemize has türlerdir.

Korunan alanların genel durumuna bakıldığında, Türkiye genelindeki korunan alan sayısı 3.049 olup, kara üzerindeki korunan alan büyüklüğü 6.315.233 hektardır.

Gıda olarak tüketilen birçok ürüne ev sahipliği yapması sebebiyle Türkiye, genetik kaynaklarını korumak ve onlara sahip çıkmak zorundadır.

Sadece bitki genetik kaynaklarının biyokaçakçılığa maruz kalışı değil, hayvan ve mikro organizma gen kaynakları da aynı ölçüde önem verilmeye ve korunmaya ihtiyaç duymaktadır. Kelebeklerimiz büyük ölçüde koleksiyonerlerin özel müzelerinin, evlerinin ve saraylarının duvarlarını süslerken, akrep ve yılan türlerimiz zehirlerinden ilâç elde etmek, böceklerimiz de aynı şekilde farklı antibiyotik türevleri üretmek için yurt dışına kaçırılmaktadır. Mikroorganizmalar ise büyük ölçüde toprak ve su örnekleri veya sporların taşınmasıyla yurt dışına çıkarılmaktadır.

Biyokaçakçılık birey sayısında azalma, popülasyon kaybı, ekosistem dengesinin bozulması ve ekosistem tahribatına sebep olmaktadır.

Biyokaçakçılığa konu olan varlıklar üzerinde yapılan “akademik” ve “eğitici” maskesi altına gizlenmiş araştırmaların birinci gayesi ticarî gelir elde etmektir. Bu tür araştırmaların sonunda ortaya çıkan buluşların patentleri çok uluslu büyük biyoteknoloji firmalarına veya genç şirketlere satılmakta ve neticesinde bu uygulamalar bu şirketler tarafından sahiplenilmekte, şahıslar da dâhil olmak üzere, firmalar diğer ülkelerin genetik kaynakları üzerinden haksız olarak milyarlarca dolar kâr elde etmektedirler.

Bu örnek, kaybettiğimiz genetik kaynakların bize yalnızca ekonomik kayıp olarak dönmesini göstermeyip, mikroorganizmaların aynı zamanda bitki ve hayvan örnekleri üzerinde ve hatta insanların da üzerinde taşınıp yurt dışına kaçırılabileceğini göstermektedir. Ayrıca, akademik çalışmalar için yetkili makamların verdiği araştırma izinlerinin ve yurt dışı bağlantılı çalışmalar için şart koşulan bazı işbirliği dokümanlarının öneminin de altını çizmektedir.

Bunların yanında, biyokaçakçılık söz konusu olduğunda geleneksel bilginin de alınıp izinsiz olarak kullanıldığı ve civar halkın tıpkı bir genetik materyal gibi nesilden nesle aktarılan teknik ve tatbikî bilgilerine el konulduğu göz ardı edilmemelidir.

Tarım, hayvancılık, balıkçılık, ormancılık, gıda, endüstri, peyzaj, tıp ve ecza sektörleri için yabanî canlılar ve onların genetik kaynakları hammadde niteliğindedir. Soğanlı bitkiler, bazı yılan ve böcek türlerinin yapılarında bulunan etken maddeler için yurt dışına izinsiz çıkarıldığı, hatta bu maddelerin çalışmaların yapıldığı ülkeler tarafından ruhsata bağlandığı bilinmektedir.

Geleneksel bilgiyle birlikte düşünüldüğünde, genetik kaynaklarımızdan elde edilen ürünlerin patent alınarak ilâç, tıp, tarım, gıda, kozmetik, çevre, savunma gibi çeşitli sektörlerde ancak milyonlarca dolar ödeyerek elde edebileceğimiz son ürünler olarak karşımıza çıkıyor olması biyokaçakçılığın sınırlarının ne kadar geniş olduğunun ve boyutlarının nerelere varabileceğinin bir delilidir. Bu sebeple, henüz mevzuatımızda yer almayan ve dünyanın ileri ülkelerine göre millî hukukumuzda düzenleme yapmakta çok geç kaldığımız “biyokaçakçılık” teriminin yalnızca “genetik kaynakların yurt dışına izinsiz çıkarılması” tanımına sıkışıp kalmaması gerekir. Biyokaçakçılık kavramı tarifinin aynı zamanda “genetik kaynakların ve geleneksel bilginin kanunî olmayan yollardan elde edilerek ticarîleştirilmesi ve adil olmayan bir şekilde tahsisi” kavramlarını da kapsayacak bir şekilde genişletilmesi göz önünde bulundurulmalıdır.

