II. ABDÜLHAMİD’İN DIŞ SİYÂSETİ

 

I- Şahsiyeti Hakkındaki Tartışmalar

II. Adülhamid Han, 1918 Şubat’ında öldü. Hakkında en fazla eser yazılan pâdişahlardan birisi olmasına ve nâdir de olsa Abdülhamid devrini idrak etmiş insanların hâlâ varlığına rağmen şahsiyeti etrafında en fazla tartışılan kişilerden birisidir. Çünkü biz Sultan Hamid’i bir inanç alanının orta yerinde değerlendirmeyi dâimâ tercih etmişizdir. Abdülhamid’i ibrâ etmeyi Abdülhamid’in etrafında yaşayan değerler bütününü de aklamak biçiminde anlarsak, daha uzun yıllar boyunca bu problemin muammasını koruyacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aynı şey Abdülhamid ve devrine yönelik tenkitlerde haklı çıkmak konusunda da geçerlidir. Bugün Abdülhamid’in aleyhinde ve lehinde yazılmış birçok eser mevcut bulunduğu gibi “Abdülhamid kızıl sultan mı, yoksa ulu hakan mı?” türünden orta yolcu yayınlar da vardır. Abdülhamid’i ve onun devrini anlamakta problem, Abdülhamid’in Ulu Hakan veya Kızıl Sultan olduğunu ispatlamak değil, hattâ bundan başka bir sıfatın sahibi olduğunu görmekten ibaret değildir. Mes’ele Abdülhamid’i ideolojik kesin yargıların ve inançların körleştirdiği alanlardan çıkarıp, tarihte ait olduğu zaman ve mekân içinde sevap ve günâhlarıyla birlikte objektif olarak değerlendirebilmektedir. [1]

Osmanlı Devleti’nin yıkılış devrinde devletin kaderi üzerinde 33 sene (31 Ağustos 1876-27 Nisan 1909) söz sahibi olan pâdişah hakkındaki değerlendirmeler günümüzde de hâlâ ifratla tefrit arasında gidip gelmektedir. Onu “Ulu Hakan” olarak gören küçük bir münevver topluluğu dışındakilerin yaptığı değerlendirmeler tam mânâsıyla sınır ve kayıt tanımayan suçlama şeklinde tecelli eden Jön Türkler’ in geleneğinin devâmından başka bir şey değildir. Hakkındaki yazılar hâlâ “Kızıl Sultanlı cümlelerle başlamakta, kaleme alınan kitaplar ise II. Meşrutiyet’in ilânından sonra onun kadın resimleriyle yapılan portreleriyle süslenmektedir. Yine günümüzde aleyhinde bulunmamak bile büyük bir cürüm olarak kabul edilmekte ve bu gibi kalem erbapları henüz tarifi bile yapılamamış olan “Abdülhamidcilik“le suçlanmaktadır.

“Abdülhamid’in doğuştan var olan dikkat ve disiplin yeteneği” ile “elde edilen sonuçları, bilgileri, zamanında ve yerinde kullanma zekâsı” nın kendisine diplomaside fevkalâde avantajlar sağladığını tarihî vak’alar ortaya koymaktadır. [2]

” (…) Önce bir grubun, sonra himmetleri ve idealleri ölçüsünde bütün Müslümanların, daha sonra insanlığın bugünü ve yarınıyla İslâm’ın sorumluluğunu yüreklerinde hissedip, sırtlarında ağırlardan ağır yük taşıyanlar, tek bir hususta vâki yüz menfî ihtimâlin yüzünü de hesaba katmadan ve bertaraf etmeden adım atmaya yanaşmayabilirler. Bu bakımdan, sürekli vezir-i â’zam değiştiren, Said Paşa’yı 5 def’a azledip, 6 def’a vezir-i â’zamlığa getiren ve “Güvenebileceğim bir vezir-i â’zamım olsaydı.” diyen Abdülhamid, en kritik bir zamanda koca bir dünyanın yükünü omuzlarında taşıyan Abdülhamid, bazıları için vehhâm (pek vehimli) olabilir ama biz ondan esasen sırtta yük taşımanın ne mânâya geldiğini öğreniyoruz. Bu yüktür ki, bir kalenin kaybedilmesi karşısında I. Abdülhamid gibi birini de beyin kanamasından götürebilir.” [3]

II- Milletlerarası Siyâsette Abdülhamid

Abdülhamid’in uluslararası politika konusunda şehzâdeliği dönemine ait görüşleri hiç işitilmemiştir. Ancak Fuat ve Ali paşaların Avrupa tarafından da saygıyla karşılanan kişilik ve metodlarının etkisi altında kaldığı anlaşılıyor. Onların pazarlık gücünü andıran bir sistemi saltanatı boyunca uygulamıştır.

Dış, hattâ iç politikadan uzak tutulan ve yabancı temsilcilerle temaslarına imkân verilmeyen bütün şehzâdeler gibi Abdülhamid’in de dış politikayı tâkip etme vasıtası basın olmuştur. [4]

Pâdişahlığı döneminde Abdülhamid’in dış politikasının başarısı dünyâ politikasına yön vermesinde değil, Avrupa’da olanları iyi tâkip edip, birilerinin ayağına olabildiğince az basmayı sağlamaya çalışmasındadır. [5]

Başlangıçta Abdülhamid İngiltere’ye karşı hep uyuşma yanlısı olmuştur. [6] Avrupa’nın kendisini Rusya ile baş başa bıraktığını gördükten sonra mecbûren bu devlete karşı “zâhirî bir dostluk” göstermenin daha uygun olacağı kararına varmıştır. [7]

II. Abdülhamid için “herkese bir nişan vermek veyâ hoş bir hediye sunmak, bunu büyük bir tatlılıkla yaparak kişide satın alındığı duygusunu yaratmamak, takdir edilecek üslûp” özelliğiydi. II. Abdülhamid “insanları etkilemekteki büyük yeteneğini” milletlerarası arenada daimâ sergilemiştir. [8]

