II. ABDÜLHAMİD’İN KİŞİLİĞİ, ORTADOĞU VE HİLÂFET ÜLKELERİ SİYÂSETİ

 

II. Abdülhamid, okuyan ve san’atsever bir kişiliğe sahiptir. Geceleri uyumadan evvel musahipleri tarafından yatak ucundaki paravananın ardında kitap okuttuğunu biliyoruz. Cumhuriyet’ten sonra İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ne hüviyeti bozulmadan taşınan (1924) ve hâlen orada bulunan Yıldız Kütüphanesi çok zengindir. Türkiye sınırları içinde sansür sürdürülmüş, hükümdarın kendi şahsı için her türlü yabancı dil eser dilimize çevrilmiş, bu çeviriler güzel bir el yazısı ile basılı kitap benzeri ciltlenerek Yıldız Saray Kütüphanesi’ne konulmuştur. Padişahın bunları okuduğuna veya okuttuğuna dair kayıtlar vardır. II. Abdülhamid seyahatten kaçınmıştır, kütüphanesinde ciddî kitaplıklar arasında mîr-i Osmanî, bugünkü adıyla “Beyazıt Devlet Kütüphanesi”, onun zamanında kurulmuştur.

İmparatorluk sınırları içinde, özellikle İstanbul’da büyük yaralar açan 31 Mart Olayı olarak adlandırılan isyânda Yıldız Sarayı’nın bir bölümü yağmalanmaktan kurtulamamıştır. Bu kargaşa arasında bir bölüm başıboş sergerde sarayda Abdülhamid’in kütüphanesine de dalarlar, zarif dolaplar, zarif ciltli kitaplar, türlü büyüklükte gayet musannâ Kur’an-ı Kerimler, işlemeli mahfazaları, zengin bir müze niteliğinde bir kuruluş. sergerdelerin bir an duraklaması sırasında;

“Bre utanmazlar!” diyerek, Rumeli ağzıyla konuşan, kısa boylu, nuranî yüzlü, beyaz sakallı bir kişi önlerine atılır. Garip bir rastlantı, sergerdeler de Kalkandelenli. hemşehrileri olan küçük adamın, büyük çıkışı onları ters yüz eder.

Bir tek kayıp vermemiştir Yıldız Saray Kütüphanesi, Kalkandelenli Kitâbi-i Şehriyari Sabri Efendi sayesinde. [1]

II. Abdülhamid şehzâdeliğinden beri çiftlik işletmiş, borsa oynamış, malî teşebbüslere girmiş ve bu sayede kendi emeği ile servet sahibi olmuştu. Osmanlı şehzâdeleri arasında borcu olmayan, hattâ zengin olan yalnız kendisiydi. Son derece eli sıkı ve hesabî oluşu da servetinin artmasına sebep olmuştu. Devletin, kendisine verdiği maaşları da harcamayıp biriktirmiş ve saraydan ayrılırken bir kasada bırakmıştı. Şahsî servetine gelince, Alman bankalarıyla, Osmanlı Kredit Lyonnais bankalarında, ayrıca Anadolu Demiryolları Şirketi’nde bulunan tahvil, hisse senedi ve nakit mevcudunun toplamı 1.089.051 Osmanlı altını değerindeydi.

II.   Abdülhamid, 93 Harbi sırasında devletin parasızlık yüzünden çektiği büyük sıkıntıları gördüğünden bu parayı böyle bir zaman için biriktirmiş olduğunu söylemiştir.

Nitekim Alâtini Köşkü’ne geldikten bir süre sonra bu para, II. ve III. Orduların eksik olan ihtiyaçlarının karşılanması için kendisinden istendi. O da bağışlanan maaşın kalabalık olan ailesinin geçimine yetmediğinden bunun artırılması, eski bir padişah olarak kira evinde oturmak istemediğinden Alâtini Köşkü’nün istimlâk olunması ve şahsî emniyet ve hürriyetinin garanti edilmesi şartıyla bu isteği yerine getirmeyi kabul etti ve bu hususlarda kendisine gerekli teminat verildi.