Ülkemizin genetik kaynaklarına sahip çıkmak ve bu kaynakları milletimizin yararlanabileceği değerlere dönüştürmek için başkalarından medet ummak yerine artık kolları sıvamanın zamanı gelmiştir. Zararın neresinden dönülürse kârdır…

Devletlerin kendi tabiî kaynakları üzerindeki hâkimiyet ve hükümranlık hakları dikkate alındığında, genetik kaynaklara erişime kayıt getirme yetkisi de millî hükûmetlere aittir ve bu yetki o ülkenin millî mevzuatına tâbidir. [1]

BM Biyoçeşitlilik Sözleşmesi 29 Aralık 1993’de yürürlüğe girmiştir. 2010 yılında Sözleşme’nin 10. Taraflar Toplantısı’nda Genetik Kaynaklara Erişim ve Yarar Paylaşımı Hakkında Nagoya Protokolü kabul edilmiştir. 16 Nisan 2014 tarihinde Avrupa Birliği 511/2014 sayılı “Genetik Kaynaklara Erişim ve Yarar Paylaşımı Hakkında Nagoya Protokolü’ne AB’de Kullanıcıların Uyum Tedbirleri” hakkında bir düzenlemeyi onayladı.

BM Biyolojik Sözleşmesi’ne bugün itibariyle 194 devlet taraftır.

Türkiye BM Biyoçeşitlilik Sözleşmesi’ne taraf bir ülkedir. Sözleşme ülkemizde 14 Mayıs 1997 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Nagoya Protokolü 50. ülkenin Protokolü onaylamasından 90 gün sonra yürürlüğe girecektir. 23 Haziran 2014 tarihi itibariyle 39 ülke Protokolü onaylamıştır.

Biyokaçakçılığa engel olmak için uluslararası birtakım kanunlar ortaya konulmuştur. Bunlardan bir tanesi de; “Nesli Tehlike Altında Olan Yabanî Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme” (CITES) dir.

2013 yılında başlatılan Biyokaçakçılıkla Mücadele Projesi ile hem biyolojik çeşitliliğimizin biyokaçakçılık yoluyla istismar edilmesinin ve zarar görmesinin önlenmesi, hem de ülkemize ait genetik kaynaklardan elde edilebilecek ekonomik, sosyal, ilmî, teknolojik, tıbbî, ticarî ve kültürel potansiyel faydaların milletimizin menfaatine kullanılmasının sağlanması hedeflenmektedir.

Akademik seviyedeki araştırmalara kesinlikle her ülkenin kendi bitki ve hayvan türlerindeki genetik biyoçeşitliliklerini ortaya koymak için o devletin öz kaynakları ile oluşturacakları gen merkezlerindeki AR-GE laboratuarlarında yapma zorunluluğu getirilmelidir.

Biyokaçakçılık silâh ve uyuşturucu kaçakçılığından sonra dünyada en çok yer alan bir kaçakçılık türü olarak görülmektedir. [2] 20 Kasım 2014

Not: Bu makale, Haber 57 Gazetesi’nin 03.03.2015 tarih ve 3926 sayılı, Sinop FlasHaber Gazetesesi’nin 03.03.2015 tarih ve 1203 sayılı nüshasının 5 ve 4. sayfalarında yayımlanmıştır. www.haber57.com; www.sinopflashaber.com

 

 

 

Ekrem YAMAN

Sinop Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com.tr

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr

 

[1] BM Biyoçeşitlilik Sözleşmesi’nin 15. madde hükmüne tarafımdan ilâveler yapılmıştır.

[2] Bu konuşmanın hazırlanmasında Doğa Koruma ve Millî Parklar Genel Müdürlüğü’nün Yeşilmavi isimli teknik bülteninin 2014/6 sayılı nüshasındaki biyokaçakçılıkla ilgili bütün makale, rapor ve haberlerden istifade edilmiştir.