Sultan II. Abdülhamid, dışardan plânlanan “Ermeni Mes’elesi“nin yatıştırılması konusunda çok büyük gayret sarf etti. Devletlerarası menfaat çatışmalarından ve Ermeniler arasındaki mezhep uyuşmazlıklarından âzamî derecede faydalandı. Tanzimât döneminden beri Osmanlı Devleti’nin belirli bir dış politikasının olmayışından ve iktidardaki kimsenin kendi inisiyatifine göre hareket edilegelmiş olmasından şikâyet eden pâdişah, bütün dış politika mes’elelerini yakından tâkip etmekteydi. Abdülhamid devletlerin her türlü ıslahât tekliflerine sadrâzam ve hariciye nâzırı değiştirmek sûretiyle cevap vermeyi, âdetâ âdet hâline getirmişti. Böylece Batılı devletlere isteklerinin yeni hükûmet veya nâzır tarafından inceleneceğini belirtmek sûretiyle hem zaman kazanıyor, hem de “hamiyetsiz” olarak vasıflandırdığı nâzırlarının yeni birtakım tâvizler vermelerini böylece önlemiş oluyordu. Ermeni Mes’elesinin bu kadar ileri seviyeye gitmesinden, Osmanlı hükûmet adamlarını sorumlu tutan pâdişah, bu tip hamiyetsiz adamlar yüzünden azınlıkta bulunan Ermenilerin çoğunlukta bulunan Müslüman halka hâkim kılınmak istendiğini ileri sürüyordu. İngiliz elçisine Ermeniler konusunda bâzı tâvizler verdiği iddiasıyla Sadrâzam Cevad Paşa’yı azleden pâdişah Cevad Paşa’nın bir Müslüman olmasına rağmen, sırf Avrupa’da övülmek ve İstanbul’daki elçiler nezdinde itibar kazanmak için dinini ve devletini fedâ ettiğini ileri sürmektedir. Berlin Muâhedesi ile devletlerin elde ettikleri yetkileri bir türlü hazmedemediğini, hele bir vezirin mührü altında yeni tâvizler verilmesini aslâ kabul edemeyeceğini belirtiyor ve vazifesinin devlet ve vatanın selâmeti için buna mâni olmak olduğunu ileri sürüyordu.

a) II. Abdülhamid ve Ermeni Mes’elesi ve Abdülhamid’in Ermeni Mes’elesine Bakışı

II. Abdülhamid, Ermeni mes’elesi konusunda en ufak bir tâviz vermiyordu. Alman İmparatoruna yazdığı bir mektupta, Ermeni muhtariyetine varacak bir tâvizi vermektense ölmeyi tercih ettiğini söylüyordu. Ermeni mes’elesinde en büyük engelin Abdülhamid olduğu anlaşılmıştı. Anadolu’da ve İstanbul’da birtakım isyanlar çıkartarak mâsum Müslümanları kılıçtan geçiren Ermeni komitecileri, Sultan II. Abdülhamid’i ortadan kaldırmak için 21 Temmuz 1905 tarihinde başarısızlıkla sonuçlanan bir suikast teşebbüsünde bulundular. Buna rağmen, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra da Ermeni mes’elesi tam olarak kapanmadı. Osmanlı Devleti için bir huzursuzluk kaynağı ve Avrupa için İmparatorluğa müdâhale etme vasıtası olarak kullanılmağa günümüze kadar devam etti.

İngiltere’nin Ermenilere arka çıkmasından en çok rahatsız olan devlet Rusya idi. İngiltere’nin Ermeni bağımsızlığından ziyâde Ortadoğu’ya yerleşmek istediğini anlayan Rusya kendi yayılma sahası olarak seçtiği bu bölgenin İngiliz nüfûzuna geçmesini önlemek için Osmanlı politikasını desteklemek zorunda kaldı. İngilizleri yalnız bırakmak için bâzı teşebbüslere zâhiren katıldı. Sultan II. Abdülhamid, Rusya’nın bu tutumundan yararlanarak İngiltere karşısında denge kurabildi. Fakat şartlar müsait olduğu takdirde Rusya’nın da İngiltere gibi davranmaktan çekinmeyeceğini iyi bilen pâdişah, yeni bir alternatif olarak Almanya’ya yaklaştı. Almanya’ya yaklaşmasının en büyük faktörü olarak bu devletin Ermeni mes’elesine karşı tâkip ettiği yumuşak politikayı göstermektedir. Nitekim I. Dünya Savaşı patlak verdikten sonra Ermeni dâvâsından en çok yararlanmak isteyen devlet Rusya olmuştur. Rus silâhlarıyla donatılan Ermeni çeteleri, Türk Ordusunu arkadan vurdular. Pek çok mâsum sivil Müslüman halkı katlettiler. Devlet vatanın selâmeti için harp sahasında yaşayan ve düşmanla işbirliği yapan Ermenileri savaş sahasının dışında geçici olarak iskân etti. Bugün tekrar hortlatılmak istenilen ve 2-3 milyon Ermeni’nin sürüldüğü veya öldürüldüğü iddia edilen bu tehcir hâdisesi, hükûmetin çıkardığı tehcir kanununa göre yapılmıştır. Nakledilenlerin sayısı da 200 bin civarındadır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun hiçbir döneminde Ermeni nüfusu 2 milyona dahi ulaşmamıştır. Yalnız doğu vilâyetlerinden bu kadar nüfusun sürüldüğü iddiaları tamamen gerçek dışıdır ve sırf kamuoyunu aldatmaya matûf bir yalandır. Bunun böyle olduğunu Ermeni mes’elesinin mûcidi İngilizlerin arşiv belgeleri söylemektedir. Bunların pek çoğu yayımlanmıştır. Bunu bütün dünya bilmektedir. Fakat tıpkı XIX. yüzyılın ikinci yarısında olduğu gibi Ermeni mes’elesini kullanmak isteyenler, mâsum Türk diplomatlarını öldüren Ermeni çetelerinin davranışları karşısında hep susmayı tercih etmektedirler. [9]

Ermeni mes’elesinde olaylarda aktif rol oynayan aktörleri ve meydana gelen olayların karakterini çok iyi belirlemek gerekir. Bu siyasî oyunda önemli rol oynayan aktörler Düvel-i Muazzama (İngiltere, Rusya, Fransa) ile Ermeniler ve Bâb-ı Âli’dir. Aralarındaki rekabet ve menfaatlerinin birbirine zıt olması yüzünden üç tarafın bakış açıları ve gâyeleri de birbirinden farklıydı. Her biri kendi menfaatini kullanmakla beraber, Avrupalı emperyalist büyük devletler, ticarî, siyasî avantajlar, Hıristiyanları himâye etme hakkı ve nihayet yeni nüfûz alanları kazanmak için Osmanlı İmparatorluğu’na karşı tarih boyunca olduğu gibi müşterek hareket etmekten geri kalmadılar. Osmanlı teb’ası olan, Anadolu’da dağınık olarak yaşayan, Müslümanlarla iyi geçinen ve Tazminat ve Islahat fermanlarıyla kendilerine verilen dinî, siyasî, hukukî ve kültürel imtiyazlardan istifade eden Ermeniler büyük devletlerin yardımlarıyla İmparatorluğa karşı isyân ederek Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmaya gayret ediyorlardı. Bâb-ı Âli de ne pahasına olursa olsun Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü korumak ve bağımsızlığına gölge düşürmemek ve dolayısıyla Ermenilerin muhtar veya müstakil bir Ermenistan kurmak için teşkilâtlanmalarına, cemiyetler ve çeteler teşkil etmelerine ve meşrû Osmanlı Hükûmeti’ne karşı isyâna kalkışmalarına mâni olmak ve haklı olarak meşrû müdafaasını yapmak istiyordu.

