TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİK SİSTEMİ HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

 

Demokratik sistemimizin gelişmesini temin adına yapılabilecekler şunlardır:

Demokrasisiz Cumhuriyetin hiçbir anlamı yok; ama erdeme dayanan bir cumhuriyet kavramı ayakta kalmadıkça demokrasiyi de ayağa kaldıramayız. 

Adına “elektromanyetik izleme sistemi” denilen bir sistemle bütün elektronik cihazlardaki kayıtlardan haberdar olunması mümkündür. Bu işlemi yapabilecek donanıma sahip tek güç ise şu an ABD. Nazlı Ilıcak’ın basına açıkladığı 3 adet andıç belgesinin Genelkurmay kayıtlarından sızdırılması, TSK’nin Türk siyasetindeki sınırlarını daraltma operasyonudur ve bu iç dinamikten çok bir dış dinamiğin işine benziyor. Bizde “hikmet-i hükûmet” dediğimiz “yüksek devlet siyasetinin bilmemiz lâzım gelmeyen gerekçeleri”ni korku ve tepki idare ediyor.

Bu milletin gördüklerinin demokratik bir Avrupa ülkesinde cereyan etmesi mümkün değildir. Şimdiye kadar medyamız menfaatlerinin olduğu yerde sustu, menfaat umduğu yerde de yeri göğü inletti. Medyanın yaygarasına kapılarak, biz neler kazandırdığına bakmadan, eğitiminde dinî bilgiler bulunan insanlardan endişe eder hâle getirildik. Eğer irticadan İslâmiyet’i kastetmiyorsanız, gerçek irtica işte bu dini hakkıyla bilmemekten kaynaklanıyor. İttihat ve Terakki döneminden beri zaman, zaman az bilenlerin yaygarası, kaba gürültüsü bu güzelim ülkeyi sıkıntıya soktu.

Güçlerini kullanarak ülke gündemini saptırıp yolsuzluk yapanlar var.” tespiti Sadettin Tantan’a aittir. Türkiye’nin AB’ne girmesini istemeyen ve bir yönü ile yolsuzluk ekonomisinden beslenen güçler, irtica gibi sunî gündemlerle bugüne kadar demokratik açılımların önüne geçmeyi başardılar.

Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Derneği’nin soygun düzeninin sona ermesi için yaptığı teklifler dikkate alınmaya değer:

a) Türkiye’ de derhal “devlet noterliği” kurulmalı, “devletin envanteri” çıkarılmalıdır. Hiç değilse kamu kaynak ve varlıklarımız koruma altına alınmalıdır.

b) Kamu yönetimi; liyakatsiz atamalar, sû-i istimâller ve siyasî sorumsuzluk sarmalından kurtarılmalıdır. Kamu yönetiminde “fetret devri” yaşanmasına sebep olan siyasetçiler; hukuku işletmeli, adlî, idarî, malî çözümsüzlük üretmemeli, kayırmacılık yapmamalıdır. Kamu kaynaklarına sahip çıkılmalı, bütün sorumlulardan hesap sorulabilmeli, siyasî istikrar adına kimse kimseyi affetmemelidir. Kamuoyu yolsuzlukların peşini bırakmamalıdır.

Demokrasi, toplulukların değil, tek fert olarak kişinin temel haklar bilincine sahip olmasıyla gelişebiliyor; ancak o noktadan sonra “fert” dilediği teşkilâtlanmaya kendi iradesi ile iştirak ederek hak geliştirme mücadelesi verebilir. Nefsimizle ilgili her şeyin dokunulmazlığı vardır!

Hürriyet, lütuf değil, hürriyet hak edilerek, bedeli ödenerek, üretilerek kazanılır.

Bugün bu memlekette hüküm ve saltanat süren anarşi, terör, hırsızlık ve yolsuzluklar kimin eseridir? Şehirdeki eşkıyalar dağdakilere neredeyse rahmet okutuyor. Soyulan bankaları, dönen rüşveti ve Türkiye bütçesinden ve yarınlara yapılacak yatırımlardan çalınan serveti bir kere olsun düşünün!

Bu topraklarda şiddet âdetâ normalleşiyor! Çağdaşlığı hiç dilinden düşürmeyen bu ülkede şiddet, adı konmamış bir meşrûlaşmaya doğru gidiyor. Hemen her alanda yukarılardan duyduğumuz birkaç iyi haber, hücrelerimize umut dolduruyor, ama temelde çok ciddî ve hayatî problemlerimiz var.

Halkıyla bir türlü barışmayan, barışamayan sistemin açmazı ve korkusu halktandır. Sivilleşmek, demokratikleşmek istekleri ayyuka çıkarken, mahkemelerde yığılan milyonlarca dosya ve hapishaneler tıklım, tıklım dolu, ırkçılık başını almış gidiyor. Avrupa Birliği ile NATO ve ABD bize şekil ve şemâl vermeye çalışıyor.

