TÜRKİYE’NİN EKONOMİK SİSTEMİ HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

 

Türkiye’nin ekonomik sisteminin ıslâhı için şu hususlar hatırda tutulmalıdır:

Türkiye ekonomisi dün denilebilecek kadar yakın bir zamanda siyasî ve bürokratik tahakküm altında ezilmekte, inlemekteydi.

Davos’ta Price Waterhause Coupers(PWC)’ın yayımladığı “Opacity” isimli çalışmadan derlenen bilgiye göre, Türkiye, yolsuzluklar sebebiyle % 36 oranında fazladan vergi ödemek zorunda kalıyor. Endeks, dünyâ genelinde ekonomik ve coğrafî özelliklere göre seçilmiş 35 ülkeye sıfırdan 150 puana kadar puan verilerek hazırlandı. Bu sıralamada 74 puan alan Türkiye 4. oldu.

Türkiye, gayrı safi millî hâsıla gelirinde dünyâda 22. sırada yer alıyor.

Yeni bir değerlendirme kıstası daha var: Gayrı safi millî bilgi sıralaması. Türkiye bu sıralamada 48. sırada yer alıyor. Yâni bilgi üretimimizi halen yeterli seviyeye getiremedik.

A.B.D, Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl düzenli olarak yayımladığı “Dünyâ İnsan Hakları Raporu”nda Türkiye 2001’de ciddî sorunların sürdüğü ülkelerin başında gösterilmişti. A.B.D. düşünce ve araştırma kuruluşu Freedom Hause tarafından hazırlanan “1999 Dünyâ Özgürlük Raporu”nda Türkiye ancak kısmen özgür ülkeler kategorisine girebilmişti. Basının birinci güç olduğu Türkiye’de yolsuzluk da birinci tehdit ise bu ikisi arasındaki ilişki en önemli sorunlarımızdan biri olmalıdır. Ocak 2001’de Davos’taki Dünyâ Ekonomik Forumu’nda sunulan bir raporda da Türkiye, “yolsuzluk ekonomisinin bedelini, ağır şartlarda borçlanarak ödeyen ülkeler” sıralamasında Çin, Rusya ve Endonezya’dan sonra 4. gelmişti.

Dünya Bankası’nın 133 ülke içinde en fakir % 20’nin millî gelirden aldığı pay ile en zengin % 20’nin millî gelirden aldığı payı karşılaştırarak yaptığı sıralamaya göre Türkiye dünyanın 133 ülkesi arasında gelir dağılımı en bozuk olan ilk 25 ülkesi içinde yer alıyor. Kamuoyunda “Kabile devleti olarak adlandırılan Tanzanya, Uganda ve Ruanda gibi Afrika ülkelerinde dahi gelir dağılımı Türkiye’den daha adil durumdadır.” [1]  

“Görünen manzara şu ki, millet olarak başarıya açız ve son tahlilde idarecilerimizden râzıyız. Açlık ve rızâ bizi kapıldığımız atâlet sarmalının orta yerlerinde yutuyor, ne ölüyor, ne de iflâh oluyoruz. Vicdanını meyhaneler kadar temiz tutanlar trilyonlarca lirayı Türk bankalarındaki milletin hesaplarından alıp, yurt dışındaki şahsî hesaplarına götürdüler ve halkı peynir, ekmeğe muhtaç ettiler.

Bugün çöp toplayarak artık malzemeden ekmek parası kazanmanın bile bir meslek hâline geldiği bu ülkede, Türk insanının sefaletine seyirci kalamayız.