Ancak, o sırada birtakım güçlükler çıktı. Çünkü onun bankalarla yaptığı mukaveleler sırasında kullandığı resmî tuğralı mühür, Sarayda kalmış ve kaybolmuştu. Hattâ mukaveleler bile bulunamıyordu. Ancak, bunların ikinci nüshaları, bankalarda duruyordu; bununla beraber bu servetin devri belgesi için aynı mühür gerekmekteydi. Banka temsilcileriyle uzun süren müzakereler ve bazı elçiliklerin aracı olmaları sonunda, aralarından seçecekleri bir temsilci hazır bulunduğu hâlde eski Hünkârın, bu belgeyi yanında bulunan başka mührüyle mühürlemesi veya imzalaması kabul edildi.

Bu belgenin tarihi 18 Temmuz 1909’dur. Bunun üzerine II. ve III. Ordular adına kendisine yazılı olarak teşekkür edilmiştir. [2]

II. Abdülhamid dinimize karşı yapılan saldırılara da gereken cevabı anında vermiştir. Sahabeden Zeyd bin Hârise’ nin eşi Zeynep hakkında Ahzâb Sûresi “Zeyd, onun hakkında istediğini yaptıktan sonra (yâni Zeyneb’i boşadıktan sonra), biz onu sana zevce eyledik.” buyurmaktadır. Bu ilâhî emir üzerine Peygamberimiz (S.A.V.) Zeynep (R.A.)’ın nikâhını Allahü Teâlâ yaptığı için ayrıca nikâh yapmadan evlendi. Fransız edibi Volter, Resûlüllah’ın Hazreti Zeyneb’i (R.A.) zevceliğe kabul buyurmasını, tarihe, vak’a ve haberlere taban tabana zıt ve uydurma, alçak iftiralarla, şiir düzerek bir tiyatro kitabı yazdı. II. Abdülhamid Han, bu piyesin sahnede oynatılacağını işitince Fransa ve İngiltere hükûmetlerine ültimatom vererek oyunun sahnelenmesini hemen önledi, böylece bütün insanlığı, yüz kızartıcı ve aşağılık bir hareketten ve onun sonuçlarından kurtardı. [3]

“Osmanlıların Devletin Türk özelliğini korumak yolundaki en büyük hizmetleri İmparatorluğun resmî dilini Türkçe yapmaları olmuştu. Bu, kendilerinden önce devlet işlerinde Farsça kullanan Selçuklular ve Arapça kullanan Memlûklar gibi Türk hanedanlarının tam tersi bir davranıştır.” [4] Ancak, bu bilinç, yüzyıllar süren bir örtülü dönemden sonra, Sultan II. Abdülhamid’de geç de olsa Sadrazam Hayreddin Paşa’ya: “Paşa! Paşa! Ben Türküm, Türk olarak kalacağım” demek suretiyle uyanabiliyordu. [5] Türklük bilincinin Abdülhamid’de uyanmış olmasında Arminius Wambery’nin büyük etkisi olduğu söylenebilir. [6]

1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Hatt-ı Hümâyûnu, 1876 ve 1908 Meşrûtiyet ilânları ile yabancı soydan teb’âya tanınan haklarla milliyet ayrılıklarının önlenmesi şöyle dursun, gayelerine erişmede onlara büyük kolaylık bile sağlamış oldu. Diğer taraftan tehlikenin önüne böyle geçilişi, başka bir tehlikeyi doğurdu: Türkler yabancı unsurları şüphelendirmemek düşüncesi ile bilerek kendi milliyetlerine sırt çevirmişlerdi. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nda milliyet cereyanının en son tesir ettiği unsur Türkler oldu. [7]

Abdülhamid tahttan indirildiği güne kadar bütün gayreti ile Bulgarlar’ la Sırpların arasındaki kini arttırmaya olağanüstü gayret sarf etti. Bulgaristan Prensliği zamanında Prens Aleksandr Battenberg Sırplarla giriştiği savaşı kazanmış, arkasından sürpriz bir kararla Bulgar tahtından vazgeçmiş ve Bulgaristan’dan çıkıp gitmişti. Battenberg’in en kudretli anında prenslik tacını terk edişi birçok sebeplere hamledilir. Fakat en önemli sebep II. Abdülhamid’in ortaya koyduğu sebeptir. Battenberg’in zaferinde Bulgarya’dan kaçışında da Abdülhamid’in başlıca rolü oynadığı muhakkaktır. Abdülhamid Bulgar-Sırp Harbini niçin körüklediyse Battenberg’in gidişini de o sebeple hızlandırdı. Harbe mâni olmadı. Bulgarlarla Sırpların arasına devamlı bir kundak sokmak için… Battenberg’i de en parlak devrinde Bulgarya’dan uçurttu… Sırf Bulgarya’yı böyle bir baştan mahrûm etmek için!

