TÜRK SİYASETİNDEKİ SAVRULMANIN SEBEPLERİ NELERDİR? TÜRKİYE’DE SOL PARTİ VAR MIDIR? TÜRK SİYASET HAYATINDA İLİM ADAMLARININ İSRAF EDİLMESİ TÜRKİYE İÇİN BÜYÜK BİR KAYIP DEĞİL MİDİR?

 

TÜRKİYE BİR MAĞDUR ÇOĞUNLUĞUN ÜLKESİDİR

Bu ülke iç ve dış borca yıllardan beri hâlâ dünyanın en yüksek faizini ödemektedir. Dış borçlar mıknatıs, borçlu ülkeler de demir tozu gibidir…

Türkiye’de ortada şu veya bu çoğunluk yoktur; tek bir çoğunluk vardır, o da mağdur çoğunluktur. Bu çoğunluk, ezilen, dışlanan, horlanan, inancına ve yaşama biçimine devamlı olarak müdahale edilen, açlık ve yoksullukla mücadele etmeye çalışan bir çoğunluktur.

Böyle bir sefalet ortamında Türk Milleti’nin bu çoğunluğuna imaj üretimi yoluyla benimsetilmek istenilen şey, “küçük bir iktidar zümresi”nin kendi ideolojik perspektifinin toplumun çoğunluğu tarafından paylaşıldığını anlatmak, sahip olduğu ayrıcalık ve avantajların toplum tarafından da teyit edildiği mesajını vermektir. Türkiye’de garip olan şu ki, ekonomik, bürokratik ve politik ayrıcalıklara sahip bu mutlu zümre (Merkezdeki Çekirdek), elinde tuttuğu söz konusu avantaj ve konuma ebedî olarak sahip olduğunu düşünüyor, ayrıcalıklarının elinden gitmesi halinde ülkenin parçalanacağını ve devletin bekâsının zarar göreceğini siyâsî ve bürokratik sözcülerinin ağzıyla öne sürüyor. Bu azınlığın bütün meşrûiyet çerçevesi bu argümanlara dayanmaktadır. Bu yüzden hep öne çıkarılan “çağdaşlık, modernlik, ilericilik” v.b. bütün sloganlar sonunda bu küçük azınlığın ayrıcalıklarını teminat altına alma ve devam ettirme gayelerine hizmet etmektedir. Söz konusu “çağdaşlık” ideolojisinin “çoğunluk” hayatında ne türden yıkıcı etkilere sahip olduğunu anlamak o kadar da zor değildir. Sefaleti gözlemek, sadece insaf ehline bir fikir verir ve bu ehliyete sahip olanların katlanabileceği bir meziyettir.

Türkiye’nin çok ilginç bir siyasî yapısı vardır. Herhangi bir seçimde birinci veya ikinci olan bir parti hemen sonraki seçimlerde sonuncu olabilir. Böylesine hareketli, değişken bir seçmen tabakasına sahibiz.

Kendimizle, kendi sistemimizle yüzleşememenin yükü ağır geldikçe hep Avrupa’nın önyargılarına sığındık. Böyle önyargıları hâlâ kendi tutumumuzla pekiştirdiğimizi göz ardı ettik. Öte yandan ‘onların ne olduğundan bize ne, esas biz kendimizi nasıl düzeltiriz, ona bakalım’ demeyi beceremedik. Demokratlaşmayı, birbirimize insan gibi ve insan haysiyetine yakışır bir tarzda davranmayı bile Batı’ya verilmiş bir tâviz gibi algıladık. Bu tepkilerle güya aşağılık kompleksimizi bertaraf edeceğimizi sandık; ama gerçekten kendimizi dünya önünde aşağılamış olduk.

Hoşumuza giden yalanların peşinde biraz daha içe kapandık. Bugün yüzeye bakanlar AB üyeliği yolunda reform yapan bir ülke görüyorlar; ama bunun nasıl yapıldığı, bize, daha şimdiden, ileride daha derinlerde yaşanacak sıkışmanın izlerini sunuyor.

TÜRK SİYASETİNDEKİ SAVRULMANIN SEBEPLERİ NELERDİR?

3 Kasım 2002’de yapılan erken seçime doğru siyaset hayatında bir savrulma yaşandı. Bunun pek çok sebebi vardır. Önem sırasına göre başlıca iki önemli sebebi şöyle sıralamak mümkündür:

Birincisi tarihî sebeplerdir. Bir cihan devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntılarından doğan genç cumhuriyet, dış dinamikler ile iç dinamiklerin dengesini kurmakta hâlâ zorlanmaktadır. Bu zorlanma yükün çok ağır, problemlerin çok büyük olmasından kaynaklanıyor.