Bu ülkede hırsızlık henüz bir fırsat meselesi hâline gelecek derecede yaygınlaşmadı; eline fırsat geçen herkes gözünü karartıp hırsızlık yapmıyor. Çoğumuzun indinde ahlâkî kriterler hâlâ faal hâldedir. Hırsızların hep de “Beyt’ül mal”e yâni devlet hazinesine dadanmış olmaları onlara karşı öfkemizi artırıyor. Türkiye’de vergi şuuru ve adâleti henüz lâyıkıyla tesis edilmediği için, hırsızların aslında bizim kesemize dadandıklarına öfkelenmekten ziyade, kızgınlığımızı devlete yöneltiyoruz. Kendi variyetine, parasına, puluna, arsasına, demirbaşına sahip çıkamayan bir kamu idâresine tâbi olmak nefsimizi incitiyor. Kamu hazinesinin uluorta alenen çapullanması millet olarak bizde enayi yerine konulmak hissi uyandırıyor; zarara uğramaktan çok aldatıldığımıza, vergilerimizin çarçur edildiğinden ziyade âdil ve iyi işleyen bir kamu idâresi cihazı kurmaktaki beceriksizliğimize, âcizliğimize yanıyoruz. Çalmanın ve fırsatını bulunca yolsuzluk ve sû-i istimâl etmenin sıradan bir vak’a hâline gelmesi gelecek adına ümidimizi kırıyor.” [2]  

Bir iki asırdır bu ülkenin kaderi üzerinde çöreklenenler, bu ülkenin kendi olarak meseleleri çözülmüş bir ülke olmasını asla arzu etmezler. Bunlara karşı namuslu, dürüst insanlar kenetlenmek mecburiyetindedir. Çünkü dün Türkiye’nin içerisinde bulunduğu ekonomik krizin altında hırsızlık ve yolsuzluk yatmaktaydı. İktisâden kalkınma ve gelişmenin önünde duran engel de hırsızlık ve yolsuzluktur. Türkiye bugün sürekli olarak dış borç alarak dışarıya mahkûm hâle getiriliyor.

İnsan unsurunu ilim ve metafizik ortaya çıkarır. İlim beynimizi geliştirir; bizi hayatta gerekli olan silâhlarla donatır. Şahsiyetimizin, sorumluluklarımızın kaynağı ise metafiziktir. Metafizik dünyâları dumura uğratılmış insanlar yerler, içerler, çoğalırlar. Bu üç noktada yoğunlaşan hayatları uğruna da her şeyi mubah görürler.

Türkiye’de bütün kesimler, işçi, işveren, tüccar, çiftçi ve esnaf, üretimin, istihdamın ve ihracatın geliştirilmesinin, fakirlikten ve krizden kurtulmanın temeli olduğunu kabul etmektedir. Bu anlayış birliği, iktisadî krizlerden çıkmak için kullanılabilecek bir sıçrama tahtasıdır.

“Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol!” ilkesinden habersiz idâreciler, “Bize benzeyin!” saplantıları yüzünden, on binlerce gence şimdiden ruhî bunalım bulaştırdı. Yukarıları işgâl eden birilerinin, gelen neslin önünden çekilme zamanı gelmiştir. Türkiye’de vatandaş kendisini adam yerine koyan, sorunlarına ilgi gösteren, aş veren ve can güvenliği sağlayan devlet görevlisini bağrına basıyor. Açlık biraz da bu tespitte yatıyor.

Dürüstlük, namuskârlık ve emanet ehli olmak ideolojik veya siyasî bir kategori değildir. Bize, cumhuriyet eğer fazilet rejimi ise-ki öyledir-fazileti ödüllendirecek, aksi davranışları caydıracak bir kriter lâzımdır. “Kanunlar yetmiyor mu?” sualini ilk önce başta hukuk adamları cevaplandırsınlar. Birileri soygun ve yağmaya dayalı ekonomide süren kirliliği örtbas etmek için akla hayâle gelmedik yollara başvuruyor. O yüzden yaptığımız işten emin olmalıyız. İşi böyle zamanlarda ehline havale etmeliyiz. Başka çıkış yolu görünmüyor.

