TÜRKLERDE SAN’AT ANLAYIŞI

 

GÖKTÜRK SAN’ATI

1958 yılında Çekoslovak Arkeoloji Enstitüsü adına Zumir Jill başkanlığında Orhun Vadisi’nde yapılan araştırma ve kazılar sonunda Kültigin’in mezar anıtından kalan kısımlar ve heykeller meydana çıkarılmıştır. Anıt, önce soyulup sonra insafsızca tahrip edilmiş olduğundan, heykeller parçalanmış ve çoğu kaybolmuş haldeydi. İkiye bölünmüş olan Kültigin’in başı ile hanımına ait heykelin oturmuş halde gövdesi ve kırılmış başının burun, ağız, çene kısmı bulunmuştur. Kültigin heykelinde baş tam cepheden yumuşak konturlarla işlenmiş, büyük kahramanın çene hatları kuvvetli bir ifadeyle kavranmıştır. Başındaki tacın ön tarafında rölyef halinde kanatları açmış bir kartal arması göze çarpıyor. Daha Hunlar zamanında tanınan ve sevilen kartal arması, kulaklı ve boynuzlu kartal şeklinde gösterilerek büyük bir kudret sembolü halinde ifade ediliyordu. Aslında Kültigin ve hanımı yan yana oturmuş halde canlandırılmıştı, fakat heykeller parçalanınca birçok kısımları kaybolmuş, sağa sola dağılmıştır. Ayrıca balballar, yani kahramanın mağlûp ettiği düşmanların heykelleri, nöbet bekleyen bir çift kuş heykeli, üzerine kitabe taşının dikildiği kaplumbağa heykeli başsız olarak ele geçirilmiştir. Çin kaynakları bu mezar anıtının yapılışını etraflıca bildirmektedir. Bunda bir sunak mabedi, Kültigin’in taştan bir tasvirinin yapıldığı, dört duvarda onun savaşlarının canlandırıldığı yazılıdır. Tang sülâlesi kroniğinde bunun için altı san’atçının da gönderildiği kaydedilmektedir. Mermer heykellerde Çinli san’atçılar çalışmış olabilir, fakat balbalların Göktürk heykel san’atının karakteristik ve bir dereceye kadar portre özelliği taşıyan eserleri olduğunu ileri sürmek yerinde olur. Göktürkler zamanından kalan sayısız balbalların çoğu zamanla parçalanmış, kaybolmuştur. Eski Türkler taş heykelleri veya kitabeleri boyarlardı. Khoita Tamir büyük blokunun bazı kitabeleri kırmızı ve siyah olarak boyanmıştır. Göktürk san’atı bugüne kadar, hemen hiç denecek kadar az incelendiği ve bu konuda yayın olmadığı için birçok bakımdan herhangi bir fikir edinmek zordur. Kültigin mezar anıtında bulunan heykeller Göktürklerin kıyafetleri bakımından paha biçilmez bir kaynaktır. Bunlar, Orta Asya’da bugün de Türklerin giydiği kıyafete çok uygundur. Parçalar halinde kakmalı kemerler bilhassa dikkati çeker. Kemerlerin arkasında bir bıçak takılıdır. Gündelik eşyanın içine konduğu küçük torbalar da kemere asılıdır. Dil ve edebiyat bakımından bu derece zengin eserler vermiş olan Göktürklerin san’atları da aynı şekilde gelişmiş, fakat birçok soygun ve tahripler yüzünden pek az şey zamanımıza kadar gelebilmiştir.

