TÜRKİYE, AB VE IMF İLİŞKİLERİNDE İSTEDİĞİMİZ ASGARÎ ÖLÇÜ, GÜMRÜK BİRLİĞİ’NİN ZARARI VE AB’NİN TÜRKİYE ÖNCELİKLERİ HAKKINDA BAZI GÖRÜŞLER

 

TÜRKİYE VE AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ

Dünyanın en mutsuz toplumu ilân edildik. Faize dakikada 113 milyar Türk Lirası ödeniyor. Son yirmi yılda faize ödenen para 200 milyar Dolar civarındadır.

Kimse Türk toplumunun eline, ayağına vurulmuş olan faiz prangasını konuşmuyor. Her şey Türkiye’de bir görüntü ve imaj toplamına, bir başka ifadeyle simülasyona dönüşmüş durumdadır. Ekonomiyi, borsa-faiz-döviz üçgeninin içine sıkıştırmışlar, bizlere de aman konuşmayın bu üçgen sarsıntı geçirmesin diyorlar.

Bursa Emniyet Müdürlüğü’nün 2002 yılının ilk beş ayını içine alan 4-18 yaş arasına yönelik istatistik çalışması, nasıl bir ülkede yaşadığımızı hatırlatan keskin bir hançer gibidir. Araştırmaya göre, dört yaşındaki altı çocuk için yankesicilikten işlem yapıldı.

Suçta yaş oranını 4 yaşına kadar düşüren Türkiye, 23 Nisan’ı çocuklara bayram olarak armağan etmesiyle övünüp, Avrupa’ya ve dünyaya uygarlık dersi vermeye kalkıyor. Böyle bir Türkiye’yi Avrupa kendi arasında görmek ister mi?

Suçta yaş oranını, faiz prangasını, yoksulluk ve açlık sınırındaki milyonlarca insanı, iç ve dış borcun nasıl ödeneceğini, sayısı 15 milyon 800 bin olan öğrencilerin geleceğini konuşmayıp neyi konuşalım?

Türkiye’deki bu gidişât hayra alâmet değildir. [1]

 

TÜRKİYE, AB VE IMF İLİŞKİLERİNDE İSTEDİĞİMİZ ASGARÎ ÖLÇÜ

1959’dan bu yana AET’ye, AB’ye sadece Refah Partisi çizgisindekiler ve solcular karşı çıkmış, artık onlar da bu reddiye tavrından uzaklaşmışlardır. İstenilen şey; Deniz Baykal’ın da dediği gibi, müzakere ve “fikir teatisi” şahsiyetliliğini gösterebilmemizdir. IMF ile ilgili olan talep de budur, AB ile ilgili olan arzu ve zaruret izharı da budur.

Bizde farklı dünyaların insanları bir araya gelir; ama fikirlere saygı duyulmaz.

Ciddî bir sivil oluşum olarak ortaya çıkan 5. Abant Platformu Sonuç Bildirgesi’nin 12, 13, 14 ve 15. maddeleri ve madde başlıkları Türkiye’nin yapması gerekenleri özetliyor:

“Bürokrasi ekonomiyi dizginliyor”

Madde 12. Türkiye’de ekonomik kurum ve kuralların sağlıklı işletilmemesinden kaynaklanan yapısal sorunlar ile fiyatların genellikle piyasa yerine bürokrasi tarafından belirlenmesi, ekonominin küresel sürece entegrasyonunu geciktirmektedir. Türkiye ekonomisi verimsizliklerin finansmanına dayanmaktadır. Bunun sonuçları ise kronik enflasyon, giderek pahalılaşan kamu borçlanması ve israf olmaktadır.

“Borçların ödenmemesi tehlikesi var”

Madde 13. Türkiye ekonomisi, ağır iç ve dış borç kıskacının etkisiyle, dünya ortalamasının çok üzerinde reel faiz ödemesi zorunluluğuna bağlı olarak borçların çevrilememesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. (Siyasî belirsizlik ve istikrarsızlıklar), bu durumu daha da olumsuz yönde etkilemektedir. Yatırımların ve üretimin yetersizliği, işsizlik oranının ve enflasyonun yüksekliği sonucunda sürdürülebilir ve düzenli bir büyümenin gerçekleşememesi Türkiye’yi küreselleşme sürecinden uzaklaştırmakta ve yabancı sermaye girişini azaltmaktadır.