Türkiye’nin içine düştüğü zorlukları, problemleri, dertleri bir düşünün! İlerici geçinenlerin Türkiye’yi geri bırakması, kendini “aydın” diye bu millete lanse edenlerin ülkeyi karartması terslik değil midir? Türkiye’yi geri bırakanların memlekette gerici avına çıkmasına ne buyrulur? 1908 yılında ilân edilen II. Meşrûtiyet’teki irtica gerekçesinden beri Türkiye’deki siyasî irade hep tuzak zıtlaşmalardan beslendi. Ülkemizde son yıllarda yaşanan süreç bu nevi beslenmenin hâlâ devam ettiğini, insanların heyecanlarının öldüğünü ve isteksizliğin memleketi kasıp kavurduğunu ortaya koydu.

Hüviyet cüzdanında “Müslüman” yazılı olanların bazıları camiye giremiyor, girenler de beğenilmiyor. Türkiye’de İttihat ve Terakki döneminden beri zaman, zaman “irticâ” gibi sun’î gündemler menfaat düzeninin üzerini örtmek için kullanılan bir şal olarak vicdanlarda kabul görmüştür.

Önümüzde engeller, zorluklar, hasmâne tavırlar ve tehditler var. Ama “ben engel değilim, ben kötü niyetli değilim, ben ülkemin, milletimin daha güçlü, daha mutlu olmasını istiyorum” diye yalvarıp da derdini anlatamayan insanlar da var. Niye biraz daha geniş bir açıdan bakamıyoruz? Engeller, zorluklar milletin desteği ile aşılır. Tehlikeler ve tehditler milletin desteği ile bertaraf edilir. Kimse “Şu milleti biraz güldürelim, biraz rahatlatalım, biraz serinletelim” demiyor. Enflasyonu önleme programının bütün sıkıntısı dar gelirlilerin üstüne bindikten sonra enflasyonu önlemenin ne anlamı var? Nerede adaletli bir yaklaşım gayreti? 21. yüzyılı yaşadığımız şu zaman diliminde sahtekâr din tacirlerinin, din istismarcılarının, üfürükçülerin yaptıklarını elbette kimse tasvip etmiyor; fakat aklı ve kalbi “Allah’tan en çok âlimler korkar” âyetinin ışığıyla aydınlanmış bir nesil “mürteci” damgası korkusundan âzâde olarak ülkesine, devletine, milletine ve bütün insanlığa hizmet etmek için devletini idare edenlerden yol istiyor.

Bu ülkede, vatandaş yalnızdır, yapayalnız. Bu vatandaşın umuduna, yaşama sevincine, heyecanına, sevdasına ve duasına hiç ihtiyacımız yok mu?

Değer hükümleri ve “kıymet ölçüleri” olmadan hiçbir şey olmaz. Yok ettiğimiz hususlardan birisi budur.

Bu milletin dinini yaşama arzusu, Türkiye’nin en büyük gerçeklerinden biridir.

Kahveler, meyhaneler, barlar tıklım, tıklım insan dolu, ilimden, teknikten bunlara ne? Bu topraklarda tutunmak için bugüne kadar ödediğimiz bedelin haddi hesabı yoktur. Türk-her ne yerine ikame ederseniz ediniz- işbu mukavemetin muhassalasıdır. Kürt, Türk kardeştir. Millî eğitim iç barışın yolu olarak bu demokratik terbiyeyi hepimize kazandırmalıdır. Başka türlü iç barış ve huzuru sağlayamayız. İç barışın ve huzurun olmadığı bir ülkede de kalkınma olmaz. Geçmişte ülke ekonomisini canlandırmak isteyenlere, “Yeşil sermaye” diyerek, NATO’yla ağız birliği yaptılar. Öyle bir ülkedeyiz ki, üretim yapmak da, tahsile devam etmek istemek de neredeyse suç sayılabiliyor.

Türkiye’deki hâkim zihniyete göre, devlet daima haklıdır, halkın hakkını devlet verir, fakat bunu açıkça söylemeyiz, olayların sonucu budur.

Gerçek Batı; düşünen, üreten, sorgulayan ve araştıran Batı’dır, zinhar bizim gündemimize böyle bir Batı hiç girmez, girmediği için bu hâldeyiz.

Bu ülkede ne Atatürkçüler Nutku anladı, ne de Müslümanlar Kur’an’ı. Ne ilericiler Avrupa’yı, ne de gericiler(!) İslâm’ı. Bugün iki milyar Müslüman’a hitap edecek bir halife düşünülemez. Ne şeriat, ne de halifelik getirilebilir. Halkın bilgi seviyesi ortadadır. Lüzumsuz vehimlerle meşgûl olmak, küçük mes’eleleri büyütmek devlete ve devlet adamına yakışmaz.

Futbolu, sporu, güreşi bile politize olmuş bir ülkenin eğitim müesseselerini, siyasetini ve resmî müesseselerini düşünün!

Ülkemizde insanlar artık bir şeylerin değişmesini istiyorlar; ama bu değişimi sağlayacak güçleri yok. Böylece kendiliğinden gelecek olan bir değişimden medet umuyorlar. Toplumun bir güç olarak siyasete ağırlığını koyması ancak piyasa ekonomisinin “rekabetçi”, demokrasinin de “katılımcı” olmasıyla mümkündür. Bir zihniyet farklılığının işareti olan, bu iki nitelik, doğrudan doğruya bir ülkedeki iç dinamiğin ürünü olarak ortaya çıkarlar. “Bizde iç dinamik eksik, dış dinamik gelsin de şu işi çözsün” diye bekleyenler kendilerini geçici bir süre için boşu boşuna avutuyorlar. Bu ülkede, avutulmaya dünden razı olanları avutacak birçok vesile vardır.