UYGUR MİMARİ SAN’ATI

Maniheist mabetler, kubbe ve köşe tromplarıyla İran ateşgâhları biçiminde yapılıyordu. Hoça’da bir saray harabesinde tonozlu ve kubbeli kısımlar görülür. Duvarlar, yontulmamış taşlardan harçla örülmüştür. Sirkip’te kule biçiminde bir yapı, nişler içerisinde Buda figürleri ile bir Hint Stupasından başka bir şey değildir. Buda ve Mani dinleri gibi Hint ve İran mimarî şekilleri de yan yanadır. Hoça yakınında bulunan kubbeli yapılar mezar anıtlarıdır. Kubbe İran’dan gelmiş olabilir, fakat bu zamanlarda İran’da mezar yapısı yoktur. Zerdüşt dininde ölülerin gömülmesi düşünülmeyeceğinden mezar fikri doğmamıştır. Uygurlar bu kuleli mezar yapılarıyla ilk türbeleri meydana getirmiş oluyorlar. Komul civarında İli-Köl’de mabet olması gereken diğer bir kubbeli yapıda tromp yerine köşeye ilk def’a bir üçgen konulmuştur ki, bu, İran’da bilinmeyen bir şeydir. Hâlbuki Türk üçgenleri daha sonraları Selçuklu ve Osmanlı mimarisinde önemli bir rol oynamıştır. Uygurlar umumiyetle iki kanatlı kapı ile açılan ve küçük bir evcik şeklinde giriş yeri olan, etrafı yarı yükseklikte duvarla çevrili evlerde oturuyorlardı. Evler, yarım metre yükseklikte bir tuğla duvar üzerinde yükseliyor, uzun kenarın ortasından bir merdiven yukarı götürüyordu.

Asıl ev çok def’a tek katlı duvarlar masif örgülü, pencereler ilk zamanlarda yuvarlak kemerli, sonraları dört köşeliydi. Bayramlarda evin dört köşesine dışarıdan kızıl kahverengi perdeler konulup bunlar duvar köşelerinde toplanıp düğümleniyordu. Çin evlerini andıran ağır, kiremitli, dik sırtlı çatının iki ucu bir kuş biçiminde nihayetleniyordu. Çin’de bu ejder başıdır. Dik sırtın ortasında Çin’deki gibi çok def’a alev şeklinde inciden bir nazarlık yükseliyordu. Çatı süslü ve kırmızı renkliydi. Fakat Çin’deki gibi ağır bir dekorla yüklenmemişti. Bir üst kat yapılırsa bu, çok def’a hafif korkuluklarla pavyon biçiminde oluyordu. Çevre duvarları ile ev arasında ağaçlarla bahçe, binek ve yük hayvanları için yer bulunuyordu. Odalarda renkli döşemeler veya halılar vardı. Uygurlar, 30 cm yükseklikte alçak banklar üzerinde veya yerde oturuyorlardı. Doğu Türkistan’da, eski Uygur ülkesinde, kayalara oyulmuş binlerce mabet vardır. Bunların duvarları ve tavanı fresklerle süslüydü. Fresklerden çoğu Alman Turfan araştırıcıları tarafından sökülerek Berlin Etnoğrafya Müzesi’nde duvarlara yerleştirilmiştir. Son harpte bunların büyük bir kısmı yok olmuş, fakat kitaplarda resimleri kalmıştır. Fresklerin konusu esas itibariyle Budizm’dir.

 

UYGUR HEYKEL SAN’ATI

Hint, Yunan ve Çin san’atı etkisiyle Buda heykel san’atı gelişmiş bulunuyordu. Fakat Uygurlar zamanlarına kadar görülmemiş olan realist ve yeni bir heykel san’atı meydana getirmişlerdir. Bunun başlangıcı Göktürklerdeki Balbal heykellerine dayanmaktadır. Diz çökmüş halde omzunda yük taşıyan 47 cm boyundaki alçı heykel 8., 9. yy. Uygur heykel san’atı için karakteristiktir. Cilt, beyaz, esmer, saçlar veya başlık siyah renklidir. Sorçuk’ta bulunan kalıplardan alçıya alınmış iki hayvan heykeli daha ilgi çekicidir. Bunlardan 27 cm boyunda ve bir at başını canlandıran kuvvetle üslûplaşmış heykelde yele ve perçinler çok olgun çizgilerle belirtilmiş olup, hemen, hemen demona benzer bir ifade taşımaktadır. Burada Hunlara kadar uzanan eski Türk hayvan üslûbunun bir devamı görülmektedir. 38 cm boyundaki ikinci heykel bir fil başını canlandırmakta olup, daha fazla üslûplanmış grotesk bir ifade taşımaktadır. Bu heykelin fil görmemiş biri tarafından yapıldığı anlaşılıyor. Buna benzer kuvvetle üslûplanmış fil başı tasvirleri Koça’daki duvar resimlerinde görülür. At, deve, keçi gibi bölgede bol bulunan hayvanların başları şaşılacak bir doğrulukla resmedilmiştir. 8. ve 9. yy.larda yapılmış olan bu Uygur heykellerini başka yerde bulmak imkânsızdır.