“İnsan gücü yetiştirmeliyiz”

Madde 14. Türkiye’nin küreselleşme sürecindeki en önemli ihtiyacı yetişmiş insan gücüdür. Bu bakımdan insanımızın, eğitim ve kültür seviyesini yükselterek müteşebbis ve kendine güvenen fertler olarak rekabetçi ekonomiye hazırlanması gerekmektedir.

“AB ihmal edilmemeli”

Madde 15. Türkiye’nin küreselleşme sürecine katılmasının önemli aşamalarından birisi AB’dir. Esasen bu, Türkiye’nin yönelimine uygun bir hedeftir. Bu süreçte Türkiye’nin varlık ve çıkarlarını gözeten bir anlayışla üyelik için gerekli hazırlıkların yapılması uygundur.

Malî enstrümanlar çoğalıp girift bir hâl alınca, serbest piyasa adı altında piyasaların sağlıklı yönetilmesinde ciddî sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Türkiye gibi gelişmekte olan ve kuralları tam olarak oturmamış piyasalarda, sistemin dengesini bozacak oyunlara sıkça rastlanabiliyor.

57. Hükûmet, gelecek hakkındaki tasavvurlarımızı ve sıradan insanların Türkiye’yi kurtarma hayâllerini dumura uğrattı; giderayak ortaya koydukları en büyük seyyiâtları budur!

Bütün Türk büyükleri gibi, ülkemizi ziyaret eden yabancı devlet adamları da kendi Türkiye siyasetlerinin meşrûiyetlerini Atatürk’te arıyorlar. Yabancılar açısından bu da kritik bir noktadır. Mümkün olduğunca Atatürk’ten iktibaslar yaparak, kendi isteklerini bir Atatürk söylemi içine yedirmeye (ve yerleştirmeye) çalışıyorlar. Dolayısıyla bu açıdan yabancıların bizlerden hiçbir farkları yok.

 

AB’NİN KÖR NOKTALARI

İdam ve anadilde öğrenim için kıyametleri koparan AB, şimdi mâzide kalmış olan 765 sayılı T.C.K.’nun 312. maddesini hiç görmedi. 1969’dan beri siyaset yapan, başbakan olan Necmettin Erbakan’ın siyasete yasaklanması AB’nin umurunda olmadı. Ama birçok ülkede Hıristiyanlığın ve her ülkede Yahudiliğin kanunlarla ve anayasalarla korunduğu Avrupa ve Batılı insan hakları kuruluşları, Pakistan Yüksek Mahkemesi’nin İslâmiyet aleyhinde konuşan kimselere karşı öngörülen cezaları kaldırmasını ayakta alkışladı.

Batı bir kere daha çifte standart uyguladı.

“Her türlü yüksek değerin; din, bilim, san’at ve politikanın asıl gayesi ve hedefi insandır (insanın mutluluğunu, huzur ve rahatını sağlamaktır). Politika yalan söyleme san’atı değil, kendisiyle beraber en az bir kişiyi idare edebilme san’atıdır.” [2]

 

GÜMRÜK BİRLİĞİNİN ZARARI

1996 yılından 2002’ye kadar Gümrük Birliği’nin Türk ekonomisine nakdî maliyeti 85 milyar Dolar olarak tahmin ediliyor. Şüphesiz ödemeler dengesi açıklarına yol açan dış ticaret dengesindeki bozulmanın altında da Gümrük Birliği uygulamasına geçilmesinin etkisi bulunuyor.

Bu, işin görünen, hesaplanabilir kısmı. Bir de görünmeyen, hesaplanamayan kısmı var. Bu da Gümrük Birliği’nin yerli sanayi ve üretiminin gelişimi üzerinde oluşturduğu menfî etkiler olarak kendisini dışa vuruyor. Daha da önemlisi üst üste yaşanan ve hâlâ baskısı devam eden ekonomik krizlerde, Gümrük Birliği’ne girilmesinin önemli oranda pay sahibi olduğu açıktır.

Ekonomiye girmeme noktasında kararlı bir duruş sergileyen ciddî büyüklükte sermaye birikimi olduğu bir gerçektir. Kamuya borç verilen ve yurt dışında veya bankaların kasasında tutulan bu sermayenin 280-300 milyar Doların üzerinde olduğu tahmin ediliyor.