Abdülhamid devrinin her yirmi dört saati bin bir muamma ile doludur. [8] 

Sultan Abdülhamid, devlet idaresinde başarının en büyük yardımcısı olan şüphe, merak ve tecessüse mes’ud bir tarzda sahipti. [9]

“Sultan II. Abdülhamid’in düşmanları ona ‘vesveseli’ derlerdi. Onların ‘vesvese’ dedikleri şeyin hakikî adı ‘ihtiyat ve tedbir’dir. Saltanatı esnasında yalnız bir devlet reisi değil, aynı zamanda İmparatorluğun hakikî, siyasî lideri ve Başbakanı olan Abdülhamid’in ‘vesvese’ si asrımızda devlet adamları için tanınan en büyük siyasî meziyettir.” [10]

Dr. Spiridon Mavroyeni, Abdülhamid’in şehzâdeliği sırasında yetişmesi için hayli mesâi sarf etmiştir. 1870’ de Prensin resmen hususî tabibi olduğu gün Dr. Spiridon Mavroyeni elli üç yaşındadır ve en az yedi yıldan beri genç Osmanlı Şehzâdesine, bir şehzâdenin Osmanlı sarayında ve hattâ bir fâninin Osmanlı ülkesinde öğrenemeyeceği şeyleri öğretmektedir.

Abdülhamid Efendi hiç de fena olmayan Fransızcasını ondan kapacaktır. Batılıların gelişigüzel Şark Mes’elesi adını verdikleri ve Osmanlı vezirlerinin Devlet sırrı dedikleri şeyi, yani bütün Ortadoğu politikasını Abdülhamid’e o anlatacaktır. Çok zeki, yaratılıştan mütecessis, her şeyi öğrenmeye pek meraklı bu Şehzâde, Mavroyeni’yi doymaz bir oburlukla dinleyecek ve Batı Avrupa ölçüsünde büyük bir münevver olan doktor, hiç kimse farkına varmadan Osmanlı sarayında bir mucize yaratacaktır.

Böylece Şehzâde Abdülhamid Şarklılıktan sıyrılacak, Batılı anlamda realist bir devlet adamı olmaya başlayacaktır.

Hadiseleri günü gününe takip eden, tahlil eden, hiçbir şeyi tesâdüfe yüklemeyen, her olayı bir sebebe bağlayan, istenmeyen şeylerin önlenmesi için çâreler arayan ve her şeye şüphe ile bakan bir devlet adamı…

Politika dünyasının tecellileri, Abdülhamid’in bilhassa bu tarafını törpüleyecek ve karakterinin en sivri noktası hâline sokacaktır. Hele l871’ den sonra, Üçüncü İmparatorluk Fransa’ sının tepe taklak oluşundan sonra, bütün siyasî vesikalara şüphe ile bakacak, hiçbir siyasî vaade inanmayacaktır. Amcası ile birlikte yaptığı Avrupa seyahati esnasında gözlerini kamaştırmış olan Üçüncü Napolyon’ un birdenbire sönüvermesi Abdülhamid’e görünüşe aldanmamayı öğretecektir. [11]

“Abdülhamid çocukluğundan beri Ermeniler tarafından pek seviliyordu. En kibar Ermeni aileleri ile dosttu. Meselâ Pabyan beyler gibi gerçek Ermeni asilzâdeleri arasında çift kardeşleri bile vardı. Rum muhitler ise tamamıyla Mavroyeni’nin tesiri altında idiler.” [12]

Sultan İkinci Abdülhamid’in gerçek siyasî hüviyetini, Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında çok güzel şeyleri kaybedişin onulmaz acısı içinde aramak gerekir. Sultan İkinci Abdülhamid Han, başında en tatlı ümitlerin kavak yelleri estiği günlerde, lâyık olmadıkları iktidar zirvelerine başkaları tarafından yükseltilmiş bulduğu birtakım haris gafiller tarafından korkunç bir hayâl kırıklığına itilmişti.