Niyetleri çok değişik olan ilgili tarafları bu şekilde tespit ettikten sonra Doğu Anadolu’da cereyan eden olayların karakterini ve hangi mânâya geldiğini ortaya koymamız lâzımdır. Gerçekten Ermenilerce tahrik edilen olayların anlamı neydi? Kimler içindi, neyi ifade ediyordu? Bu olaylar hiç şüphesiz Düvel-i muazzama için, Şark Mes’elesinin çok önemli bir safhasını ve uzantısını teşkil ediyordu. Bundan dolayı onlar için sadece yayılma, yâni bir emperyalizme hizmet gâyesi söz konusuydu. Başka bir ifadeyle, Osmanlı İmparatorluğu’nu sömürme ve Osmanlı toprakları üzerinde yeni nüfûz sahaları ele geçirme gayretleri ve arzusu mevzubahisti.

Bâb-ı Âli için, Ermeni olaylarının mânâsı Devlete ve Hükûmete karşı Ermeni cemaatinin itaatsizliğinden ve isyânından başka bir şey değildi ve olamazdı da. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun bir ülkedeki mer’î kanunlara göre meşrû olan bir hükûmete karşı gelmenin ve o ülkenin topraklarının bir kısmı üzerinde hak iddia etmenin adına itaatsizlik, isyân ve hattâ düpedüz hıyanet denir. Osmanlı’ya karşı bayrak açan isyancı Ermeni cemiyetleri ve çeteleri ve hattâ Ermeni cemaatinin bütünü için; meşrû Osmanlı Hükûmetine ve nüfusunun % 80 veya 90’ını teşkil eden asırlarca beraber ve huzur içinde birlikte yaşadıkları komşuları Müslüman halka karşı ortaya koydukları ihanetler, fitne ve fesat ve zulümler sonu olmayan bir mâcerâdan başka bir şey ifade etmiyordu. Zira İmparatorluğun her tarafında dağınık hâlde bulunan Ermenilerin İmparatorluktaki sayıları toplam olarak bir milyonu geçmiyordu ve dolayısıyla Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu bünyesi içinde küçük bir azınlıktan başka bir şey değildi. Onların tahrik ettikleri olayların mâcerâ karakteri taşımasının esas sebebi de işte bundan dolayıdır.

Netice itibariyle Doğu Anadolu’da meydana gelen Ermeni olayları Düvel-i Muazzama için dış görünüşte insanlık veya Hıristiyanlık adına çözülmesi gereken sözde çok önem verdikleri bir mes’ele, temelde ise emperyalizm veya Şark Mes’elesi; Bâb-ı Âli için bastırılması ve mes’ûl olanların cezalandırılması gereken bir isyân, Ermeni cemaati için ise gerçekleştirilmeye çalışılan bir mâcerâ veya hayâl olduğu muhakkaktır. Zira tarihî hakikatler ortadadır. [10]

Avrupa’nın her türlü baskısına, müdâhalesine ve bunca Ermeni ihanetlerine rağmen II. Abdülhamid, bütün gücüyle Ermeni isteklerine ve İmparatorluğun dağılması veya Balkanizasyonu ve Ermeni devletinin kuruluşu mânâsına gelen reform uygulamalarına karşı geldi.[11]

Sonuç olarak, evvelâ şu iki hususu belirtmekte fayda vardır:

1-Ermeni cemiyetleri ve isyancıları her şeyden önce kurmak istedikleri Ermeni devletinin ne tarihî, ne coğrafî, ne de siyasî sınırlarını tam mânâsıyla tespit edebiliyorlardı.

2-Ermeniler, Doğu Anadolu’da nüfus bakımından azınlıkta bulunduklarını, nüfusun % 80 veya 90’ını Müslümanların teşkil ettiğini nazarı dikkate almamışlardı.

Bu durumda Ermeniler iddialarını hangi temellere dayandırmışlardır, belli değildir. Gerçek ve savunulabilir bir mesnetten mahrûm oldukları içindir ki, katliâmdan, baskından, terörden, anarşiden dün de, bugün de medet ummuşlardır. Bütün hedefleri Avrupa’yı kendi lehlerine Osmanlı Devleti’ne müdâhale ettirmekti. Bu bakımdan Ermenilerin giriştikleri hareketin adı politik mâcerâdır. Başka bir şey değildir. [12]

1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonucu imzalanan Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu’da Ermeniler lehine ıslahât yapması şartını getirerek, Bâb-ı Âli’yi büyük bir ıslahata mecbûr etmişti. Özellikle sonraki yıllarda İngiltere Doğu Anadolu’da Ermeniler lehine ıslahat yapılması hususunda Osmanlı Devleti’ni siyasî baskı altına almıştı. Gerek Rusya ve gerekse İngiltere’nin bu yöndeki tazyikleri Osmanlı Devleti’nin “Denge Siyâseti” uygulamak yoluyla ıslahat gerçekleştirmeme yoluna girmesine sebep olacaktır.

Doğu Anadolu, Düvel-i Muazzamanın baskısıyla Osmanlı Devleti’nden koparılmak istenirken, yine aynı devletlerin mârifetiyle aynı topraklar üzerinde yaşayan Hıristiyan azınlık olarak Ermenilerin Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırılması yoluna gidilmiştir. Yoğunlaşan Ermeni isteklerinin önüne geçerek bir Ermeni devletinin kurulmasını önlemek II. Abdülhamid’in Doğu Anadolu politikasının temelini teşkil etmiştir. Bu durumda devletin bölgede cengâverlikleriyle nâm salmış aşiretlere yaklaşma politikası güttüğü müşâhede edilmektedir. Bilhassa İngiltere’nin 1880’den sonra Doğu Anadolu üzerinde nüfûz kazanma faaliyetleri bu gelişmeyi daha da hızlandırarak, Hamidiye Hafif Süvâri Alayları‘nın doğuşuna zemin hazırlamıştır.

Alayların kuruluş gâyeleri incelendiği takdirde Doğu Anadolu’nun Osmanlı Devleti’nden koparılmaması ve burada yaşayan İslâm ahâlisinin Devlete olan bağlılıklarını kuvvetlendirme hedefinin çok güçlü olarak ön plânda tutulduğu görülüyor. Aşiretlerden askerî güç olarak yararlanma fikri yanında Doğu Anadolu’da devlet otoritesini sağlamak yoluyla İmparatorluktan koparılmak istenen bu bölge elde tutulmak istenmiştir. Diğer taraftan çıkması muhtemel bir Osmanlı-Rus savaşında Doğu Anadolu’nun müdafaasında kurulması plânlanan alaylar çok önemli bir rol oynayabileceklerdir. [13] 

Ermeni komitecileri, Sultan’ı etkisiz hâle getirmek için denedikleri birçok vasıta yanında Jön Türklerle işbirliğine de yanaşmışlardı. Aynı şekilde, Siyonistlerin de Jön Türklerle iş birliğine gittiklerini görüyoruz. 1896 yılından 1902 yılına kadar İstanbul’a tam beş def’a gelip giden ve her def’asında, Osmanlı’nın yabancı devletlere karşı olan borçlarının tamamının ödenmesi karşılığında Filistin’in Yahudilere yurt olarak verilmesini isteyen Dünya Siyonist Teşkilâtı’nın lideri Theodor Herzl’e II. Abdülhamid hiçbir zaman yüz vermemişti. [14]