İster yerli, ister yabancı sermaye olsun, sermayenin yatırıma ve üretime akmasının siyasî ve ekonomik istikrar ve güvene bağlı olduğu bilinen bir gerçektir. Güven ortamını bulamadığı için yurt dışına kaçan, ekonominin dışında değerlendirilen kendi sermaye birikimini kullanamayan bir Türkiye’nin yabancı sermayeyi yurt içine çekmesi tabiî olarak düşünülemez.

 

AB’NİN TÜRKİYE ÖNCELİKLERİ SADECE İDAMIN KALDIRILMASI VE KÜRTÇE YAYIN HAKKININ VERİLMESİ MİDİR?

Bu ülkede sadece belli bir etnik grubun kültürel veya başka temel hakları ihlâl edilmiyor, geniş toplum kesimlerinin en temel hak ve hürriyetleri de baskı altında tutuluyor. AB hiçbir zaman bu hak ihlâlleriyle, özellikle din ve vicdan hürriyetinin bundan on yıl önce içinde bulunduğu yürekler acısı durumla ilgilenmedi. Yaklaşık 40.000 kız öğrencinin okuldan atılması; namaz kılan, sakal bırakan insanların kamu haklarından mahrum edilmesi; imam hatip liselerinden mezun olan öğrencilerin sınavlarda açıkça ayırıma tâbi tutulması; 15 yaşına kadar çocuklara Kur’an öğretilmesinin çıkartılan bir kanunla yasaklanmış olması AB’nin gündeminde hiç yer almadı. Ama AB Komisyonu, “Türkiye’de kilise ve misyonerlik faaliyetleri kısıtlanıyor” diye Dışişleri Bakanlığı’nı uyardı, camilere getirilen kısıtlamalara hiç ses çıkarmadı.

Hiç şüphesiz Kürtçe yayın ve anadilde öğrenim temel bir insanî haktır; bu referanduma bile konu olamaz. Bu ülkede resmî dilin dışında hangi dil konuşuluyorsa, temel bir hakkın kullanımı olarak o dilde yayın yapılmalı ve öğrenilmelidir. Ancak Avrupa’nın neredeyse bütün bir AB üyeliği sürecini anadilde yayına ve özellikle idamın kaldırılmasına endekslemesi, sürecin meşrûiyetine gölge düşürmenin ötesinde akla mide bulandırıcı istifhamlar getirmektedir.

Aynı şekilde “cemaat vakıflarının mülk edinmesi ve kendi mülkleri üzerinde tasarrufta bulunması” da temel bir haktır.

Türk halkının kahir ekseriyeti AB’yi mandacı bir zihniyetle değil; vatandaşından korkmayan, onun rüşdüne güvenen, milletiyle el ele vermiş bir idare anlayışına kavuşmak için istiyor.

Bundan 10 yıl öncesinin Türkiye ekonomisinin temel göstergelerine bir göz atalım. Kişi başına borcu kişi başına millî gelirini geçen, yani âdil bir gelir dağılımıyla tek tek hepimizin reel olarak iflâs edeceği bu ülkede; bırakın yabancı sermayeyi, yerli sermayenin bile dışarıya kaçacağı apaçık gözükmektedir. Bunun mânâsı millî gelirin yeni bir şok düşüş yaşaması, depresyon ve işsizlikle birlikte dövizin karaborsaya düşmesi ve bir adım sonrasında iflâsın dünya kamuoyu önünde hukuken ilânı, tescili ve kabulüdür. Bunu Amerikalılar da bilmektedir. Dolayısıyla da tam muhtemel bir Irak harekâtı öncesinde böylesine zayıf düşmüş bir Türkiye istememektedirler. ABD yetkililerinin her fırsatta Türkiye’yi AB içinde görmek istediklerini söylemelerinin anlamı budur. Yoksa AB üyesi olmuş bir Türkiye’nin onların işine fazla yaramayacağını elbette biliyorlar. Onlar için ideal olan durum, AB’ye hiçbir zaman tam üye olmasa da, kapısında dik duracak kadar iktisadî bir gücü olan bir Türkiye’dir.

Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik durum ve ABD telkinlerinin birleşmesi, Türkiye bürokrasisinin kerhen de olsa, AB uyum yasalarının çıkmasını desteklemesine sebep olmuştur. Siyasetin gerçek sahiplerinin zımnî onayı, bir anda umulmadık bir Meclis iradesi yaratmış ve olay bir basiret, hattâ kahramanlık gösterisi olarak Türk Milleti’ne ve dünya kamuoyuna sunulmuştur. Ama ortada ne anlamlı bir tartışma, ne üzerinde ciddî olarak düşünülmüş pozisyonlar, ne de topluma uzanan gerçek bir siyaset bulunmaktadır.

Çok uzun zamandan beri sürmekte olan popülist politikaların Türkiye’yi getirip tıkadığı borç batağı noktasında devletin ve her şeyi ondan bekleyen özel sektörün herhangi bir yatırım yapmak mecali kalmamıştır.

Çok zor bir sorun da şöyle özetlenebilir: Bunların çözülmesi, GSMH’nın % 13’ünü üreten; ama nüfusun % 45’ini oluşturan köylülüğün ne olacağına bağlıdır. Batı’da artık hiçbir ülkede % 5’in üzerinde tarım nüfusu yoktur. Türkiye’de her 13 kişiye bir esnaf düşüyor. Memur sayısı 3 milyon civarındadır. Avrupa’nın en kalabalık ordusu bizde! Okullaşma oranı çok düşük. Kız çocuklarının % 35’i okula gönderilmiyor.

Evcilleşmiş 70 milyonluk bir kitle iyi bir pazardır. Pazar olarak kalmayıp, tam haklı bir ortak olabilmesi için Türkiye’nin yapması gerekenler vardır. Şöyle ki; polisi, insanların dövülemeyeceği konusunda nasıl ikna edeceğiz? Askeri siyaset yapmak istiyorsa, üniformasını çıkartmasının gerektiğine nasıl ikna edeceğiz? Din görevlisini, caminin siyaset değil ibadet yeri olduğuna nasıl ikna edeceğiz? İş adamını, köylüyü, esnafı devletten geçinmenin iyi bir yol olmadığına nasıl ikna edeceğiz? Siyaset adamlarının gecekondulara, haksız kazançlara, kıyı ve orman yağmalarına oy uğruna çanak tutmalarına nasıl engel olacağız?

Her şeyi başkalarından beklemeye alışkın Türkler, anahtarın kendi ellerinde olduğunu artık görmelidirler. Bu anahtar siyasettir.

Kopenhag Kriterlerinin içindeki en hayatî noktalardan biri, AB yetkililerinin de her fırsatta vurguladıkları gibi, Türkiye siyasî hayatı üzerindeki askerî vesayetin kaldırılmasıdır. Diğer bir deyişle son çıkan AB uyum yasaları hem sivil/asker ilişkisine dokunmamakta, hem de kritik kararları bürokratik vesayete açık tutmaya devam etmektedir. Var olan kurumsal devlet kültürünün iç direnci de hesaba katılırsa; bu yasaların devletçi bir bakış açısından pek de ‘tehlikeli’ olmayabileceği ortaya çıkar.

Fakat her işin olduğu gibi, bu mülâyim operasyonun da kendine ait bir maliyeti vardır. Elbette ki, dizginleri başkalarına bırakmadan, aynı idare mantığını sürdürerek AB’ye yaklaşmanın maliyeti; AKP, SP ve HADEP gibi sistem dışı ilân edilmek istenen partilerin, devletle aynı safta buluşmasına yol açmıştır. Daha doğrusu, ülkenin ekonomik krize düşmemesi ve 2004 Irak savaşında ayakta kalabilmesi için atılması gereken adımlarda; devlet bu ‘marjinal’ partilerin desteğine muhtaç kalmıştır. HADEP’in (veya onun yerine kurulacak yeni bir partinin) Meclis içinde olmaması bu durumu değiştirmez; çünkü AB yanlısı bir tutum, Irak savaşı öncesinde Türkiye Kürtlerini kazanmak açısından hayatî önemi haizdir.

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 18.05.2009, 25.05.2009 tarih ve 299, 300 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Gürcan DAĞDAŞ, “Türkiye ve Avrupa Birliği,” Zaman, 22.6.2002, s. 12.

[2] Taşkın TUNA, Uzayın Ötesi, 3. Baskı, İstanbul, Bayrak Matbaası, 1998, s. 155.