Siyasî kaderin en garip bir cilvesidir ki, Osmanlı tarihinde iki büyük inhidam Abdülhamid adlı iki yüksek vakârlı sultanın saltanat devirlerine tesâdüf etmişti:

Kaynarca Muahedesi’ne sebep olan bozgun Birinci Abdülhamid Han’ın ahdini karartmıştır. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi de İkinci Abdülhamid Han’ın …[13]

Balkanlar, Makedonya…

Mustafa Kemal ve Abdülhamid…

Son yüzyılın Türkiye’ yi ilgilendiren bütün hadiseleri, hangi imbikten süzülürse süzülsün netice asla değişmez, şu iki senteze ulaşmak mukadderdir:

1- Mustafa Kemal’ in iktidarı “zamanında” eline geçiremeyip “zamansız” gidişi,

2- II. Abdülhamid’in her şeyi “zamanında” hazırlayıp kotardıktan sonra tahtından “zamansız” indirilişi…

O nice kötülüklerimizi, çeşitli millî felâketlerimizi en başta bu iki sebebe bağlamak mümkündür. Bir defa, Mustafa Kemal iktidarının başlaması ile II. Abdülhamid’in tahta çıkışı arasında tam bir benzerlik vardır: İkisinin de hükümranlık devirleri, Türkiye’nin korkunç oldubittiler karşısında bulundurulduğu anlarda başlamıştır.

II.   Abdülhamid tahta çıktığı gün, hazine tamtakırdı. II. Abdülhamid, paramparça olup batmış bir gemiyi, deniz altında tamir ettikten sonra yüzdürmüş ve sonsuz imkânsızlıklar içinde güç belâ edinebildiği “hırdavat” ile yamayarak otuz üç yıl dünya politikasının en korkunç dalgaları arasında dolaştırabilmiştir.

Milletlerin târihî kaderlerini ekonomi-politik sebeplere bağlayan materyalistler bile eninde sonunda “lider-insan” kudretinin azâmetine inanmışlardır. Dünya târihinin bütün büyük hâdiselerinde başrol daima “harika adam”ındır. “Zamanında” işlere el koyabilmiş olan “harika adam”ların…

II. Abdülhamid, tam zamanında gelmemiş olduğu için, kendinden önce gelenlerin kötü bir istikâmete yöneltmiş oldukları devlet gemisi, meselâ günün birinde bir Makedonya siklonu içine girmiştir. Abdülhamid kendisinden önce gelmiş olanların hazırladıkları sebeplerden doğan bir volkanın içine düşmüş, fakat ateşle oynamasını bilmiştir. Kendisini deviren “Jön Türkler”le mukayese edilince bu alanda üstünlük II. Abdülhamid’de kalır. Makedonya volkanı sayesinde iktidara gelmiş değiller miydi Jön Türkler? Öyle ise niçin Abdülhamid’in korumaya muvaffak olduğu Makedonya, onların eline geçince uçup gitti?..

Târihin temyiz kabul etmez mutlak kararı şudur:

Abdülhamid o devir için lüzumlu olan liderdi… Çünkü Jön Türklerin iktidarı zorla eline alan hizbi içinde bir tek “harika adam” yoktur.

Târihî vakıalara bir göz gezdirelim.

Kırım Savaşı’ndan sonra Paris Muahedesi ile Avrupa devletleri teşrifâtında omuzdaşlığa yükselen Osmanlı İmparatorluğu’nun başında Abdülmecid değil de Abdülhamid bulunmuş olsaydı hadiseler için daha yarım asır önce bambaşka bir rota çizilmiş olurdu. Memlekete ne o, Abdülmecid ve Abdülâziz devirlerinin israfları musallat olurdu; ne de devlet gemisi Abdülâziz devrinin o sersemleten yalpalarına tutulurdu. Londra ve Paris siyasî kulislerinde elbette Rusya’ nın fiskoslarına aldırış edecek kulak kalmazdı. Çünkü bütün yüksek kudretli siyasî kulakları Abdülhamid, tam zamanında huni huni altın akıtarak tıkamış bulunurdu… Paris Muahedesi’nin altına koyduğu imzaya sadâkat gösterir, bütün reformları titizlikle başarırdı. Osmanlı İmparatorluğu’ nu Doksan Üç Harbi’ne sokan “milletlerarası entrikalar lâbirenti”ne elbette dalmazdı. Bir Mustafa Reşid’in, bir Âli Paşa’ nın, bir Keçeci’nin yanında bir II. Abdülhamid Han, elbette bir Abdülmecid’den, bir Abdülâziz’den daha kavrayışlı, başarılı ve hizmet ehli olurdu. Böyle bir Abdülhamit ile Osmanlı Devleti, meselâ bir Mithad Paşa’nın sadâret devrine çok daha başka şartlar altında ulaşmış bulunurdu. 93 Harbi’nden 23 yıl önce Tuna prensliklerini Rus kontrolünden kurtarmak için kimi yırtınmış, kimi büyük para ve kan fedakârlığına katlanmış olan Avrupa devletlerinin gözü önünde Rus emperyalizmi, Tuna’yı geçip Şipka’yı aşarak Yeşilköy’e kadar dayanamazdı.