 

ESKİ TÜRK RESİM SAN’ATI

Eski Türk resim san’atı Budizm, Maniheizm ve İslâm devri olarak üç din çerçevesi içinde eserleri içine alır. Böylece 8. yy.dan 19. yy sonuna kadar bin yıldan fazla bir zamana yayılmaktadır. Eski Türk resminin asıl temsilcileri, san’ata çok istidatlı olan Uygurlardır. Eski Uygur harabelerinde bulunan 8. ve 9. yy.dan kalma Budist ve Maniheist duvar resimleri ile minyatürler Türk resminin bugüne kadar bilinen en eski örnekleridir. Bunlarda rahipler, vakıf yapanlar, müzisyenler tasvir edilmektedir. Kompozisyon, sıralama halinde ve simetrik bir düzene göredir. Koyu mavi ve kırmızının çok olduğu parlak renkler kullanılmıştır. Hükümdarlar ve asiller, Mani dinini kabul ediyorlarsa da, halk Buda dinine bağlı kalıyordu. Uygurların Budist resim san’atının en önemli abidesi Murtuk civarında Bezeklik’te bulunan mabettir. İnsan yüzüne ferdî bir özellik vermek yani portre yapmak san’atı ilk def’a 750’den sonra Türk duvar resimlerinde başlamıştır. O zamana kadar insan vücudunun diğer kısımları gibi yüz de şemalara göre çiziliyor ve resmin altına adı yazılarak ayırt ediliyordu. Fresklerde resimlerini yaptırmak isteyen kimseler tasvir ediliyor, böylece çeşitli insan grupları, Hint ve Çin rahipleri, Toharlar, İranlılar görülüyordu. Uygurlar kendilerinden farklı insanlar üzerinde dikkatlerini toplayarak bunları tiplere ayırdılar. Kendilerini de belirli olarak görmeye başladılar. Bu durum onlara portre san’atını ortaya koymak ve geliştirmek imkânını kazandırdı. Portre benzerliği aynı kıyafet ve duruşta yan yana sıralanmış rahip resimlerinde açıkça bellidir. Bunların yüzleri çeşitli insanları gösteriyor. Diğer resimlerde kendini belli eden bu portre san’atı ferdî düşünce ve şuur bakımından çok önemli bir ilerlemeyi gösteriyor. Portre san’atının doğmasında eski geleneklerin de rolü olmuştur. Göktürklerde ve Uygurlarda eskiden bengü veya mengü adı verilen hâtırâ taşlarına ölen kahramanın adı, unvanı ve memuriyeti ile yaşı yazılarak onlar ebedîleştirilirdi. Bezeklik fresklerinde Uygur prensleri çok realist olarak resmedilmiştir. Sorçuk’ta kadın ve erkek vakıfçıları tasvir eden bir freskte fikirler hep portre özelliği gösteriyor. Hoça’da dört nala koşan bir at freski de yeni realizm için iyi bir misâl olarak görülebilir. Uygurlar zamanından kalan minyatürler Maniheist kitaplardan sahifelerdir. Bunlardan başka büyük resimler, sayfalar ve sancaklar kalmıştır ki, bunlar Mani mabetlerinde saklanır ve âyinlerde kullanılırdı. Uygur minyatürleri ileride İslâm minyatürlerinin kaynağı olmuştur. Uygurlar, tipleri ayırmak, tarihlendirmek ve portre resmini yaratmaktan başka ilâh tasvirleri de yaparak her iki bakımdan Çin resmi üzerinde etkili olmuşlardır. Bundan başka Uygur ressamları 9. yy.da yeni bir üslûp getirmişlerdir. Birçok küçük sahnelerle bir veya birkaç hikâyeden ibaret Tohar resimlerinden farklı olarak Uygurlar büyük ve sade kompozisyonları seviyorlardı. Renk olarak koyu lacivert ve açık yeşil yerine kızıl kahverengi tercih olunuyordu. Uygurlarda gelişen san’at gittikçe kuvvetlenerek devam etmiş, Uygur devleti dağılınca, bu kabiliyetli Türkler parlak mirası yeni hâkimiyet kuran Moğollarla Batıya ve İslâm dünyasına taşımışlardır.

 

KERVANSARAYLAR

Türk mimarisinde en eski kervansaraylar Karahanlılardan kalmadır. Bunlara Ribat adı verilirdi. Bunların mimarisi ve plânları daha çok Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında yaptırılan kervansaraylarda geliştirilmiştir. Karahanlılardan kalan kervansaraylar bunların çok zengin ve çeşitli tiplerini sonraki Türk kervansaraylarına etkilerini açıkça gösterirler.