O halde çevresindeki büyük ve küçük bütün devletlerin mirasından pay almak için başına üşüştüğü ve düşmanlıklarını açıkça ve çekinmeden ortaya koyduğu bu zamanda “Hasta Adam” durumuna düşen Osmanlı Devleti nasıl yaşatılacaktı? II. Abdülhamid’i düşündüren ana konu buydu. Osmanlı Devleti iyice zayıflamıştı. Kendisini kendi gücüyle koruma imkânını çoktan kaybetmişti. Bu durum karşısında II. Abdülhamid, harpten âzamî derecede kaçınarak İmparatorluğu yaşatacak yol olarak “barışçı politika ve “denge politikası“na daha çok sarıldı. II. Abdülhamid’in dış siyâsette temel prensibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun barış içinde yaşamasını sağlamaktan ibâretti. Bu neticeyi elde etmek için tuttuğu yol, hiçbir devlete bağlanmamak ve siyasî ihtilâfları İmparatorluğun zararına da olsa mutlak bir barış yolu ile çözmek ve böylece barışı koruyarak Devleti ayakta tutmaya çalışmaktı. Barışçı olmasının sebebi, Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu zaaf derecesini kavramış olmasından ileri geliyordu. Dış siyâseti olayların gidişine göre, şu veya bu devlete meyletmiş olmasına rağmen, önceki pâdişahlar devrinde görüldüğü gibi bunlardan herhangi birisi ile kesin ve vazgeçilmez dostluk ilişkileri kurmaktan ve devleti mâcerâya sürüklemekten dâimâ uzak durmuştur. [15]

II. Abdülhamid de Osmanlı’nın dününü ve devlet yapısını pekâlâ biliyordu. Bilindiği üzere Osmanlı Devlet yapısı bir modele göre değil, bir gâyeye göre oluşturulmuştur. Bir devlette önemli olan, vatandaşa verilen değerdir. Osmanlı Devleti’nde teb’a, “Vediatullah“tır, yâni pâdişaha Allah’ın emanetidir. Batı toplumlarının “People“ı, sıradan adam anlamına gelirken, Osmanlı’nın ehâli“si ehliyetli sanip, mâlik anlamına gelir. Halk ise, başka ülkelerde rastlanmayan bir kelimedir; Arapça’dır, ama Arapça’da yoktur. Allah’ın Halketme gücünden davranılarak yapılmış ve topluma yakıştırılmıştır.

Pâdişahla halk ilişkisi, iki müsâvî varlık ilişkisi bile değil, hizmet dağıtan ve hizmet gören ilişkisi gibi bir şeydir. Batı demokrasisinin bugün de hâlâ ulaşamadığı bir sosyal irtifâ… Osmanlılar “Devlet-i Âliyye” dedikleri ülkelerinde “adalet” ve “fırsat eşitliği“ni gerçekleştirmişlerdir. Toprak üzerinde mülkiyet yoktur. Toprağa sahip olunmaz, ondan yararlanılır. Yararlanacak kimseleri de Devlet tâyin eder.

Sivil ve asker bürokratlar pâdişahın kuludur; bunun dışındakiler halk, ahâli, teb’a, reâya… Pâdişahın kulları yüksek ücret alırlar, ganimetlere sahip olurlar, zengin olabilirler. Fakat bir yolsuzlukları görüldü mü, hayatları ve varlıkları pâdişahın iki dudağı arasındadır; kafası sepete, malı mirî’ye gider, “defteri dürülür”. Toplumun halk kesiti için ise, anlaşmazlıkları ya şer’iyye mahkemelerinde ya da ait oldukları toplumun geleneklerine uygun mercilerde çözülür!.. Pâdişah halktan birisi için hiçbir ceza veremez; merci değildir.

Osmanlı devlet yapısı bir sistem oluşturur; çünkü toplumun ekonomik boyutlarını tâyin eden kaideler, esaslar koymuştur. Toprak ürünlerinden hiç kimse zengin olamaz. Zengin olmanın yolu ticaretten geçer… Bu yolda zengin olanlar da pâdişah tarafından “Kethüdâlık” verilerek, askerî sınıfına alınırlar ve hayatları da, varlıkları da pâdişahın irâdesine bağlanmış olur. Osmanlı Devleti dünya devleti olmak için ortaya konmuş bir sistemdir. [16]

Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zafiyet sebebiyle büyük devletlerin düşmanlıklarını Osmanlı’ya karşı açıkça göstermeleri yüzünden II. Abdülhamid’in meylettiği devletlerin başında Almanya geliyordu. Almanya, Bismark’ın çabaları sonucu 1871’de kurulmuş yeni bir imparatorluktu. Sultan Hamid, daha şehzâdeliği zamanında bu ülkeyi Sultan Abdülaziz’in refakatinde ziyaret etmiş, Almanların çalışkanlığına hayran olmuştu. Bu devletin Osmanlı Devleti ile doğrudan bir sınır komşuluğu yoktu. Osmanlı, toprağı işgâl emeli taşımıyordu. İçerisinde Müslüman bulunan sömürgesi mevcut değildi. Bunlara iki millet arasındaki mizaç ve rejim benzerliği de eklenince Almanya II. Abdülhamid’in iktidarı boyunca “en ziyâde muteber devlet oldu. Sultan Hamid’in siyasî hariciyede prensibi şu idi: Rusya’yı idare etmek, İngiltere ile asla mes’ele çıkarmamak, Almanya’ya istinat etmek, Avusturya’nın gözünün Makedonya’da olduğunu asla unutmamak, diğer devletlerle mümkün mertebe hoş geçinmek, Balkanları birbirine karıştırıp Sırp ve Yunanlılar arasında nifâk ve ihtilâf yaratmak. Sultan Hamid Rusların vakit vakit başımıza getirmiş oldukları felâketleri akıldan çıkarmaz, onun en yakınımızda gâyet büyük ve korkunç bir düşman olduğunu sık sık söylerdi… Bundan dolayıdır ki, Rusya’ya karşı idare-i maslahat siyâsetini tâkip ederdi. Rusya Çarı Karadeniz sahilindeki sayfiye olan Yalta Sarayı’na gelince Fuat Paşa, Turhan Paşa gibi zevâtla beyan-ı hoşame göndererek münasebet-i dostaniyeyi teyide çalışırdı. [17]

II. Abdülhamid de hâtırâlarında büyük devletlere karşı politikasını şöyle anlatır: Balkan haydudunu vurmak üzere her elimizi kaldırdığımızda, Rusya’yı yahut İngiltere’yi karşımızda bulduk. Zâten İngiltere ile Rusya evimizi harap eden iki fareye benziyorlar. Eskiden Fransa, bu iki iğrenç kemiriciye karşı istediğimiz vakit çıkarabileceğimiz emin bir müdafimizdi. Fakat Fransa, her gün biraz daha fazla bizden ayrılmaktadır. Allah’a şükür bunu telâfi için Almanya ile dostluk kurmuş bulunuyoruz. Bu namuslu müttefikimiz herkesi hizada tutmasını bilecektir. [18]