Aslında Türkiye siyasetinde görülen tıkanma, derinlerdeki tıkanmanın yansımasıdır.

Zimmîlere şahsî hak ve hürriyetlerin, meşrû dairede tanındığını, aslen Macar olan bir müsteşrik şöyle ifâde etmiştir: “500 sene hâkimiyeti altında yaşadığımız Osmanlılar, bize hayat hakkı tanımasalar ve günde bir gayr-i Müslim öldürselerdi, bugün Yunan, Sırp, Bulgar ve Romen halkından bahsedilemezdi.” [1]

“Bu ülke mazlum insanların, iftiraya uğrayanların vatanıdır. Onları hayata kavuşturmak, bütün bir husumet dünyasıyla karşı karşıya olduğunu anlatmak ve ondan fedakârlık istemek; yapılacak iş bu. Ama önce kendimiz ne kadar fedakârız?”

Ömer Hayyam daha önce yaşayan düşünce adamlarını tek mısra ile tarihe yolcu ediyor: “Masal söylediler ve uykuya daldılar.” [2] Uykuya dalmak istemeyenler zıt fikirlere kulaklarını tıkamamalıdır. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir?

Siyasetle ilim el ele vermedikçe buhranlarımız sona ermeyecektir. Zira her iki zümrenin temsilcileri de günahkârdır. Cumhuriyet “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” vaat etmişti. Bunu başaramadı! Bugün imtiyazlı, sınıflı ve kaynaşmamış, kaynaşamamış bir kitleyiz. Demokrasi kültürünü ve sevgisini bu millete güzellikleriyle ve uygulamalarıyla gösterelim. Zira “Kerpiçle Süleymaniye kurulmaz.” [3]

Sosyal hayatın temeli adalettir. Adalet, eşitlik ve denge esasına dayanır. İnsan olarak herkes yaradılışı itibariyle birbirine eşittir ve Allah, yeryüzünde herkesin ihtiyacına göre rızk yaratmıştır. İnsan bunun yeryüzündeki taksimi sırasında zulme tevessül etmemelidir. Devlet büyük bir mekanizmadır. Büyüklük, suçlu ile masumu ayırt edebilmek ve âdil olabilmekle mümkündür. Ne yazık ki, Türkiye’de hiçbir şey mer’î kurallara, hakkaniyete ve adalet esaslarına göre olmuyor. Hem olmuyor, hem insanların gösteri yapmasına, içlerini boşaltmasına; konuşmasına, derdini anlatmasına yeterince izin vermiyoruz. İşte siyasî partilerin geçmişteki çilesi? “Kurallar sadece sistem partilerine yaşam hakkı tanıyacak formatta ve sürekli değişti. İcazetli bölümü hariç muhâlefet görüldüğü yerde ezildi, küçümsendi, aşağılandı, medya infazına uğradı.” [4]

Sıradan bir memlekette bile emrindeki kamu ajanlarından bir kısmını “bölücü, kâtil, hırsız, gerici, mürteci” diye niteleyen ve damgalayan bir hükûmeti kimse ciddiye almaz. “Beraat-ı zimmet asıldır.” kaidesi Mecelle’dendir; Mecelle dün bizim hukukumuzdu; bu kaide, bütün hukuk sistemlerinin dayandığı ve saygı duyduğu üç beş temel hukuk kaidesinden biridir. Beraat-ı zimmet asıldır kaidesi kısaca “hakkında yargı kararı kesinleşmemiş ve itiraz merci ve yolları henüz mevcut olan her zanlı masumdur.” mânâsına gelir. Bu konuda da ifrata kaçtık.

Siyasette ve ekonomide güven, “ihata ve takaddüm” becerisine bağlıdır. Yalnız başına dürüstlük bu güveni kazandırmaz, parayı, sermayeyi ve müteşebbisi ürküterek kimseye güven telkin edilemez. Türkiye geçmişte bu yanlışı da yaptı.

Bir ülkede iyiler engelleniyor ve cezalandırılıyor, kötüler teşvik ve alkış görüyorsa bu, millet için en büyük tehlike işaretidir. Sosyal bilimciler bu gelişmeyi toplumun çöküş sebeplerinden biri olarak görüyorlar. İyiliklerin bütünü helâlde, kötülüklerin tamamı da haramda toplanmışken, helâl ve haram kelimeleri laikliğin ve özgürlüğün çizmeleri altında ezildi; hâkim güçlerin “iyi” dediği iyi, “kötü” dediği de kötü sayıldı. “Ben insanın zenginini severim” ve “Benim memurum işini bilir” sözlerinin bir başbakanın ağzından dökülmesinden sonra haram ve helâller iyice birbirine karıştı. İnsanımız daha çok kazanma hırsına ve tüketme ihtirasına kapıldı. Ancak bu pınarın suyunun nereden geldiğine pek bakılmadı. Canlılar içinde haram yiyen, haram içen, iftira eden, yalan söyleyen, söven sadece insan ağzıdır.