 

HİNDİSTAN TÜRK SAN’ATI

Gazneli Mahmut Kencap’ı kendi ülkesine katarak burada Türk san’atının yolunu açmıştır. En eski eserler Delhi sultanları zamanından kalmadır. Kutbeddin Aybey eski Delhi’de 1193’de harabe halindeki Cuina mabedinin etrafındaki sütunları kullanarak Kuvvet-ül İslâm Camiini yaptırmış, 1330’da İltutmuş bunu bir misli genişletmiştir. Sonraları kitabeler ve ortada yüksek ve geniş, yanlarda daha dar ve alçak sivri kemerlerle bir cephe eklenerek tamamıyla Büyük Selçuklu mimarisine uygun bir karakter almış ve Selçuklulara bağlanmıştır. Camiin yanında yine Kutbeddin Aybey tarafından 1199’da yapılan Kutup Minar 73 m boyunda dünyanın en yüksek minaresi olup, çok kalın bir gövde halinde başlayıp yukarı doğru incelen beş katlı, iri yivli bir kule şeklindedir. Kırmızı kum taşından yapılmış olan dört şerefeli minare, kabartma kitabe ve süsleme kuşaklarıyla çevrilidir. Bunlar şeritlerle beraber gövdenin sertliğini yumuşatır. Altta yuvarlak ve keskin olarak alternatif, sonra birinci katta yuvarlak, ikinci katta keskin kenarlı olarak yivler değişmektedir. Böylece Kutup Minar Selçuklu kümbetlerinin ve Karahanlıların Car Kurgan Minaresinin daha zengin çeşitli bir devamı olarak görülebilir. Daha önce poligon gövde üzerine silindirik minare şeklinde başlayan gelişme Türk minarelerinde çeşitli değişmeler göstermiş, Kutup Minarda poligon alt kısım tamamen kaybolmuştur. Kutbeddin Aybey 1206’da ilk Delhi sultanları sülâlesini kurmuş, 1210’a kadar hüküm sürerek Hindistan’da ilk orijinal Türk mimari eserini meydana getirmiştir. Kutup Minar bunun bir sembolü halinde yükselmektedir. Beş katının her biri çap ve yükseklik bakımından bir öncekinden daha küçülerek devam eder. Kutup Minar yer sarsıntısından harap olmuş, XIV. yy. son yarısında tekrar yapılmıştır. Kırmızı kum taşı ile kaplı üç alt kat orijinal sarımtırak mermerle kaplı, iki üst kat tamirden kalmadır. Delhi sultanlarından Alaeddin Halcı Kutup Minar’ın tam benzeri ve iki misli büyüklükte yeni bir minareye başlatmış, fakat gerçekleştirememiştir. Bu muazzam minarenin başlamış olan alt kısmı kalmış olup, tasarlanan ölçüsü hakkında bir fikir vermektedir.

 