Sultan Almanya ağırlıklı bir dış politika tâkip etmesine rağmen, diğer büyük devletleri de darıltmak istememiş bu baptan olarak kızı Ayşe’ye şunları söylemiştir: Ben Alman politikasına çok önem vermekle beraber öteki büyük devletleri de gözden kaçırmaktan ve gücendirmekten dâimâ sakındım. Politikamı dâimâ teraziyle tarttım. İmparatorla (II. Wilhelm) şahsî dostlukta devamlı beraber, Rusya İmparatoruna da fırsat düştükçe dostluk gösterdim… Ben hiçbir devlete söz verip bağlanmadım. İngiltere ve Fransa’nın gözleri dâimâ Şark’ta idi. Bilhassa Müslümanlarla aramızda nifak çıkarmak emelleri idi. Kuvvetimizi bu sûretle kırmak istiyorlardı. Halîfelik politikasıyla bunu önlemek istiyordum. [19]

II. Abdülhamid’in dostlarından ünlü Macar bilgini Prof. Dr. Arminius Vambery’e göre, Sultan, kesin tarafsızlık politikası güdüyor, herhangi bir Avrupa gücüne yakınlaşıp, diğerlerinin düşmanlığını üzerine çekmek istemiyordu. Bu sebepten İstanbul’daki bütün büyükelçiliklere mavi boncuk dağıtıyordu. Ufukta bir tehlike belirince herhangi bir devletle ittifakı zorunlu görüyor, Avrupa sulhunu tehdit edecek kombinezonların dışında kalmaya çalışıyordu. Bu sebepten, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in 1898’de İstanbul’u ikinci ziyareti sırasında yaptığı Türk-Alman savunma ittifakı anlaşması teklifini reddetmişti.

Almanya’da Bismark’ın, Osmanlı Devleti’nde de II. Abdülhamid’in dış politikası yürürlükte olmaya devam etseydi, I. Dünya Harbi çok büyük bir ihtimâlle çıkmazdı. Çünkü her iki lider, ülkelerinin iç ve dış şartları gereği, dış politikada “barışçı” ve “dengeli” bir politika tâkip ediyorlardı. Bir kere Osmanlı açısından I. Dünya Harbi’nin öncüleri olan Trablusgarp Harbi ve Balkan Harbi de vuku bulmazdı. 1911’de Osmanlı Devleti ile İtalya arasında olan Trablusgarp Harbi’ne Jön Türklerin hatalı politikaları sebep olmuştur. “Sultan Hamid bu mıntıka (Trablusgarp-bugünkü Libya) hakkında emellerini bildiği için İtalyan’lara karşı dâimâ müteyakkız davranmış ve tecavüze meydan bırakmamıştır. Meşrutiyet hükûmetleri ise, bunlara karşı lâkayt davranmışlar ve aynı siyâseti idameye muvaffak olamamışlardır. [20] Trablusgarp’ta harp başlayınca, II. Abdülhamid Selânik’te gözaltında bulundurulurken muhafızlarından Rasim Bey’e hayretlerini bildirmiş “Ben Makamda olsaydım bunların hiç biri olmazdı.” demişti.

Sultan büyük devletler arasındaki rekabetlerden faydalanarak, hattâ bunları körükleyerek İmparatorluğun yaşatılmasını sağlamaya çalıştığı gibi, Balkan devletlerinin de Osmanlı Devleti’ne karşı birleşmesini önleyecek siyâset tâkip ediyordu: “Balkan devletlerine karşı tâkip edilen siyâsetin esası, bunların arasındaki rekabet, zıddiyet ve münafeseti (iyi şeylerde yarışma) muttasıl körüklemek, bu devletlerin anlaşmalarına imkân bırakmayacak mes’eleler çıkarmak idi. Bu hususta Sultan Hamid en ziyâde Karadağ Prensi Nikola’dan istifade etmişti. Prens Nikola İstanbul’a geldiği zaman kendisine fevkalâde ikram edilmişti. [21] Bu şekilde Karadağ’la Sırbistan’ın arası dâimâ açık tutuluyordu. II. Abdulhamid, Bulgar Prensi Ferdinand’ı da dâimâ okşardı. Sultan bu hâliyle Karadağ ve Bulgarlar’ a “İstimale Siyâseti” (gönül alma siyâseti) tâkip ediyordu.

Türk olmayan Müslüman unsurlar Arnavut’lar ve Arap’lara karşı da “İstimale Siyâseti” yanında “imtiyazlı statü” uygulayan II. Abdülhamid bu iki toplumu da ancak bu sûretle İmparatorluk bünyesinde tutabiliyordu. İttihat ve Terakki Fırkası hükûmet olunca, Arnavut’lara verilen imtiyazları geri aldı. Buna darılan Arnavutlar, isyân ederek istiklâlleri peşine düştüler. Trablusgarp Harbi ve Arnavutların isyânından cesaret alan Balkan devletleri, aralarındaki ittifak girişimlerini Rusya’nın aracılığıyla daha da hızlandırdılar. Bu devletler, Arnavutların Osmanlı Devleti aleyhine dönmesiyle arkalarını emniyete almışlardı. Hele bu sırada İttihatçıların hatalı politikaları peş peşe uygulamaları Balkan devletlerini Osmanlı aleyhine daha da birbirine yaklaştırdı. Bu hatalı politikalardan birisi de “Kiliseler ve Okullar Kanunu” idi. Bu kanunun çıktığını, Selânik’te öğrenen II. Abdülhamid muhafızlarından Ali Fethi Bey’e şunları söylemişti. Abdülhamid başını iki eli arasına alarak: “Eyvah!.. Şimdi Yunanlılarla Bulgarların el ele vererek üzerimize çullanmalarını bekleyin… Ben bu birleşmeye otuz sene bin bir bahane ve sebeple mâni olmuştum. [22]

Osmanlı’ya karşı müttefik olan Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ’a 1912 Balkan Harbi’nde yenik düşen Osmanlı Devleti Balkanlardaki bütün topraklarını kaybetti. Harbin sonunda Güney Orta Avrupa’da Avusturya ile Sırbistan arasında Cermen-Slav çatışması daha da hızlanarak 1914’de I. Dünya Harbi’nin çıkmasına sebep oldu. Harb-i Umumi(I. Dünya Harbi) Avusturya ile Rusya’nın, daha doğrusu İslavlıkla Cermenliğin mücadelesiydi. İngiltere ile Fransa’nın bu harbe iştiraki Almanya’nın mülken ve iktisaden yayılması neticesiydi. Kaldı ki, Balkanlara Osmanlı ile muharebe cesaretini veren ve bundan dolayı harbe sebep olan hallerden biri Arnavutluk seferi, ikincisi, İtalyan Harbi (Trablusgarp Harbi) idi… Devletin zimamı (yetkileri) Sultan Hamid’in elinde bulunsaydı ne o sefer vukua gelirdi, ne de o harp. Çünkü Arnavutlara şikâyet sebebi verilmez, Trablusgarp müdafaasız terk olunmak şöyle dursun, ihmâl bile edilmeyerek İtalyanlara tecavüz kapısı açık bırakılmazdı. [23]