Demokratik gelişimini bugünkü seviyesinden daha ileri noktalara ulaştırmayı başarmış bir Türkiye ile bölge de, dünya da daha güzelleşecektir. “Türkiye’nin güçlü olmaması ve dertli yaşaması” Batının da, Doğunun da ortak stratejik hedefi, gayesi ve paydasıdır. “Taklitçi” tavırlarımızdan ve “ifrat modacılığı”mızdan vazgeçip kendi tarihî büyüklüğümüzü kavradığımız zaman dünya Türkiye’nin fizikî, siyasî, tarihî, kültürel, manevî, iktisâdî, medenî ve fikrî coğrafyalar bakımından önemini daha iyi kavrayacaktır. Ancak bu hususu öncelikle Türkiye’de idareyi etkileyen, fakat göze görünmeyen ve denetlenmekten hiç hoşlanmayan elit tabakanın çok iyi görmesi, kavraması ve anlaması lâzımdır. Günümüzde elit tabaka, halk ile idareci müesseseler arasındaki bağlantıya, çok duyarsız davranıyor.

İslâmî çevrelerin ve Kürtlerin taleplerini taşıyan siyasetlerin ideolojik olarak dışlandığı bir ortamda, laik kesimin siyasî gücünün şuurlu olarak sulandırılması; siyasî merkezlerin boşalmasına ve asker-medya işbirliğinin bu boşluğa el koymasına sebep oluyor. Söz konusu koalisyon ise reform isteyen bir görünüm altında, Türkiye’yi statükoya daha fazla bağımlı kılmanın peşindedir.

Bugün laik kesim medyatik ve bürokratik manipülasyonlarla siyaseten iğdiş edilmiş, siyasete yabancılaşmış, kendi adına davrananları tâkiple yetinen bir seyirci statüsüne indirgenmiş durumdadır.

Türkiye makro ekonomik sıkıntılarını aşmış, az demokrasili bir döneme taşınmaya çalışılıyor. [5]

Türkiye’de demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve hukukun hâkimiyeti, insanların temel hak ve özgürlükleri, kendilerini ifâde ve temsil etme talep ve hakları tam olarak teminat altına alınmadıkça ne dinî, ne sosyal, ne de iktisâdî alanda herhangi bir gelişme olur. Açık ve hür ortamda herkesin fikrini serbestçe ifâde etmesi, tartışması, muhâlif ve genel ve hâkim kanaate aykırı düşüncelerini ortaya koyabilmesi ve bunları savunabilmesi için savunma hakkına sahip olması gerekir. Karamsarlığa kapılıp da “Bu ülkede kabul edilmek, kabul görmek, hüsn-ü kabul görmek için illâ yolsuzluk, hırsızlık, ihtikâr, sömürü, fail-i meçhul cinayet ve her türlü mafya çeteleri içinde bulunmak mı gerekiyor?” diye hayıflanan çok insan dinlemişimdir. Bugünlerin tarihini yazanlar, bunu böyle kaydedeceklerdir. “Aylak bakkal kendini tartar, aylak cerrah kendini yontar.” misâli tarihî özümüzle oynamamızın ne mânâsı var?

Halk için en önemli mesele; işsizlik, devlet müesseselerinin yolsuzlukla kirlenmesi, enflasyon, çeteler ve mafyanın varlığı, gücüyle devlet bünyesinde iş bitiren görüntüsü; korkunç boyutlardaki ahlâkî tefessüh, ekonomimizin IMF’ ye teslim edilmesi, tarım ve hayvancılığın terör sebebiyle nerede ise bitme noktasına gelmesi, ülkemizde üretimi yapıldığı zaman ihtiyacı karşılayacak birçok malın ithâli; ülkeyi 23 yıldır uğraştıran bir terör şebekesinin başının rahatı için koskoca bir adanın tahsis edilmiş bulunması; savunma sanayi ve istihbarat servisimizin yarım asırlık ve bir vilâyetimiz büyüklüğünde bir ülkeye âdetâ muhtaç bir görünüm arz etmesi; eğitimin içler acısı hâlinin perişanlığıdır. Mevcut yapı, Yusuf Bozkurt Özal merhumun haklı olarak tespit ettiği gibi, askeri, kendi meselesinin dışında olan işlerin içine sokarken politikacıyı da askerden korkar hâle getirmiştir. [6] Bu durum Nazlı Ilıcak’ı da isyan ettirerek ona “Siyasetten elini eteğini çekmiş iç düşman kovalamaktan vazgeçmiş bir ordu hayâl ediyoruz. Vesayet demokrasisi sona ermelidir. Türkiye’nin önündeki engel, Kıbrıs, Ege, Yunanistan değil, devleti milletin sahibi gören köhne zihniyettir.” [7] dedirtmişti. Ülkemiz için doğru olanı tartışarak, birbirimizi dinleyerek, yanlışlarımızı sorgulayarak, birbirimizi anlamaya çalışarak bulacağız, bulmak zorundayız. “Resmî Türkiye, öteki Türkiye’yi daha ne kadar dışlayabileceğini, umursamayabileceğini, üçüncü sınıf insan ve sürü muamelesi yapabileceğini düşünüyor, merak ediyorum” [8]