HUNLAR DEVRİNDE SAN’AT

Altay dağları eteklerinde Rus Arkeologu Rudenko tarafından açılan M.Ö. IV. ve III. yy.dan kalma kurganlarda Hunlar’dan birçok eşya ve buzlar içinde binlerce yıl bozulmayan insan ve hayvan ölüleri bulunmuştur. Leningrad Müzesinde saklanan bu eserler arasında halı, kumaş, renkli keçe aplike örtüler gibi hayvan kavgaları ve insan figürleri ile süslü çok zengin tekstil işleri yanında atlı araba ve çeşitli eşya vardır. İkinci kurgandaki mumyalanmış insan vücudunun dövmeleri dikkat çekicidir. Bu kurganlardan çıkan halı ve tekstil işlerinin Hun san’atı bakımından ayrı bir önemi vardır. Bunlardan bazılarında Ahamenis san’atı etkileri açıkça görülmekle beraber keçe üzerine ince ve renkli deriler yapıştırmak suretiyle süslenen bir grup tekstil işleri tamamıyla orijinal Hun üslûbunu belli etmektedir. Bunlar at eğerlerinin örtüleri olarak yapılmıştır. Böyle keçeden bir belleme üzerinde renkli derilerden kesilerek yapıştırılmış parçalarla bir dağ keçisine saldıran kartal grifonu gösteren bir hayvan kavgası canlandırılmıştır. Çok realist ve ölüme yaklaşan keçinin ürpermelerini bütün kuvveti ile aksettiren sahne simetrik olarak arka arkaya iki def’a tekrarlanmıştır. Bu, Hun san’atı için karakteristik bir üslûbu göstermektedir. Mezarlarda hayvan figürleri ile işlenmiş gümüş levhalar, eğer takımları, üç ayaklı masalar, çeşitli ağaç eşya, silindirik ayaklı, kulplu tunç kazanlar, yerli keramik, renkli cam boncuklar, çatal gibi kullanılan çubuklar, Çin işi tunç aynalar, araba tekerlekleri, mücevherler, saç örgüleri, elbiseler gibi Hunlara ait birçok eşya bu kurganlardan çıkarılarak Leningrad Ermitage Müzesine mal edilmiştir. Bulunan eserler arasında lâke bir kâsenin kitabesinde üç ustanın adıyla Şahlin Sarayı için M.S. 13 yılının 5 Eylül günü yapıldığı yazılıdır. Yirmi ikinci kurganda, duvara asılı ve büyük bir ustalıkla yapılmış yün işlemede çok canlı, kuvvetli bir portre özelliği olan bıyıklı iki insan başı bilhassa dikkat çekmektedir. Bunlar daha sonra Göktürkler ve Uygurlarda göreceğimiz portre san’atının öncüleri olarak görülebilir. Ivalga’nın Selenga Nehrine aktığı yerde Ulan Ude’de birçok evlerle büyük ve etrafı surla çevrili bir iskân yerinin izleri bulunmuştur. Evlerin döşemeleri altında sıcak hava ve duman için ısıtma yolları vardır. Hypocauste ısıtma sisteminin Roma’dan ayrı olarak Hunlarda da kullanıldığı anlaşılıyor.

 

TÜRK MADEN SAN’ATI

Türk maden san’atının kaynağını çok eski devirlerde bulmaktayız. Altay-Ural havalisinde tarihten önceki zamanların tunç devrine ait birçok silâh, balta ve süs eşyası, Türk maden san’atı bakımından olduğu kadar Türk san’atının kaynakları konusunda da en eski ve önemli belgelerdir. İlk Türkler göçebe yaşadıkları için, madenî san’at eserleri de çoğunlukla silâhlar, bazı âletler, süs eşyaları ve çadırlar üzerindeki madenî levhalardır. Türk hakanına ait çadırların çok değerli madenî parçalarla ve kumaşlarla süslü bir saray gibi olduğundan tarihler bahsetmektedirler. Büyük gelişme devirleri geçiren Türk maden san’atı, zamanımıza kadar etkilerini devam ettirmiştir. Tümülüslerde bulunmuş tunç yahut demir devrine ait silâhlar, kayış uçları, baltalar ve diğer bazı madenî eşya şekilleriyle üzerindeki süslemelerin zamanımızda kullanılanlarla benzerlikleri ilgi çekicidir. Yenisey’de Tunç Devrine tarihlendirilen bir kamanın İzmir zeybeklerinde görülen yatağan şekliyle benzerliği buna örnektir. İlk devirlerdeki Türk maden eserlerinde, genellikle stilize-zoomorfik (üslûplandırılmış hayvan kompozisyonları ile) bezemeler görülmekte, insan figürleri ile süslemelere pek az rastlanmaktadır. Baykal Gölü kenarında Urga civarında Noin Ula’ada açılmış olan 212 höyük içerisinde ağaç sandıklara konulmuş tabutlarda, kumaşlarla birlikte hayvan figürleri işlenmiş levhalar, eğer takımları gibi Asya hanlarına ait eşya bulunmuştur ki, bunlar M.Ö. 100 ve M.S. 100 tarihleri arasına aittir. Stilize-zoomorfik bezemede hayvanlar teker, teker yahut da çift olarak antitetik(aynı aks üzerinde, simetrik şekildeki) gruplar halinde gösterilmişlerdir. Bazen değişik davranışlarda süksesiv(birbirini takip eden sıralar halinde) hayvan tasvirleri bir kuşağı süslemektedir. Hayvanlar arasında mücadele, av sahneleri de sık kullanılan konular arasındadır. Ancak bu hayvanlar tabiatta olduğu gibi değil, serbest bir süsleme zevki ile tasvir edilmişlerdir. En çok görülen hayvanlar, geyik, akdoğan, çoğunlukla Çin san’atında rastlanan ejder, keçi, yaban eşeği, ayı, kaplan ve çeşitleri grifon cinsleridir. Ayrıca Türklerin eski inançları olan totemlerle ilgili olarak bu hayvan tasvirlerinde bir kutsallık düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Bu eşyaların çok sayıda bulunması Türk döküm tekniğinin oldukça gelişmiş olmasından ileri gelir. Bazı özellikler bu maden san’atının ağaç veya kemik yontma tekniğinden çıktığını göstermektedir. Kemik ve ağaç işlerinin bulunması ile kuvvetlenecek olan bu fikir, hayvan üslûbunda, ifadenin belirtilmesinde varılan ustalığı da bir dereceye kadar açıklayabilmektedir.