Yaşanan iktisadî krizlerin en önemli sebeplerinden biri, genel olarak Türkiye ekonomisinin ve Türk şirketlerinin rekabet güçlerinin dünya arenasında yetersiz kalması ve uluslar arası pazarda etkili birer oyuncu olarak yer alamamalarıdır.

Hızla değişen ve küreselleşen ekonominin lokomotifi sanayi alanlarından bilgi alanlarına dayalı iş kollarına kayıyor. Türkiye bu gelişmelerin gerisinde kalmamak için, kısa zamanda alınacak tedbirlerle ve en önemlisi, bilgi ve teknolojiye yatırımı, bir devlet politikası hâline getirerek, yeni dünyanın önemli oyuncularından birisi olabilir. Benzer ülkelere baktığımız zaman görüyoruz ki; İsrail, İrlanda ve Hindistan bilişimi bir devlet politikası hâline getirerek sağladıkları teknoloji gelirleriyle ülke ekonomilerinin rekabet gücünü artırdılar ve bugün birer teknoloji üretim merkezi oldular.

Türkiye, kalifiye iş gücü bakımından saydığım bu ülkelerden geri değildir. Bilişime yaklaşım, ülkemizde devlet politikası hâline geldiğinde Türkiye çok ilerilere gidecektir.

Almanya seksen senede iki defa kaybettiği savaşın külfetine rağmen, iki kere süper güç olurken, Japonya dünyada ekonomik mânâda ikinci güç olarak ortaya çıkarken Türkiye neden bir süper güç olamadı?

Seksen küsûr senedir “Türkiye, Avrupa ülkelerinden biridir” diyenler, Avrupa’nın kapısında daha kaç yıl bekleyecek? 1960’dan beri hükûmetler bir memur gibi kredi aldı, harcadı, kendisi gitti, yük devletin, milletin sırtına kaldı. 1950’ye kadar dünya ekonomisinde Türkiye’nin yeri yoktu. 1950’den sonra alınan dış borçların yatırıma dönüştürülmesiyle beraber ülke kalkındı.

Türkiye, insan enerjisinin boşa harcandığı ülkelerin herhâlde başında geliyor. Rutin işlerden üretilen krizler, krizlerden beslenen tartışmalar insanlara hem ihtiyaçları unutturuyor, hem de ihtiyaçların şuur altında uyardığı enerjinin boşalmasını sağlayarak teşviki dumûra uğratmış oluyor.

Anlatılanlar ve basına intikal eden bilgiler doğru ise güya Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakana fırlattığı anayasa kitapçığı da 2000’de bir ekonomik krizin ateşleyicisi oldu.

2000 ve 2001 iktisâdî krizleri sırasında “25 bin fabrikadan 15 bini kapandı. 1 milyon 200 bin kişi işsiz kaldı. 775 bin kişi kredi kartı yüzünden sıkıntıya girdi. Ülkeyi bir sente muhtaç ettiler.” [3] diyen Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit’in ağzından 1980’de çıkan “Ülkeyi 70 sente muhtaç ettiler!” sözüne 22 yıl gecikmeyle cevap verdi.

Türkiye’nin kültürel ürün ihracatı olarak kaç kalem ürünü vardır? Hiç merak edip araştırdınız mı? Zayıf olduğumuz sahalardan biri de budur.

“Türkiye daha dengeli büyüseydi, yaşadığı ‘zaman çatışması’ bu kadar şiddetli olur muydu?” [4] diyen gazeteci Zeynep Atikkan Türkiye’nin Doğusu ile Batısı arasındaki farklılığa işaret ediyor. Türkiye’nin Marmara Bölgesi ile Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinin yaşadığı zaman dilimleri farklıdır.