Türkiye’de Demokratikleşme Gayretleri

Eğer dünyada İslâm ile demokrasinin bir arada yaşayabileceğini gösterebilecek tek bir ülke varsa, o büyük bir ihtimâlle Türkiye olacaktır. Türkiye’nin demokrasiye yürüyüşünü tamamlama vakti gelmiştir, emekleme dönemi bitmiştir. “Türkiye’yi yöneten seçkinler ülkenin demokratikleşmesine engel oluyorlar. Halkın nazarındaki pozisyonunu giderek yitirdiğini fark eden askerler, özellikle güçlü bir sivil yönetim gelirse ‘biraz geriye çekilmeye razı’ oldular. Türkiye’nin demokrasideki gedikleriyle ve laiklikteki katı çizgisiyle İslâm dünyasına başarılı bir model olabilmesinden başka Batının bir alternatifi yoktur.” [9] diyen New York Times’ın eski İstanbul Büro Şefi Stephan KINZER “Hilal ve Yıldız: İki Dünya Arasındaki Türkiye” adlı kitabının tanıtımı münasebetiyle verdiği beyanatla âdetâ bir Türkiye fotoğrafı çekiyordu.

“Türkiye, Orta Asya’yı ihmâl etti. Avrupa’da hâlâ Osmanlı korkusu var. Batı sizin yeniden Osmanlı’yı canlandıracağınızdan korkuyor. Avrupa’nın kapısını çalacağınıza Doğuya yönelin, onlar kapınızı çalsınlar.” diyen Saparmurat Türkmenbaşı siteminde haklıdır. “Sitem hep âşinâlardan gelir, bigâneden gelmez.” “Acı bir söz, çok zaman sıcak bir sevgiyle söylenir…” Biz önemini fark edinceye kadar hiç kimse bizim değer yargılarımıza, değerlerimize kıymet-i harbiye atfetmeyecektir.

“Sadece Türkçe izleyen (ve konuşan) on milyonlarca Türk’ün bile itibar etmediği TRT yoluyla Güneydoğu’daki vatandaşlara Türk kimliği kazandırılacağı sanılıyor. Sınırlar aşabilen Kürtçe TV ve radyo yayınlarının bulunduğu bu Internet çağında… Devekuşu politikasına devam…

Bu anlayış, ‘siyasî homojenlik’ arayışı değil midir? Her ‘temel konu’, şayet ‘partiler üstü bir anlayış’ ile ele alınacaksa, (o zaman) çok partili parlamenter sisteme ne gerek var?” [10] diyen gazeteci yazar Cengiz Çandar’ın tespitleri de doğru ve mantıklıdır.

Düşünen düşündüğü gibi yaşar; düşünmeyen düşünenlerin yönlendirdiği gibi yaşar. Sömürünün, insanı insanın sömürmesinin en hicranlı tarafı da burasıdır. Tarihten dersler çıkartalım.

Başbakanlığın 1997/7 numaralı Genelgesinde de dile getirildiği gibi, “Kültür birikimi, ulusal gelişme bilinci, genç ve dinamik nüfusu, toplumun ve işgücünün eğitim ve vasıf düzeyindeki yükselme, bilgi teknolojilerini kullanabilme kapasitesini geliştirme isteği, gelişmiş özel sektörü ve kurumlaşma yolunda ilerlemiş piyasa ekonomisi, uluslar arası rekabete açık sanayi yapısı, girişimcilik birikimi, etkileşim ve uyum sağlama, sentez yapma niteliklerine sahip kültürü, Güneydoğu Anadolu Projesi’yle harekete geçirilmeye başlanılan bölge potansiyeli, jeo-stratejik konumu, kıtalar arası ulaştırma ağları, tarihî ve turistik değerleri ile tabiî kaynaklarının zenginliği ve artan çevre bilinci Türkiye’nin güçlü yanlarını oluşturmaktadır.”

Zaaflarımızın tahlilinden de ürkmememiz lâzımdır.

Dünyânın birçok ülke meclislerinde oylanan Ermeni tasarıları bile, Cumhuriyeti Osmanlı’ya sahip çıkmaya zorlamakta, ülke içindeki ihtilâfları kısmen geri plâna itmektedir.

Biz uzmanlığı, siyaseti, anayasa hukukunu yanlış anlıyoruz. Demokrasimizin en büyük sıkıntılarından birisi budur.

İrtica Yaygaralarını Kimler Piyasaya Sürüyorlar? Oyuncuları Kimlerdir?

Devletin toplumu muhatap olmaktan çıkaran bir biçimde her şeyi “ideolojik” gördüğü bir denklemde, karşımıza da tabiî olarak “ideolojik temsil yeteneği olan muhataplar” çıkıyor. “Kaplancı Örgüt” Alman eyalet kanunlarının kendisine bahşettiği toleranstan istifâde ile Almanya’da faaliyet göstermekteydi. Milletlerarası konjonktür, bu müsamere teşkilâtının daha fazla ortalıkta görünmesine izin vermemiştir.