Osmanlı Bahriyesi’nde kırk yıl boyunca çalışmış olan İngiliz Amirali Sir Henry Woods’a göre de “mükemmel bir diplomat” olan Abdülhamid tahttan düşürülmemiş olsaydı, Avrupa devletlerinin hâlen yaralarını sarmaya çalıştığı “o büyük âfet” (I. Dünya Savaşı) meydana gelmiş olmayacaktı. Aksini farz etsek bile Abdülhamid büyük bir ihtimâlle Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalmasını sağlayarak memleketine bir zafer hediye etmiş olacaktı. [24]

II. Abdülhamid, herhangi bir devletle harbe girmekten sürekli olarak kaçınıyordu. 33 yıllık iktidarı boyunca kendi irâdesiyle karar verdiği tek harp 1897 Türk-Yunan Harbi oldu. Harbe karar verilmesi noktasına çok zor gelinmiş, günlerce toplantılar yapılmış, şımardıkça şımaran Yunanistan’ın bu tavrı karşısında sabrı nihayet taşmış, harbin idaresinden mes’ûl Başkomutan Ethem Paşa’ya büyük devletleri emr-i vâki karşısında bırakmak için “Yıldırım Harbi” vermesini emretmiştir. Yunanistan kısa bir müddet içerisinde yenilmiş, Atina yolu Türk Ordusu’na açılmıştı. Yunanistan yok olmak üzere idi. Sultan’ın harpten önceki kesin tahmini bu sırada fiiliyatını gösterdi. Yunanistan’ın imdadına koşan ağa babaları büyük devletler gâlip Osmanlı Devleti olmasına rağmen ona mağlûp muamelesi yaparak Yunanistan’ı Osmanlı’nın elinden kurtarıp korudular. II. Abdülhamid’in “sulhçu ve “harp aleyhtarlığı” konusundaki tutarlı politikası önemini bir kere daha ortaya koymuştur. Harpler, Osmanlı Devleti’nin ister lehine, isterse aleyhine bitsin, bu devlete hiçbir kazanç sağlamayacak, zararı dokunacaktı.

1909’da II. Abdülhamid’in iktidardan uzaklaştırılıp, onun dış politika uygulamalarına son verilmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun da sonu oldu. İmparatorluk Jön Türkler’ in uygulamalarına ancak on yıl dayanabildi. II. Abdülhamid’in dış politikası yürürlükte olmaya devam etseydi İmparatorluk daha uzun yıllar yaşatılabilir miydi? Belki de yaşatılamazdı. Ancak on seneden daha fazla süreyle yaşatılır, her halde Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırları çok daha geniş çizilirdi. II. Abdülhamid’in dış siyâseti hata ve sevaplarıyla artık bugün için tarihî bir vak’a olmuştur. Önemli olan günümüz Türkiye’si için bu politikadan dersler çıkarmasını bilmektir… [25]

b) Pan-İslâmizm, Osmanlı Hilâfeti ve II. Abdülhamid

“Pan-İslâmizm bir manevî hareket olmanın daha da ötesinde (…) gayrı Müslimlerin tehdit veya gerçekleşmiş saldırılarına karşı içgüdülü ve tümü ile tabiî bir karşılık olarak çıkmıştır; (bu itibarla) Abdülhamid adlı kudretli diplomatın mâhir girişimi ile belirgin bir teşkilâtlanma niteliğini elde etmiştir.” [26]

Milletlerarası durumun Osmanlı İmparatorluğu’nu “Müslümanların Hıristiyan egemenliğinden korunmak için yöneldikleri yegâne güç” [27] hâline getirdiği bir ortamda “Halîfe sıfatıyla mevkiini hayli ileri ölçülere uzanan siyasî gâyeler için kullanmaya” [28] kararlı bir Osmanlı Sultanı olarak Abdülhamid’in tarih sahnesine çıktığını ve genellikle o dönemleri inceleyen araştırmacıların önemli bir kısmı tarafından kabul edilegeldiği üzere, Pan-İslâmist bir siyâset geliştirmeye başladığını görüyoruz. Bu arada hemen işaret etmek lâzım gelen bir nokta yerli araştırmacıların bir kısmının, genel kabul gören yukarıdaki görüşün aksine bir eğilim içinde olduklarıdır. Bu istikamette Şerif Mardin’in “böyle bir politikanın 1890’dan önce varlığından söz edilemeyeceği gibi 1890’dan sonra da pek atak bir “Pan İslâmizm” politikasına girişildiğini ispat etmenin zor olduğuna [29] işaret ettiği görülmektedir. Araştırmacı ve yazar Orhan Koloğlu benzer bir görüşü bu ifadelere nazaran çok daha net ve keskin bir sûrette şu ifadelerle ortaya koymaktadır:

“1878-1930 döneminin bir sürü ünlü araştırıcı ve kaynağı 1878 Berlin Kongresi’nden sonrasını Pan-İslâmizm başlangıcı olarak (ortaya) koyarlar. Abdülhamid’in bu politikaya sarsılan yerini güçlendirmek için girdiğini öne sürerler. Sonradan Türk ve doğulu çevreler bu iddiayı hiçbir incelemeye gerek görmeden ezbere kabullenmiş, böylece Abdülhamid Pan-İslâmizmin babası ilân edilmiştir.” [30]

Yaygın görüşü bu şekilde tenkit eden Koloğlu, daha sonra bu deyimi Avrupalıların Abdülhamid’in tahta çıkmasından çok önce icât etmiş olduklarını, dolayısıyla Pan-İslâmizmi, Abdülhamid’den ziyâde, onu gözlerinde büyüten ve ondan korkan Avrupalı sömürgecilerin bir hareketi olarak gördüklerini öne sürmektedir. Zira aynı yazarın iddiasına göre, “Abdülhamid, Pan-İslâmizme karşı olan Tanzimatçıların ‘statüko korumacı’ görüşüne yakındı ve bu durum yeni Osmanlıları hedef alıyordu. (…) Daha tahta geçmeden önce, Tanzimatçı geleneğine bu konuda bağlı olarak, radikal ve Pan-İslâmist eylemlere karşıydı.” [31]

Sonuç olarak Koloğlu, “Abdülhamid’in son on yıllık saltanatı sırasında Pan-İslâmcılıktan dolayı kendisine yöneltilen suçlamaların artması, O’nun herhangi bir şey yapmış olmasından değil, Avrupa’nın (Abdülhamid) korkusunun artmasından ileri geliyordu” der. [32]

Abdülhamid “çabalarını, merkezden uzak kitleler arasında-onların Halîfe’nin uzak mevcudiyetine bağlılıklarına anlam verebilmelerini sağlayacak-bir kimlik aşılamaya yöneltmiş idi. Bu hedefe yönelik olarak, Sultan, şeyh ve dervişlerle bağlantı kurmak, kır kesimindeki nüfusu hareketlendirmek için propaganda yolunu kullanmak ve Arap nüfusun bir Osmanlı kimliğini benimsemesine çalışmak gibi yollarla son derece akıllı bir politikayı ortaya koyacaktı.”[33]

II. Abdülhamid, devletin gücünün bir satvet ve kuvvet siyâseti tâkip etmeye uygun olmadığını çok çabuk fark etmişti. Ancak, onun, tâbiri câizse, bir siyasî potansiyel teşekkülü için İslâm topluluklarına ve bâzı İslâm önderlerine gösterdiği alâka, aktif bir İslâmlık siyâseti güttüğü şeklinde mübalâğa edilmiştir.