Böyle olunca da günün birinde bir “Makedonya komitacılığı” belâsı beliremezdi. Çünkü o komitacılığı doğuran “Bulgarya” adlı siyasî bünye bu felâketten doğdu. Osmanlı Devleti yere serilmemiş olsaydı, önce bir Ayastefanos, sonra bir Berlin Muahedesi imzalanmazdı. Berlin Muahedesi’nin verdiği hayâl kırıklığı yüzünden de Bulgar kini kamçılanmaz, bir Makedonya komitacılığı doğmazdı. [14]

ABDÜLHAMİD’İN ORTADOĞU VE HİLÂFET ÜLKELERİ SİYÂSETİ

Ortadoğu ve hilâfet ülkeleri için ilk müstakil Türk politikası ne ilginçtir ki, Selçuklu sultanları tarafından ortaya konulmuş ve bu politika mahâretle de uygulanmıştır. Selçuklular büyük Türk Sultanı Tuğrul Bey’ in önderliğinde ve hilâfet ülkelerinde kısa zamanda askerî ve idarî yönlerden rakipsiz bir varlık hâline gelmişlerdir.

Selçuklular; sahip oldukları geleneksel müthiş teşkilât gücü ve bunun temelini oluşturan askerî aristokrasi ile siyasî iktidar ve otoritelerini başta Halîfe olmak üzere, hilâfet ülkelerindeki bütün egemen güçlere kabul ettirmişler, aynı zamanda hilâfet ülkelerinin birlik ve bütünlüğünü de sağlamışlardır. Selçuklular böylece, Kaşgar önlerinden Arabistan’ın güney kesimleri, yani Yemen’e kadar yayılan bu geniş topraklara hâkim olmuşlar ve buraları yaklaşık iki asır idâre etmişlerdir.

Herhalde Selçukluları başarıya götüren ve onları diğer hâkim güçlere üstün kılan temel faktör, onların topyekûn bir millî şuur ve idrâk içinde ulu bir millet olmalarıdır.

Bundan maksadımız, Selçukluların Ortadoğu, halîfe ve hilâfet ülkeleri için kendilerinden öncekilere nispetle yeni orijinal bir politika üretmiş olmaları, sadece üretmekle değil, bunu üstün bir şuur ve ön sezi ile, hem de hiçbir engel tanımadan, büyük bir dinamizmle uygulamaya koymalarıdır. O politikanın esası; dinî doktrin bakımından belli bir çizgide olmak (ehli sünnet vel-cemaat) güç dengeleri ve siyasî odakları çok iyi bir şekilde tespit etmek, Selçuklu Devleti’nin karşısında, kim olursa olsun yeni güç ve siyasî merkezlerin oluşmasına meydan vermemek, onların üzerine sür’atle yürüyerek derhal saf dışı etmek ve bütün bunlardan sonra İslâm Ümmetinin birlik ve bütünlüğünün temsilcisi olan Halîfe ile her hâl-ü kârda sıkı ve samimî bir işbirliği içinde olmaktır. Bu politik dinamiklerin çimentosu ise Abbâsi Halîfeleri ile sıhriyet bağlarına önem vermek ve onu sosyal bir müessese olarak bütün fonksiyonları ile ayakta tutmaktır.

İşte Selçuklular, tarihte bunun en güzel örneğini vermişler ve İslâm Tarihinde hiçbir millet ve devletin başaramayacağı bir şeyi başarmışlardır. O kadar ki, bu büyük siyâsetin bir sonucu olarak İslâm Halîfesi bütün siyasî ve idarî yetkilerini, bugünün tâbiri ile yasama ve yürütme gücünü Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’ e bırakmış, Selçukluların siyasî ve idarî gücü ile birleşmiş, bütünleşmiş ve kendisi İslâm Ümmetinin sadece dinî birliğinin resmî, şeklî bir temsilcisi olmuştur. Bu, şüphesiz hem İslâm, hem de Türk tarihi için müstesnâ ve büyük bir oluşumdur ki, İslâm Tarihi ve hilâfet camiasında bir başka eşi ve benzeri de yoktur.