“Bundan beş yıl önce Aczimendilerin teşkil ettiği bir tiyatro topluluğu da sahnedeydi. Oldukça medyatik ve ‘kostüme’ bir görüntüleri vardı. Moda sektörünün önde gelen isimlerinden Nihâl Yargıcı Aczimendilerin kıyafetlerini erkeksi bulduğunu açıklamıştı. ‘İrtica nedir ve neye benzer?’ sorusuna elle tutulur ve gözle görülür bir misâl teşkil ederek otobüslere binip şehir, şehir geziyor, gösteri yapıyorlardı. Nasıl oluyorsa Ankara’nın göbeğinde Kocatepe Camii’nde de bu gösterilerden birini sergilediler. Kaplancılar ise aynı ‘hizmet’i, Avrupa ve dünya kamuoyu önünde ifâ ettiler ve kendilerine verilen görev süreleri tamamlandığında sahneden çekildiler.

Bu tiyatro gösterilerinin bütün İslâm âlemini bu kadar kolayca imaj kirliliğine uğratmasında bütün vebali sadece kötü niyetlere atmak kolay yol; zor olan sorumluluğu üstlenmektir. Doğrusunu söylemek gerekirse ‘İslâm’ kimliğini benimsemiş herkes, dünya coğrafyası üzerinde hazinelerin üstünde bîhaber yaşayanların sefaleti içinde” diyen Doç. Dr. Ahmet Turan Alkan’a hak vermemek mümkün değil.

Devlet toparlayıcı olmalı ve dış mihrakların insanımızı kullanmasına fırsat vermemelidir. Mekke’de oturduğu yerden “Fırat kenarında ayağı kırılan bir koyundan bile Ömer mes’ûldür” diyen halife Hz. Ömer gibi mes’ûliyet duygumuzu; insanımızı, maddî ve manevî değerlerimizi korumaya tâlip hâle getirmeliyiz.

Dinden Korkacak Bir Şey Yoktur!

“İttihatçıların dine ve dindarlara duyduğu kuşku olduğu gibi Cumhuriyet’e geçti. Bizler de Kemalizm eğitiminin çocukları olarak o kuşkuyu derinliklerimize yerleştirdik. Bazılarımız ’solcu’ olduk. ‘Din kitlelerin afyonudur’ sözünü öğrendik. Dini ürkütücü bir şey olarak gördük ve din bizi ‘gericiye çevirecekmiş’ gibi ondan hep uzak durduk.

Ama dinden korkmak toplumun hiçbir işine yaramadı. Bu anlamsız korku bizi entelektüel açıdan epey zayıflattı. Hemen hemen bütün entelektüellerimiz gibi yazarlarımızın da hem dini bilgileri azdır, hem de bir din adamını zaaflarıyla ve erdemleriyle anlatmaktan ürkerler.

Bu ürkeklik, bu yapay uzaklık, bu gereksiz korku, bizi, toplumun harcındaki en önemli etkenlerden birini incelemekten, anlamaktan, yaşadığımız toplumdaki çeşitli acıların kaynaklarını saptamaktan alıkoydu. Bu toplumun en büyük yaralarından biri, dinle ilişkisindeki kaygan alandır.

Bu toplumu anlamanın, o toplumun diniyle ilişkisini anlamadan mümkün olamayacağına inanırım. Türkiye’nin diniyle olan sorunlarını ‘huzurlu’ bir şekilde aşmasının bu ülkeyi rahatlatacağını, manasız çekişmelerden kurtaracağını düşünürüm.

Dinden korkacak bir şey yok.” [11]

 

Katı Laiklik Anlayışımız

Laiklik kavramı kanunla tanımlanarak kavram kargaşası mutlaka önlenmeli, art niyetli suçlamalara ve iftiralara açık tutulan kapı sû-i istimâlcilerin suratına çarpılmalıdır.

Gerçekleri sevmeyebilirsiniz; ama değiştiremezsiniz. Laikliği inatla, toplumdaki dinî hayatın ve dinî müesseselerin zayıflatılması olarak anlıyor ve öyle uyguluyorsanız bu, sosyal barışı tahrip etmek ve milletle kavga çıkartmak anlamına gelir. Kendi insanıyla kavgalı bir ülke olmak, daha ne kadar sürecek ve bunun sonu nereye varacaktır? Eskiden Cumhuriyet eliti eski hayat tarzını sürdürenlere saygıyla yaklaşırdı. Fakat onlar bir tür elit tabakaydı. Şimdi kılığını beğenmedikleri öğrenciler üzerinden, ince bir yaşama tarzına karşı duranlar tam ayak takımı ayarında kabalığı kuşanmışlar.

Demokratik Sıkıntılarımız

● Türk devlet sistemi içinde siyasî güç dengesi yeterince kurulamamıştır. Politika merkezleri ve güçler yetkilerini taşraya devretmek istememektedirler. Taşranın yetkisizlik ve imkânsızlıkları ise merkeze gözlerin dikilmesine sebep olmaktadır.