Orta Asya’daki ilk örneklerini gördüğümüz maden san’atı, buradan bütün san’at bölgelerine geçmiş, özellikle Orta Asya ve Küçük Asya’da büyük gelişmeler göstererek Anadolu’ya kadar yayılmıştır. Bu alanda adi madenler(demir, tunç, pirinç), değerli madenler(altın, gümüş) kullanmışlardır. Bu madenlerin işlenmesinde dövme, çekme, kesme, kazıma, çalma, kakma gibi teknikler kullanmışlardır. Bu değişik teknikler tek, tek kullanıldığı gibi bir eserde birkaçı bir arada da kullanılmıştır. Her teknik, özel bir motif gerektirmekte idi, san’atkârlar bu konuyu çok iyi kavramış olduklarından maden eserleri bezeme esnasında, motiflerin yerleştirilişinde fazla güçlüğe uğranılmamıştır. San’atkârlar aslında ustalarından gördüklerini uygulamakla devam etmişler, fakat kendilerinden de bir şeyler katmışlardır. Bu bakımdan meydana getirilen eserler birbirinin aynı olmamıştır. Orta Asya Türk kavimlerinin maden eserlerinde görülen ortak teknik daha sonra Selçuklular devrinde aynen uygulandığı gibi bazı yeni buluşlar da katılmıştır.

 

SELÇUKLULARDA MADEN İŞÇİLİĞİ

Selçuk maden işleri öteden beri pek büyük bir ün kazanmış ve bütün İslâm dünyasının en iyi nitelikte eserleri olarak kabul edilmiştir. Orta Asya maden eserlerinde uygulanan teknik, yer yer bazı yeni buluşlarla hemen hemen aynen kullanılmıştır. Ancak Selçuklular devrinde maden eserlerine getirilen yenilik, bezemede olmuştur. Eski geleneklerin yanı sıra yeni bir kompozisyon gücü ilgiyi çekmektedir. Stilize edilmiş insan ve hayvan figürlü süslemelere Kûfi yazı örnekleri katılarak zenginleştirilmiştir. Böylece Selçuklu maden işçiliği san’atı, klâsik bir şube halinde kendine has kurallarını bulmuş ve desenler alçak rölyef karakteri kazanmıştır. Bazen döküm tekniği ile plastik figürler de yapılmıştır. Gümüş karıştırılarak izale edilmiş bir tunç örnekler arasında, küçük madalyonlar içinde kanatlı sfenksleri ve insan figürlerini katmak gerekir. Selçuklular devrinde maden san’atının merkezleri Horasan, Herat ve Musul’dur. 11 ve 12. yy.da san’at değeri yönünden son derece değerli eserler meydana getirilmiştir.