Siyasî savrulmanın tarihî sebepleri-ki çok derin tahlilleri gerekir-bugün bizi siyaseten bir çıkmaza sürükledi. O çıkmaz şudur: Devletin iktidarda görmeyi arzu ettiği siyasî partiler Türk Milleti’nden hiçbir zaman teveccüh görmedi, milletin desteklediği siyasî partiler de devletin engellemeleri ile uğraştı. Rahmetli Menderes’in, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın haksız yere idamından bu yana devletle millet arasına giren soğukluğu bir türlü aşamıyoruz. Bu soğukluktan dersler çıkarması gerekenler de hâlâ milleti umursamaz bir edâ ile kendi hâkimiyet kavgalarının plânlarını yapmakla meşgullerdir.

Türk siyasetindeki savrulmanın ikinci büyük sebebi de, bir sisteme bağlanamamış siyasî yapının zaaflarından faydalanarak siyasî partileri ele geçiren idareci azınlıklardır. Partiler seçim kaybetse de, başarısızlık üstüne başarısızlığa uğrasa da, parti genel başkanları ve yakın çevresi bir türlü değişmiyor. Üç-beş isim, siyaseti de, bu ülkenin geleceğini de, siyasî ihtirasları, nefisleri ve işgâl ettikleri koltukları ve mevkileri terk etmemek hırsı ve inadı uğruna kilitlemiş durumdadırlar. Ancak millete rağmen sürdürülen bir siyasî yapılanmada inatla ısrar etmek ve millete rağmen siyasî partileri yönetmeye kalkmak başka bir sonuç doğurur mu? Siyaset de, devlet de millet için vardır. Milletle inatlaşarak hiçbir zaman çözüme ulaşılamaz. Bu hakikati er geç hepimiz öğreneceğiz.

 

TÜRKİYE’DE SOLUN ADI YOKTUR!

Bizde sol, literatürdeki, dünyanın demokratik ülkelerindeki sol gibi değildir. Bizdeki sol, nefes almasını bile imkânsızlaştıran pozitivist bir yabancılaşma kavrukluğuna zerk edilmiş özel bir mistifikasyon aşısı gibidir. 

Türkiye’de solun adı neredeyse kalmamıştır!

Türk solunun zafiyeti, Türkiye’yi ve Türk toplumunu zaafa uğratıyor, siyasî istikrarsızlığa âdetâ bir bulantı kesafeti katıyor.

Ülkemizde bugün sol ve sağ kavramları artık hiçbir mânâ ifade etmiyor. Bu kelimelere müracaatla meâline sâdık cümle kurmak neredeyse imkânsız hâle gelmiştir.

Muhtevasını bir türlü Batı standartlarına çıkaramadığımız, ancak demokratik mücadele uğruna bir başbakan ve iki bakanını şehit verdiğimiz Türk demokrasisi “sol cenah”sız olmaz; olamaz. Türkiye’de solcular ve sağcılar bugün ideolojik koordinatlarını, piyasa ekonomisinin temel icaplarını temel referans kabul ederek târif edebiliyorlar.

Sol ve sağ bizde gerçek mânâda “dünya görüşü”ne hemen hemen hiç tekabül etmedi, sadece karakterleri aksettiren, denizin ortasından zorla fark edilebilen cılız bir işaret feneri ışığı kadar vazife görebildi. Global piyasa ekonomisi ve ona bağlı olan siyasî hukukun Türkiye’de alternatifsiz kalmasının arkasındaki ana sebep budur.

Sol ve sağ kelimelerinin temsil ve teşkil ettiği sembol altında bugün, Türklerin şimdiki, geçmiş ve gelecek zamanları, anlama, tasarlama ve yorumlama kabiliyetleri derin ve belki de ebedî bir istirahat halinde uykuya çekilmiştir. Türk lisanına revâ görülen kıyım, vaktiyle sağı nasıl bir zührevî hastalık cinsinden şeametle damgalayıp içini boşalttıysa bumerang gibi bugün dönüp turunu tamamladıktan sonra solu da vurdu.

Ahmet Turan Alkan’ın bu tespitlerine katılmamak mümkün mü?

TÜRK SİYASET HAYATINDA İLİM ADAMLARININ İSRAF EDİLMESİ TÜRKİYE İÇİN BÜYÜK BİR KAYIPTIR

Türk siyasetinde ilim adamları başından beri vitrin zenginleştirmek veya yapılan saçmalıklara meşrûiyet kazandırmak için kullanılmıştır. Bu hükmü ikna edici bulmayanlar 1930’lu yıllardaki üniversite reformunun ince ayrıntılarını okuyabilir, o da yetmezse Orhan Erkanlı’nın 27 Mayıs Darbesini anlattığı Anılar, Sorunlar, Sorumlular isimli kitabını inceleyebilirler. İlim adamımız, “ilmin en yüksek rütbe olduğu” hikmetine bir türlü inanmamış, inanamamıştır. Bu inançsızlıktan dolayıdır ki, mesleğini icra ederken tatminsizlik hissetmiş ve gözü hep sair kulvarlara takılı kalmıştır. İşi, mesleği hattâ hayat tarzı ve meşgalesi hakkında dürüst, derin ve kaliteli bir felsefî spekülasyona girmeyi belki de hiç hatırına getirmediği için ilimde biriktirdiğini siyasette harcamaya teşne bir hâlet-i rûhiye geliştirmiştir. İlim adamının siyasete meylinden siyaset kazançlı çıkmıyor, ilim âlemi kayba uğruyor.

Biz, esasen kıt ama çok değerli insan kaynaklarımızı sırf siyaset yapanlar arasında aklı başında, basiret ve akl-ı selim sahibi insanlar bulunsun gerekçesiyle siyasete hediye ediyor ve bundan gizli bir zafer hissi ve keyfi çıkarıyoruz. Aklı başında, basiret ve akl-ı selim sahibi insanların siyasette çoğalmasını sağlamak için ilim dünyasından takviyede veya feragatte bulunmak bizim gibi bir ülke için lükstür; esasen siyasetle uğraşanlarda bu gibi vasıflar asgarî şart cinsinden bulunmalıdır. Eğer bu vasıflara sahip insanları bir araya getiremiyorsak, bu açığın telâfi yeri, ilim âlemimizin zaten kıt sayıdaki güzideleri olmamalıdır. İlim dünyasından siyasete geçişi işte bu gerekçelerle bu ülkenin geleceği adına ziyan olarak değerlendiriyorum.

Bizim ilim dünyamız eğer “ilimüssünde sâbit ve ısrarlı bir heyet teşkil edebilseydi bu vakarlı duruş, siyaseti, ilim adamlarının bizzat siyasete atılmasından çok daha derin ve müspet istikamette etkileyebilirdi. Böyle bir celâdet gösterilemedi. Burada vakar, celâdet, hamâset ama en kâmil tâbir “istiğnâ makamı”dır. Siyaseti küçümsemek mânâsında değil, siyasetin ilim âlemine göre daha az heyecanlı, manevî tatmini daha kıt bir dünya olduğunu belirtmek için kelime arıyorum. Uğradığımız derin siyasî buhranlarda ilim dünyası niçin hep güç odaklarına gereğinden fazla yakın durmayı tercih etti, birikimini genellikle yapılan her yanlışa meşrûluk fetvası yapıştırmak için kullandı? İlmin siyasetten tamamen ayrı bir değerler silsilesi ile yol aldığını hiç hatırlamadı ve böylece bizde, sadece siyasete değil hakikati arama ve onu terennüm etme otoritesini zedeleyecek her türlü tesire karşı dayanıklı, muteber ve hürmete lâyık bir ilim geleneği hâlâ tesis olunamadı.

Bizim saray kuyumcularına banyo kazanı kaynattırma lüksümüz yoktur; bu mühendise hendek kazdırmak, kimyagere inşaat harcı kardırmak, ressama badana yaptırmak gibi abes bir şeydir. Kaynakçılar doğru dürüst kaynak yapamıyor, ameleler hendek kazmakta acz gösteriyorsa çâresi bu işi san’atkârların bizzat üstlenmesi değildir. Generaller takım komutanlığını bilirler, ama bizzat yapmazlar. Her işin ehlini yetiştirmek, her işte ehil olanı istihdam etmek gerekir. [1]

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 31.08.2009 tarih ve 311 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Ahmet Turan ALKAN, “Parti Rozeti Versus Kurşunkalem,” Zaman, 21.8.2002, s. 13.