Bu bakımdan II. Abdülhamid “tahttan ayrılıncaya kadar, ittihât-ı İslâm politikasını kışkırtmamış ve dış ülkelerin içişlerine karışmamış [34] “aslâ Pan-İslâmcılık yapmamış, sâdece tahtını ve devletini Hıristiyan ve Müslüman bölücülere karşı korumaya” [35] çalışmıştır.

Diğer taraftan İslâmcılık hususunda pâdişahın “dalgalandırmama yöntemi” ile Gandi’nin “pasif direniş veyâ aktif şiddetsizlik taktiği” arasında çok benzerlikler bulunması da yeni fark edilen hakikatlerdendir. [36]

Prof. Kemal H. Karpat’ın da dediği gibi, kanaatimce, Sultan Abdülhamid’in ana gâyesi dünya Müslümanlarını birleştirmek değil, Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Müslüman teb’ayı birbirine kaynaştırmak, aralarında birlik ve tesânüt sağlamaktı. Toplumdaki sosyal yapı değişiklikleri de Müslüman teb’ayı o istikamete doğru sürüklemekteydi. Şüphesiz ki, emperyalizmin azgın saldırıları sonunda bütün dünya Müslümanları arasında XIX. yüzyılın ikinci yarısında belirgin bir şekilde birleşme ve Avrupa emperyalizminin saldırılarına karşı koyma arzusu doğmaktaydı. Fakat Sultan II. Abdülhamid bütün dünya Müslümanlarını birleştirmenin mevcut şartlar dâhilinde mümkün olmayacağını da pek iyi bildiği için asgarîyi temin etmekle yetinmekteydi. Bu da kendi hükmü altında bulunan Osmanlı Müslümanları arasında tesânüt ve birlik meydana getirmekteydi. II. Abdülhamid’in Pan-İslâmizmi işte bundan ibarettir. [37]

Netice itibariyle genel bazı değerlendirmeler yaparak şunları söyleyebiliriz:

II. Abdülhamid ciddî ve seviyeli bir devlet idaresi sağlamıştır. Ortada o zamanı yaşayanların üzerinde ittifak ettikleri bir nokta vardır ki, o da Sultan Hamid’in kadınlarının devlet işlerine en küçük müdâhalelerine müsaade etmemiş olduğu gibi, saray kadınlarının, bilhassa babası Abdülmecit devrinde ayyûka çıkan birtakım rezâletlerinin tekrarına asla meydan vermemiş bulunduğudur. [38]

Bilindiği üzere “dünyada dengeleme diplomasisi diye bilinen bir strateji vardır. II. Abdülhamid, Osmanlı’nın üzerindeki bulutların sağnaklaşmasına hep bu ince diplomasiyi kullanarak şemsiye açabilmiştir. Bugün Fransa, İngiltere, Alman ve Amerikan üniversitelerinde, Osmanlı’nın 1876-1908 devresi, ders olarak okutulur, seminer ve konferanslarda tartışılır. Bizim allâmelerimiz, cehâletlerine herkesi inandırmak kompleksini yaşadıkları için, o billur zerreli sebil’e Kızıl Sultan” demeyi şahsiyetsizliklerinin diploması sanmışlardır.”  [39]

İki yüz yıldır paylaşılması ve sonu Avrupa’nın gündeminde olan Osmanlı Devleti’nin 1892 yılındaki durumunu başarılı gözlemci Vambery bir raporunda şöyle özetlemiştir:

“Abdülhamid’in akıllılığı, çalışkanlığı ve vatanseverliği her şüphenin üstündedir. (…) Hiç kuşkusuz kader ona hiç de yardım etmedi, kendisinden öncekilerin günâhlarının kefâreti kadar şimdiki Avrupa politikasının özellikleri de hemen bütün çabalarını boşa çıkardı ve ileride de durumu daha kötüleştirecektir.” [40]

Abdülhamid’in vatansever olmadığı şeklindeki iftirâlar birer safsatadır. Abdülhamid’in bütün tutkusu tıpkı kendisinden önceki ve sonraki Türk idareci ve düşünürleri gibi devleti kurtarmaktı.

Hâlâ siyah-beyaz değerlendirmelerin ve zahmetsiz hükümlerin ortalığı kapladığı fikir hayatımızda farklı ve yeni bir yorum gayretiyle tarihî vak’alarımızı tahlilin ne kadar hayatî bir öncelik ve değer taşıdığı ve buna milletçe ihtiyacımız olduğu ortadadır. [41]

Türk-Osmanlı Devleti’ne 33 sene pâdişahlık ve halîfelik etmiş olan II. Abdülhamid kendisine, işlemediği suçlar yüklenerek tahttan indirilirken, buna yalnız bir Rum vatandaş, Osmanlı Senatörü Yorgiadis Efendi itiraz etmiş, fakat sesini duyuramadığı gibi “alçak, hain, mürteci (!)...” gibi galiz söz ve hakaretlerle üzerine yürünüp susturulmuştur. İbret alınacak bir tarihî hakikattir.[42] İnsanoğlunun bitmez tükenmez garazından böylece II. Abdülhamid de nasibine düşeni almıştır.

Abdülhamid Han’ın 1878’den sonraki dış siyâseti dâhiyane bir mâhiyet arz etmektedir. Pâdişahın dış siyâseti prensip itibariyle basit, fakat uygulaması bakımından zordu. O, dünyadaki politik gelişmeleri yakından tâkip etmek üzere sarayda bir çeşit bilgi merkezi kurdu. Osmanlı ülkesiyle ilgili bütün dünyada çıkan yazılar ve dış temsilciliklerden Pâdişah’a gelen raporlar burada toplanır ve değerlendirilirdi. Abdülhamid Han, zaman zaman önemli gördüğü mes’elelerde yerli ve yabancı ilim adamlarından dış politika konusunda bilgi alırdı. Türkiye’nin, sağlam bir kültür politikası tâkip edebilmesi için II. Abdülhamid’in geçmişini en küçük teferruata kadar cesaretle, korkmadan incelemesi ve ona göre değerlendirmesi gerekmektedir. Tarihî hakikatlerden kaçamayız. Bu arada İslâmcılık cereyanının bütün incelikleriyle ele alınması zarureti vardır. Serbest tartışma ile ulaşılan ve tarihî gerçeklere uyum sağlayan sonuçlar, zorla kabûl ettirilen ve slogan niteliğini aşmayan sözde doktrinlerden çok daha sağlam ve dayanıklı olacaktır. [43]

 

Not: Bu makale, Sorgun’da yayın hayatına başlayan Sıla Dergisi’nin 2, 3 ve 4. sayılarında yayımlanmıştır.

 

 

 

 

Ekrem YAMAN

Sorgun Kaymakamı



[1] A.Turan ALKAN, “Osmanlı Tarihi: Bir “İnanç Alanı!,” Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı: 11(Yaz 1990), s. 9.

[2] Orhan KOLOĞLU, Abdülhamid Gerçeği, 2. Baskı, Gür Yayınları: 24, Araştırma Dizisi: 9, İstanbul, 1987, s. 43.

[3] Ali ÜNAL, “Abdülhamid’in Vehmi Veya Sırtta Küfe Taşımak,” Zaman Gazetesi, s. 2.

[4] O. KOLOĞLU, A.g.e., s. (67-68 ).

[5] KOLOĞLU, s. 298.

[6] KOLOĞLU, s. 300.

[7] KOLOĞLU, s. 302, 44.

[8] KOLOĞLU, s. 352, 353-354, 45.

[9] Yrd. Doç. Dr. Cevdet KÜÇÜK, “Ermeni Mes’elesi Karşısında Sultan II. Abdülhamid’in Tutumu ve Anadolu’ da Ermeni Nüfusu, ” Türk Kültürü Dergisi, Yıl: 20, Sayı: 236(Aralık 1982), s. (20-21).

[10] Prof. Dr. Bayram KODAMAN, “Abdülhamid ve Paul Terziyan,” Türk Kültürü Dergisi, Yıl: 25, Sayı: 294(Ekim 1987), s. (6-7).

[11] KODAMAN, A.g.m., s. 10.

[12] KODAMAN, A.g.m., s. 13

[13] Yrd. Doç. Dr. A.Selçuk GÜNAY, “Hamidiye Alayları ve Osmanlı Politikası,” Türk Dünyası Tarih Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 6(15 Haziran 1987), s. 39

[14] Süleyman KOCABAŞ,” II. Abdülhamid’in Hal’ Olayının Perde Arkası,” Türk Dünyası Tarih Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 47(Kasım 1990), s. 49.

[15] Prof. Dr. Enver Ziya KARAL, Osmanlı Tarihi, Cilt: 8, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983, s. 182.

[16] İsmet BOZDAĞ, “Osmanlı Devlet Sistemi Dünyayı İdare İçin Oluştu,” Boğaziçi Dergisi, Sayı: 53(Aralık 1986), s. 23.

[17] Tahsin Paşa, Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları, M. Ahmet Halit Kitaphanesi, İstanbul, 1933, s. 62.

[18] Sultan Abdülhamid, Siyasî Hatıratım, Hareket Yayınları, İstanbul, 1974, s. 145.

[19] Ayşe OSMANOĞLU, Babam Sultan Abdülhamid, Selçuk Yayınları, Konya, 1986, s. (49-50).

[20] Ahmet Bedevi KURAN, Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılâp Hareketleri ve Millî Mücadele, Çeltüt Matbaası, İstanbul, 1959, s. 44.

[21] Tahsin Paşa, A.g. e., s. 63.

[22] Fethi OKYAR, Üç Devirde Bir Adam, Tercüman Yayınları, İstanbul, 1983, s. 142.

[23] Ahmet Reşit REY, Gördüklerim, Yaptıklarım, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1946, s. (35-37).

[24] Sir Henry F. Woods, Türkiye Anıları, Çev.: F. ÇOKER, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1976, s. 117.

[25] Süleyman KOCABAŞ, “II.Abdülhamid’in Dış Politikası, ” Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 21(Eylül 1988), s. (12-18).

[26] G.Wyman Bury, Pan-Islam, London, 1919, s. (12-13)’ den

[27] Engin AKARLI, “Abdülhamid’s Islamic Policy in the Arab Provinces, ” Türk-Arap İlişkileri: Geçmişte, Bugün ve Gelecekte I. Uluslararası Konferansı Bildirileri, 18-22 Haziran 1979, Ankara, TODAİE, s. 50.

[28] Lothrop STODDARD, The New World of Islam, New York, 1921, s. 67’den.

[29] Şerif A. MARDİN, Jön-Türkler’in Siyasî Fikirleri, 1895-1908, 2. Bası, İstanbul, 1983, s. 59’dan.

[30] KOLOĞLU, A.g. e., s. (172-173)’den.

[31] KOLOĞLU, A.g.e., s. (96-98)’den.

[32] KOLOĞLU, A.g.e., s 219’dan.

[33] Şerif A. MARDİN, “Religion and Secularism in Turkey, ” A.KAZANCIGİL ve E. ÖZBUDUN (der.), Atatürk: Founder of a Modern State (London, 1981), s. 201’den ikt. M. Lutfullah KARAMAN, “Pan-İslamizm, Osmanlı Hilâfeti ve II.Abdülhamid,” Türk Yurdu Der., Cilt: 9, Sayı:17(Haziran 1988), s. (10 -13).

[34] KOLOĞLU, A.g.e., s. 212.

[35] KOLOĞLU, A.g.e., s. 225.

[36] KOLOĞLU, A.g.e., s. 227, 229.

[37] Prof. Dr. Kemal H.KARPAT, “Pan-İslamizm ve II. Abdülhamid: Yanlış Bir Görüşün Düzeltilmesi,” Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Sayı: 48(Haziran 1987), s. 28.

[38] Nahit Sırrı ÖRİK, Abdülhamid’in Haremi, Arba Yayınları: 27, İstanbul, Gümüş Basımevi, 1989, s. 11.

[39] İlhan BARDAKÇI, “A.B.D. İmparatorluğu ve Biz,” Zaman Gazetesi, 16.08.1996 tarih ve 11393 sayılı nüsha, s. 2.

[40] KOLOĞLU, A.g.e., s. 436.

[41] Ali BİRİNCİ, “Dr. Orhan KOLOĞLU’nun II.Abdülhamid Hakkındaki Kitabı Münasebetiyle,” Türk Dünyası Tarih Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 14(1 Şubat 1988), s. (42-46).

[42] Midhat SERTOĞLU, “II. Abdülhamid’in Tahttan İndirilmesinin Gizli Kalmış Yanları,” Türk Dünyası Tarih Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 2(15 Şubat 1987), s. 19.

[43] Yeni Rehber Ansiklopedisi, C. I, s. 83; Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. I., s. (217-224); Prof. Dr. Kemal H. KARPAT, A.g..m., s. 36.