Gerçekte Ortadoğu ve hilâfet ülkeleri için müstakil, dinamik bir politika üretmeleri bakımından Osmanlıların bile Selçuklulara ulaşamadıkları görülmektedir. Çünkü Osmanlıların, Yavuz Sultan Selim Han müstesnâ, kuruluş ve hele hele yükseliş devirlerinde bugünkü Ortadoğu ve Arap ülkeleri hakkında net bir politikaları yoktur. Ancak onların eski dünya kıt’alarını içine alan ve Hz. Peygamber’ in umumî işaret ve tebşîrâtına uygun olarak tespit ettikleri, Türk’ ün cihangirlik ruhuna da uygun global bir nizâm-ı âlem siyâsetleri vardır ki, bunun asıl hedefi hem Hıristiyan dünyası, hem de Şiî İran’ı kendileri için boy hedefi olarak görmek, askerî ve siyasî mücadelelerini buna göre yapmaktı.

Selçukluların eski hilâfet ülkelerinde gösterdiği askerî dinamizmi, Osmanlılar, Balkanlar’ da ve asırlarca Orta Avrupa’ da göstermişler ve hilâfet ülkeleri, kutsal beldelere karşı, Avrupa’nın ortalarından kaynayıp da gelen haçlı ordularını, yine Avrupa’nın ortasında boğmuşlardır. Böylece, Ortadoğu, mukaddes beldeler ve Peygamber yurdu, İslâm’a karşı kin ve nefret kusan kara vicdanlı haçlı ordularının asırlarca tahribinden de korunmuş oluyordu. Selçukluların başlattığı geleneksel Ortadoğu siyâseti yeni bir vizyonla Osmanlılar tarafından tamamlanmış ve Türkler’ in İslâm dünyasındaki aktif varlığı, yirminci yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir. Osmanlıların tâkip ettiği global Ortadoğu politikası sayesinde dünün, düvel-i muazzaması dediğimiz büyük Avrupa devletleri, onun en zayıf olduğu devirlerde bile onsuz hiçbir politika masasına oturmamışlardır. [15]

Not: Bu makale, Sıla Dergisi’nin 5. sayısında yayımlanmıştır.

Ekrem YAMAN

Sorgun Kaymakamı


[1] Muzaffer GÖKMAN, “II. Abdülhamid’in Hafız-ı Kütübünden, Eşekli Kütüphaneye…,” Yıllarboyu Tarih Dergisi, Cilt: II, Sayı: 5(Ağustos 1983), s. (50-51).

[2] Midhat SERTOĞLU, “II. Abdülhamit’in Kayıp Mührü Bulundu,” Yıllarboyu Tarih Dergisi, Cilt:12, Sayı: 4(Nisan 1984), s. 17.

[3] Hazreti Muhammed’in Hayatı, İstanbul, İhlâs Matbaacılık A.Ş. , s. (326-327).

[4] David KUSHNER, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu (1876-1908), İstanbul, Kervan Yayınları, 1979, s. 2.

[5] İ. Mahmud Kemal İNAL, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, Cilt: 6, İstanbul, s. 923.

[6] Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN, “Osmanlı Kimliği Üzerine,” Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 110 (Şubat 1996), s. 7.

[7] Salim KOCA, “Mustafa KEMAL’e Göre XX. Yüzyılın Başlarında Osmanlı İmparatorluğu Nasıl Kurtarılabilirdi?,” Millî Kültür Dergisi, Sayı: 52 (Mart 1986), s. (73-74).

[8] Nizameddin Nazif TEPEDELENLİOĞLU, Sultan Abdülhamit ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Komitacılar, Toker Genel Dizisi: 82, Tarih Dizisi: 17, İstanbul, Metinler Matbaası, 1989, s. 71.

[9] TEPEDELENLİOĞLU, A.g.e. , s. 76.

[10] ————————-, A.g.e. , s. 355.

[11] TEPEDELENLİOĞLU, A.g.e. , s. (475-476).

[12] —————————, A.g.e. , s. 480.

[13] —————————, A.g.e. , s. 561.

[14] TEPEDELENLİOĞLU, A.g.e. , s. (675-677).

[15] Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI, “Orta-Doğu, Orta-Asya Gerçeği ve Türk Dış Politikasının Tarihle Çelişkisi,” Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 111(Mart 1996), s. (53,54).