1163’de Herat’ta yapıldığı kabul edilen ve bugün Leningrad Hermitage Müzesi’nde bulunan bir tunç bakraç bu devrin pek ünlü ve başarılı örneklerindendir. Bakracın geniş kuşaklara bölünmüş yüzeyi örgülü Kûfi harflerin ucu, insan başı ile son bulan ve konuşan nesih denilen bir cins yazı, süvariler, müzisyenler ve dansözlerden meydana gelmiş firizler halinde savatlanmış gümüş levhalardan ibaret bir dekorla işlenmiştir. Hemen hemen aynı zamanda Güneydoğu Anadolu’da ve Kuzey Mezopotamya’da maden levhaları çekiçle dövme tekniği ile yapılmış tas ve şamdanlar çok görülür. Bunlar dekor olarak sıra halinde arslan ve güvercin gibi vurularak kabartılmış plastik hayvan figürleri ve diğer şekiller işlenmiştir. 13. yüzyılda bu parlak maden san’atının merkezi Musul olmuştur. Burada meydana getirilen eserler gerek teknik gerekse bezeme bakımından önemli özellikler gösterirler. Çok incelmiş savatlama tekniği ile son derece gelişmiş bir maden işçiliği dikkati çekmektedir. Bezemede de Meandr motifiyle örme pek fazla kullanılmıştır. Ayrıca insan figürleri yapılan süslemelerden çok günlük hayatla ilgili sahneler görülmektedir. Musul’da hazırlanan maden işlerinde görülen Tevrat sahnelerinden bunların çoğunun Hıristiyan şövalyeleri için yapıldığı anlaşılmaktadır. Musul’un maden işleri bütün dünyada haklı bir ün kazanmış, buradan komşu ülkelere ve Anadolu’ya giden ustalar bu önemli san’atı aynı şekilde devam ettirmişlerdir.

 

OSMANLILARDA MADEN SAN’ATI

Selçuklular devrinde pek az örnek veren maden san’atı Osmanlılar devrinde de devam etmiştir. Dinî yapılarda, konak ve medreselerde, günlük hayatta kullanılmak üzere çeşitli madenlerden buhurdanlar, çok kollu şamdanlar, fenerler, kandiller, mangallar vb pek çok eser meydana getirilmiştir. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde gelişen maden işçiliğinin en önemli merkezi İstanbul olmuştur. 16 ve17. yüzyıllarda geliştirdiği ününü, 18. ve 19. yüzyıllardaki gümüş işçilikleriyle devam ettirmiştir. Türk maden san’atına ait en eski ve pek önemli örneklerin bazıları devamlı akımlar, savaşlar sırasında kaybolmuş yahut eritilerek âlet yapımında, para basımında kullanılmıştır. Elimizde bulunanların bir kısmı yabancı müzelere dağılmıştır. Bunların çoğu yakın tarihlere aittir. Yurdumuzda Ankara Etnoğrafya Müzesi’nde, özellikle İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda, Askerî Müzede çok değerli madenî eserler vardır. Ayrıca Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bugüne kadar üzerinde esaslı incelemeler yapılmamış 200 parçaya yakın bir koleksiyon Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde çeşitli devir üslûplarında sayıları birkaç yüzü aşan tanıtılması faydalı şamdanlar vardır.

İslâm san’atı deyince belli bir cemiyetin değil, belli bir dine bağlı cemiyetlerin ortak san’atını kastederiz.

1.                  

2.                 İSLÂMİYET ÖNCESİ TÜRK SAN’ATI

3.                 İslâmlıktan önce resim ve heykel Türklerce biliniyordu, yapılıyordu. Fakat Türk toplumlarının çadır medeniyetine mensup, daha doğrusu bu medeniyetin yaratıcısı olmaları yüzünden günümüze o devirlerden fazla san’at eseri kalmamıştır. Yalnız, meselâ ölen kağanların gömüldükleri yerlere çepeçevre sağlığında öldürdüğü düşmanların balbal adıyla büstlerinin dikildiği biliniyor. Bu heykellerin en büyüğü bizzat kağanın heykeli oluyordu. Ancak yontulan taşların asıllarına ne derece benzediği yahut birer sembol mahiyetinde kalıp kalmadığı bugün kestirilemiyor.

Bilhassa Uygur Türkleri zamanında (9. yüzyıl ve sonrası yazılan eserler, meydana getirilen tomarlar ve kitaplarda minyatür tekniğine uygun resimler bulunmaktadır. Uygur Türkleri öteki soydaşlarına göre şehir medeniyetine bağlı kaldıklarından Turfan, Karahoçu, Bişbağ gibi şehirlerde yapılan kazılar, bazı duvar resimlerini, bulunan din ve ticaretle ilgili kitaplarsa kitap resimlerini meydana çıkarmıştır. Türklerin Çin’de bütün o ülkeyi idare eden sülâleler kurdukları devirlerde ise Çin san’atı üzerinde geliştirici tesirler yaptığı öteden beri bilinen bir gerçektir.

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 14.11.2005, 21.11.2005, 28.11.2005, 5.12.2005 tarih ve 142, 143, 144, 145 sayılı nüshalarında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com.tr

 

 

 

Ekrem YAMAN

Mersin Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr