TÜRKİYE’DE UYGULANAN GERİLİM STRATEJİSİ KİME NE KAZANDIRIYOR? LÂİKLİĞİN SÛ-İ İSTİMÂLİ ÜLKEMİZDE GERİLİMİN ARTMASINA SEBEP OLMUYOR MU?

 

GERİLİM STRATEJİSİ KİME NE KAZANDIRIYOR?

Memlekette bir dönem gerilim stratejisi tâkip edildi. Her gün ülkeyi gerecek olaylar ve açıklamalar sonunda ülke çalışamaz hâle geldi. Şimdi ise gerilimin yerini terörün desteklediği, beslediği ve devamlı olarak canlı tuttuğu korkunun almasına çalışıyorlar.

Biz birbirimizle uğraşırken, nasıl bir mengeneye alındığımızı neden fark etmiyoruz? Kendi yanlışlarımızın, bizi siyasî, iktisadî ve kültürel bir kuşatma altına alanların ekmeğine yağ sürdüğünü niçin göremiyoruz?

Etkili ve yetkili mercilerin dün bilerek veya bilmeyerek bu stratejiye hizmet ettiğini görüyoruz.

Bugün herkes yarınından korkuyor. İşçi işten atılmaktan korkuyor. İşletmeci yatırım yapmaktan korkuyor. Gençlik geleceğinden endişeli! Halk, gelecekten ümit ve ışık bekliyor. Korku, yarın yılgınlığı beraberinde getirecek ve bir daha insanları harekete geçirmemiz zor olacaktır. [1]

LÂİKLİK ANLAYIŞIMIZ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

Sözde ‘Türk Lâikliği’ evrensel anlayış ve uygulamadan büsbütün uzak, modası geçmiş bir modeldir. On dokuzuncu yüzyıl pozitivist doktrininin egemenliği altındaki bu modelin demokratik dünyada hiçbir benzeri yoktur ve bu aksi ispatlanabilen bir yargı değildir.

Sözde Türk modelinin yanlışlığı sadece anakronistik olmasından da ileri gelmiyor. Bu modelin aynı zamanda hem anti demokratik, hem de insan hakları karşıtı olduğu için de terk edilmesi gerekiyor. Anti demokratiktir, çünkü bugünkü lâiklik kabulü, Türkiye nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan dindar-muhafazakâr toplum kesimlerinin demokratik siyasî sürece katılımını büyük ölçüde kısıtlamaktadır. Başka bir ifadeyle, aslında Türkiye Cumhuriyeti, dindarları, siyasî sistemin kurucu ve aktif özneleri-yani, ‘yurttaşlar’ olarak tanımamakta, onları özel hayatlarına hapsetmektedir. Bu model insan hakları karşıtıdır; çünkü dindarların hem sivil haklarının hem de siyasî haklarının hatırı sayılır derecede reddi sonucunu doğurmaktadır. Türkiye’nin sakat lâiklik anlayışı, ilk anda akla gelebileceği gibi sadece din özgürlüklerini değil, dindarların başka bazı sivil özgürlüklerini de -başta öğrenim ve örgütlenme (dernek, vakıf kurma) özgürlükleri ile kamu hizmetlerine giriş hakkını- devletin baskı altına almasına yol açmaktadır. Benzeri bir durum siyasî parti marifetiyle siyasî sürece katılma hakkı bakımından da söz konusudur. [2]

Türkiye’de devlet Müslüman’a karşı lâik, ülkede yaşayan gayrimüslimlere karşı Müslüman kimlikle davranan çifte standartlı, etik kaygılardan arınmış bir mekanizma olarak sevdasını sürdürmektedir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının Türklük kimliği altında ezildiği böyle bir anlayıştan ne eşitlik ne hürriyet çıkmayacağı gibi oluşacak ahlâk seviyesi de her zaman kaşınmaya müsait bir alan olarak görülür.

 

LÂİKLİĞİN SÛ-İ İSTİMÂLİ

Avrupa’daki lâiklikle Türkiye’de uygulanan lâikliğin uzaktan yakından ilgisi yoktur. Lâikliği, İslâmî eğitim ve öğretim yasakçısı gibi anlayanlar ve uygulayanlar Türkiye’de anarşinin, terörün artmasına sebep oldu. İndirilen dini bilmeyenler uydurulan dinle devletin ve milletin başına belâ kesildiler. Türkiye’nin geri kalmasının bir sırrı da budur.

Lâikliğin yanlış yorumlanmasıyla toplumun büyük bir kısmını karşısına alan devlet güç kaybettiğinin hâlâ farkına varamadı. Hükûmetin manevî şahsında devlete duyulan güvensizlik sonucu bankalardan çekilen sermaye ve paralar yatırım yapılmasını dolaylı olarak engellerken sermayeye ve onun rengine karşı geçmişte sergilenen hasmane tavır işsizliğin artmasını da pompaladı. “Yeşil sermaye” kendi vatanında horlanınca Amerika’da, Romanya’da büyük yatırımlara girişti. Dünyanın en büyük rulman fabrikasını Romanya’dan, Türkiye’den kovulan yeşil sermaye satın aldı. Kendi vatandaşıyla kavgalı, onun sermayesinin ve alın teriyle biriktirdiği paranın düşmanı, hasetçisi ve kıskançlığı içinde olanların bu milletin huzurunda ondan özür dileme zamanı hâlâ gelmedi mi?

Merhum Recep Yazıcıoğlu’nun dediği gibi, her gün skandallar yaşanan Türkiye’de, skandalların artık olağan bir hâl aldığını görüyoruz.