● Ülkemizde hesap sorma kanalları yeterince açık değildir, tıkalıdır.

Türkiye’de devletin dine bakışı “Devletin dinin üzerindeki kontrolünün devamını sağlamak” mantığına dayanmaktadır.

Ancak şunu açıkça belirtmek lâzımdır ki, şahsiyet ibrazında kararlı, dürüst, hüsn-ü ahlâk sahibi ve hukuk normlarına hürmetkâr yaratılışta olanların rayici yoktur.

● Demokratik hukuk devletinin ifâde ettiği temel bir kavram olan “eşitlik” kavramı Türkiye’de yurttaşların demokratik bir hukuk devletinde olması gerektiği mânâda eşit olduklarını söylemeye görünürde imkân bırakmıyor.

Günümüz Türkiye’sinde çeşitli meslek mensupları “Sorumluluk duygusu ve şuuru” açısından zâfiyet gösteriyor. Herkes görevini, mesleğini, işini doğru dürüst yapsa, yapmaya çalışsa, gereken gayreti gösterse, maddî ve manevî üretim hâsılamız iki misline çıkar. İmkânlarımızın yetersizliğinden şikâyet ediyoruz; ama biz o yetersiz olan imkânların da altında yaşıyoruz.

“Devletçi ekonomi totaliter siyasî idare, serbest piyasa ekonomisi ise demokratik idare gerektirir. Türkiye’de çok fazla maskeli insan olmasının temel sebeplerinden birisi de, devlet emrinde çalışanların sayıca çok fazla olmasıdır.” diyen Doç. Dr. Hüseyin Çelik devletçi ekonomi mantığının yanlış istihdam politikasına parmak basıyordu.

Millet, devletin yüksek katlarında “sahici” insanlar görmeye müştâktır.

Karizmasını kendi eliyle reddeden demokrat ruhlu devlet adamlarına ne kadar susamışız. “Devlet sofra kurarsa, haramzâde çok olur.” diyen Mesut Yılmaz çok haklıdır.

İçişleri eski Bakanı Sadettin Tantan “Sistemin menfaat üzerine kurulduğunu, eylemde menfaatin önde olduğunu, ülkeyi soyanları affedenlerin halkı değil menfaati temsil ettiğini, bu değişmediği zaman halkın ve ülkenin menfaatlerinin hiçbir zaman ön plânda olmayacağını” [12] ifâde ederken çözümü de ortaya koyuyor.

Türkiye’de, Türkiye’nin menfaatleri için hayatı boyunca aşkla çalışanı şevkle bitiren, harcayan âdetâ görünmez bir güç mekanizması vardır.

Türkiye’de uygulanan soygun modeli plânlı, programlı ve teşkilâtlıdır. Sadettin Tantan, bu soygun ve talan düzenini, Umberto Eco’nun “Foucault Sarkacı” adlı eserinde ele alarak incelediği Ortaçağ’da dünya finans piyasalarında kurdukları hâkimiyete bağlı olarak imparatorlukları ve krallıkları kendilerine borçlandıran Temple Şövalyelerine benzetiyor.

● Devletten yana tavır alan siyasî partiler, bürokratlar, devletçi oligarşinin resmî ve gayri resmî unsurları aslında el ele verip Türkiye’de “devlet” fikrini ve aksayarak da olsa yürüyen mevcut sistemi içeriden oyan, çürüten ve yıkan bir görüntü veriyorlar. Bu kadro, devletin değil, elli altmış milyar dolarına, üç-beş kuruşuna bile sahip çıkamayacak derecede ehliyetsiz, liyakatsiz, uyuşuk, seyirci ve beceriksiz bir kadro intibaı veriyor. Göründüğü kadarıyla 2000’li yılların başında iki yıllık bütçesini hırsızlara, talancılara ve uğursuzlara kaptıran bir kamu otoritesi hiç “maznun” mevkiine geçmeyecek mi? Bugünün Türkiye’sinde dürüstlük en büyük meziyet hâline gelmiştir. Türkiye’de tefrik ve temyiz şuurundan neredeyse eser kalmamış vaziyettedir. Ülkemizde yalan, dolan, entrika, tezvirat, palavra, hile, riyakârlık, saygısızlık, kin-nefret gırla gidiyor.

● Bu millet, aydınlarına yön veremedi, kendini onlara tamamlatamadı, engellemelerine mâni olamadı; ama yabancılaşmış aydınlar, dili başta olmak üzere, bu milletin bazı değerlerini ve değer ölçülerini bozmayı yahut zayıflatmayı çok iyi başardılar. Demokratik gelişmemizin önündeki asıl büyük sıkıntı aydınların bu milletin önüne koyduğu engellerdir.

● Anadolu’da halk arasında kullanılan bir tespit şöyledir: “Eşkıya kızanlarını, kızanlar eşkıyaları seçiyor. Ne eşkıya, ne kızanları biz seçmiyoruz.” İşte size Türkiye’deki sakat seçim mantığını ifâde eden ârifâne nefis bir tespit! Türkiye’de seçmenin iradesinin sandığa yansımasının önündeki en büyük engel tercihli oy sisteminin uygulamaya konulmamasıdır.