AB Komisyonunun Türkiye’nin tam üyelik stratejisini belirleyen “yol haritası” nitelikli Katılım Ortaklık Belgesi 8.11.2000 tarihinde Türkiye’nin Ortak Pazar’a müracaatından tam 41 yıl sonra açıklandı. Bu belgeye göre, Türkiye’nin çeşitli alanlardaki eksiklikleri şunlardı:

* Siyasî diyalog çerçevesinde, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs sorununun başarılı bir sonuca ulaştırılmasını amaçlayan çabalarına AB tarafından açık destek veriliyor.

* İfâde özgürlüğü için Anayasa ve kanunla teminatlar sağlanmalı, bu kapsamda şiddete başvurmayan fikir suçlularının durumu gözden geçirilmeli. Sivil toplum kurumlarının gelişmesi desteklenmeli.

* İşkenceye karşı mücadele için anayasa ve kanunla gerekli tedbirler alınmalı, ihlâllerin önlenmesi için kanunî gerekler yerine getirilmeli. İdam cezası kaldırılıncaya kadar infaz edilmemeli.

* Yargı öncesi gözaltı şartları çağdaşlaşmalı.

* MGK, uluslar arası standartlara uygun bir şekilde danışma vazifesi görmeli, yargının gücü etkinleştirilmeli.

* Vatandaşların ana dillerinde televizyon ve radyo yayınları yapmalarını engelleyen kanunî düzenlemeler kaldırılmalı, özellikle başta Güneydoğu bölgesi olmak üzere bölgeler arasındaki sosyal, ekonomik ve kültürel farklılıkların giderilmesi için çaba harcanılmalı.

* IMF ve Dünya Bankasıyla varılan anlaşmalar çerçevesinde enflasyonu düşürme çabaları devam ettirilmeli, kamu harcamaları kontrol altında tutulmalı, mâlî sektör reformu sürdürülmeli, tarım sektöründe reforma gidilmeli, özelleştirmeye devam edilmeli.

* İç pazar, rekabet, telif hakları, vergilendirme, ulaştırma, istatistik, sosyal işler, enerji, telekomünikasyon, çevre, adalet hizmetlerinde ıslahat yapılmalı.

 

Orta vadeli beklentiler ise şöyledir:

* Dil, din, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefe farklıklarına bakılmadan, ayırımcılık yapılmadan bütün insanların temel hak ve özgürlüklerinden yararlanmaları için teminat verilmeli.

* Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde, Türk Anayasası gözden geçirilmeli, idam cezasının kaldırılması ve bu çerçevede Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6 numaralı protokolünün imzalanıp onaylanması sağlanmalı.

* Uluslar arası Medeni ve Siyasî Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi onaylanmalı, cezaevleri şartları iyileştirilmeli, OHAL kaldırılmalı, etnik kökenleri ne olursa olsun, bütün vatandaşların kültürel farklılıkları ve hakları garanti altına alınmalı.

* Özelleştirme süreci ile tarım ve mâlî sektör reformları tamamlanmalı, sosyal sigorta ve emeklilik sistemleri teminata kavuşturulmalı, AB müktesebatına çeşitli alanlarda uyum sağlanmalı.

Görüldüğü gibi Avrupa’nın istekleri, aslında bizim eksikliklerimizin ikmâline yönelik taleplerdir ve bunlardan fazla gocunmamak lâzımdır. Artık büyük bir köy manzarası veren dünyamızda sivilleşmenin, temel hak ve hürriyetlerin geri çevrilemez bir akış hâline geldiği günümüzde, hukuka bağlılık ve şeffaflık en iyi korunma aracıdır.

 

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 17.12.2007 tarih ve 232 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Enis BERBEROĞLU, “İsimler Farklı, Fakirlik Kalıcı;” Hürriyet, 3.4.2000.

[2] Ahmet Turan ALKAN, Zaman.

[3] “Ülkeyi Bir Sente Muhtaç Ettiler,” başlıklı haber, Zaman, 03.03.2002.

[4] Zeynep ATİKKAN, “Zamanların Çarpışması,” Hürriyet, 24.10.2000.