Demokratik ülkelerde fikirlerin açık olarak söylenmesi gerekir; fakat toplum olarak takiyeci olmaya zorlanıyoruz. Türk Milleti’nin şu anki durumunu “alışılmış çaresizlik” olarak nitelendirmek mümkündür.

Tanımı bilerek ve istenilerek yapılmayan, töhmet ve baskı vasıtası olarak kullanılan bir “irtica” ve özellikle vuzuhtan uzak tutulan bir “lâiklik”ten hareketle “ideolojik bir perspektif” kanunların koruması altına alınmıştır. Bu ideolojik korumacılık bütün dünyanın yöneldiği hukuk anlayışına ve hukukun üstünlüğü ilkesine karşı her zaman bir bariyer gibi kullanılıyor.

Bizdeki garip lâiklik uygulamasının yöneldiği bir tek mânâ var:

Devlet, Türkiye’de dinî hayatı her zaman kontrol altında bulundurmak istiyor. Dinin devletten tamamen ayrı bir alanda kendi işlerini tedvir etmesinden büyük ürküntü duyuyor; buna kısaca Türkiye’de dinî hayat, devletin hâkimiyet kapsamı içindedir demek de mümkündür. Devletin hâkimiyet ve kontrol alanı dışında var olmaya çalışan dinî fikir cereyanlarını, en azından potansiyel tehdit diye algılamasının temelinde bu sebep yatıyor.

 

TÜRKİYE’DE İRTİCA TÖHMETİ BİR ZAMANLAR EN KOLAY ADAM YEME MALZEMESİYDİ

Bir zamanlar okullarda, işyerlerinde âdetâ bir kültür soykırımı yaşadık. Kutsal değerlere karşı en küçük müsamaha yoktu. Birisi hakkında “İrtica ile ilgisi var!” gibi imâ yollu bir şikâyet olsun, devlet dairesinde çalışıyorsanız, işinizin bittiğinin resmiydi. Mağdurların sayıları hakkında gazetelerden ve resmî ağızlardan verilen bilgiler devamlı artıyordu.

Çok yerde, bazı mevkilere gözlerini diken kifâyetsiz muhterisler ağızlarının suyunu akıta, akıta yükselecekleri mevkii işgâl eden kişinin ayağını kaydırmanın bin bir çeşit yolunu arar ve bulurlar. Bu konuda elbette ki, en etkili yol, ilgiliyi irtica ile suçlamaktır. Valilik koltuğunda oturan insanların ağzından “ben mürteci değilim” şeklindeki nefis müdafaalarını bu millet gazete sayfalarından ibretle okumuştur. Devlet, taşrada kendini temsil eden en büyük mülkî âmirin müfteriler karşında acze düşerek yaptığı savunmaya seyirci kalmamalıdır.

 

TÜRKİYE’DE İKTİDAR ELİTİNİN İSLÂMİYET, DEMOKRASİ VE LÂİKLİK ÇATIŞMASI İÇİNDEKİ YERİ NERESİDİR?

Türkiye bugün, şuuruna varamadan, mahiyetini anlayamadan bunalım içinde yaşıyor. Mes’elelerimiz yeni sahiplerini bekliyor, fakat aydınlarımız güya “çözüm” adına yeni mes’eleler üretmekten başka bir şey yapmıyor. “Manzarayı umumiye” hiç de iç açıcı değil. Ülke olarak sorumluluklarımız gitgide ağırlaşmaktadır.

Türkiye sahiden İslâm ile Batı arasında bir köprü ve denge olacaksa İslâmiyet, lâiklik ve demokrasiyi uygun bir çerçeveye oturtması ve her üç parametreyi yepyeni bir paradigmanın teşekkülü amacıyla tanımlaması gerekir. Türkiye’nin iktidar eliti, İslâmiyet, demokrasi ve lâiklikle çatışma halinde yaşıyor, fakat paradoksal olarak çatışma halinde yaşadığı değerleri geçerli birer akçe olarak dünyaya pazarlıyor.

Yırtıcı Küreselleşme” kitabının yazarı Richard Falk, önümüzdeki bugün ve yarına damgasını vuran küreselleşmenin taşıdığı iç sakıncaların nasıl aşılacağını anlatırken, Türkiye’ye önemli roller düştüğünü söyler; fakat arkasından şunu ekler:

Geçmiş yıllardaki karnesine bakılırsa, elbette ki, Türk siyasî sisteminin böyle olumlu yönde hareket edecek kadar, esnek, yaratıcı ve prensipli olduğundan ciddî biçimde şüphe duyulabilir. Daha da kötüsü, tabandan ortaya çıkacak yaratıcı ve ıslah edici enerjileri serbest bırakacak sivil alanı açma konusundaki isteksizliğiyle Türk Devletinin adı kötüye çıkmıştır. Ayrıca bu devlet, dinî bakış açılarına hasmane veya en azından şüphe ile yaklaşan baskıcı bir lâiklik anlayışını benimsemiştir.[3]

Victor Hügo’nun güzel deyişiyle aydının vazifesi, “medeniyetin kalbini dinlemektir.” Bizim aydınımız neyle meşgûldür?

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 01.06.2009 tarih ve 301 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Prof. Dr. Ertuğrul Zekai ÖKTE, Aksiyon Dergisi, Sayı: 243(31 Temmuz 1999).

[2] Prof. Dr. Mustafa ERDOĞAN, “Laik Devlet ve Dine Saygı,” Zaman, 12.12.2001, s. 12.

[3] Çev. A. ÇAKSU, Küre Yayınları, İstanbul, 2001, s. XI.