● Târihin bütün dönemlerinde yasaklar, insanlar için her zaman tahrik edici olmuştur. Yasaklarımızdaki mantığı sorgulayabilecek olgunluğa vatandaşımızı taşıyabildiğimiz zaman bu ülkenin birçok mes’elesi de kendiliğinden çözüm yoluna girecektir.

● Üniter yapımızın bozulmasını önlemek için başımızı kuma gömmeden bütün hassasiyetimizi sürdürmeye devam edelim. Kendi insanımıza güvendiğimizi göstererek, daha müsamahalı ve kucaklayıcı olarak, yasaklara umut bağlamadan, aklımızı, çağdaş ilim ve teknolojiyi kullanarak, Türkiye için cesur adımlar atmaktan korkmayalım. Devlet, vehimleri ve birtakım korkuları, milletin dinamikleri ve desteği ile aşmasını bilen ortak aklın adıdır. Devlet adına yetki kullanırken nefsimizi azdırmayalım. Unutmayalım ki, mazlumun âhı dağları titretir. Âh almayalım.

Otoriter kutsal devlet” anlayışını terk etmesi gereken idârenin cumhuriyeti demokratikleştirmesi gerekir. 2. Cumhuriyetçiler grubunun başında yer alanlar da aynı talebi dile getirmişlerdi. Yâni cumhuriyetin demokrasi ile beslenmesi lâzımdır. Cumhuriyetin ideolojisi “liberal demokrasi” olmalıdır. Profesör Mustafa Erdoğan’a göre, “Bu ülke ‘doğrular’ı gücün belirleyemeyeceği fikrine alışmalıdır. Çünkü doğruların güçle belirlendiği yerde uygarlık olmaz.”

  1. Cumhuriyetçilerin 1990’dan beri seslendirdikleri tezin satır başlıkları şöyleydi:

¨ Demokratik cumhuriyet,

¨ Hukuk devleti,

¨ Padişahlık değil hizmetkâr devlet,

¨ Askerî irade değil halk iradesi,

¨ Piyasa ekonomisi,

¨ Köylülük değil bilgi toplumu,

¨ Halkın ekonomik ve siyasî özgürlüğü,

¨ Her alanda yeryüzü standartlarının hâkim kılınması.

Mehmet Altan, Etyen Mahçupyan gibi şahsiyetler 2. Cumhuriyetçiler olarak biliniyor.

SONUÇ:

Ülkemizdeki kutuplaşmayı azdıran, gerilimi tırmandırıp düşmanlıkları besleyen anlaşmazlık noktalarının mümkün olduğu kadar azaltılarak Türkiye’nin temel mes’elelerinde çok daha seviyeli tartışmalara yol açılmalıdır.

Bizim problemimiz bir alt yapı problemidir; fukarayız ve fukaralık demokrasi ile kabili telif bir illet değildir. Fukara bir toplumun üyeleri, demokrasiyi işletecek temel faktör olan “vatandaş” seviyesine erişemezler. Demokrasi, çağdaş kriterler nazarında asgarî derecede varlıklı, vergi mükellefi ve dolayısıyla idâreye katılma şuuruna erişmiş vatandaşlar olmaksızın tasavvur bile olunamaz.

 

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 25.02.2008, 03.03.2007 tarih ve 243, 244 sayılı nüshalarında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Ahmet AKGÜNDÜZ, İslâm’da İnsan Hakları Beyannamesi, TİMAŞ yayınları: 140, Araştırma İnceleme: 5, İstanbul, Engin Ofset, s. 43.

[2] MERİÇ, A.g.e., s. 1, 57, 195.

[3] Cemil MERİÇ, Jurnal, Cilt: 2, 5. Baskı, İletişim Yayınları: 222, Cemil Meriç Bütün Eserleri: 3, İstanbul, Şefik Matbaası, 1998, s. 156.

[4] Enis BERBEROĞLU, “Duvarlar Yıkılıyor Altında Kalmayın,” Hürriyet, 11.08.200.

[5] Etyen MAHCUPYAN, “Son Darbeden Bugüne,” Zaman, 27.5.2001, s. 10.

[6] İbrahim KARAYEĞİN, “Yusuf Bozkurt Özal,” Zaman, 8.9.2000, s. 12.

[7] “İstediğini Aldı.” başlıklı haberde Nazlı Ilıcak’ın beyanatı, Zaman, 21.12.2000, s. 12.

[8] Hikmet GÖK, “Cadılarla Hasbıhal,” Yeni Bin Yıl, 10.9.2000.

[9] Ali ASLAN’ın haberi, “Dünya Türkiye’ye Muhtaç,” Zaman, 21.10.2001, s. 13.

[10] Cengiz ÇANDAR, “Gizli Plan” “Açık Kriterler,” Sabah, 17.09.2000.

[11] Ahmet ALTAN’la Röportaj, Mehmet GÜNDEM, Yeni Şafak Gazetesi, 10.12.2007, s. 15.

[12] Sadettin Tantan: “Elimde Dosya Var Demedim,” Zaman, 14.03.2002, s. 3.