TÜRK SİYASETİNDE MERKEZ, ÇEVRE VE ASKERÎ VESAYET İLİŞKİSİ

 

Türk basınında yer almış konu ile ilgili benzer yazılardan da istifade ile bazı hususları açıklamak istiyorum.

Türk politika tarihinde “çevre”nin kendisini “merkez”e anlatmaya çalışırken tâkip ettiği iki yol vardır: Biri, Patrona Halil’den 31 Mart’a, Şeyh Said Ayaklanması’ndan PKK’ya kadar uzanan negatif siyaset (ayaklanma, şiddet ve çatışma) yolu; diğeri ise bir muvazaa hareketi olsa da Serbest Fırka, Adnan Menderes, Turgut Özal ve RP ile temsil edilen pozitif siyaset yoludur. Bu ikincisi Yeni Osmanlıların İslâmcılıkları ile şekillenmiş bulunan demokratik ve sivil bir damardan beslenir ve her seferinde az veya çok İslâmcı bir öz taşır.

Merkez-çevre kavramı İbn-i Haldun’a kadar götürülebilir. Onun “haderi-bedevi” kavramsallaştırması, hem modern millî ünitelerin ve bu ünitelere bağlı olarak inşa edilmiş sentetik yapılar olan “toplumlar”ın iç çelişkilerini açıklamaya, hem de daha evrensel seviyede teşekkül eden yeni “küresel toplum”un gelişme ve çatışma dinamiklerini anlatmaya yeter niteliktedir. Ronald Reagan’ın işbaşına gelir gelmez -ki o zamanlar küreselleşmenin ilk somut belirtileri ve öngörülebilir etkileri ortaya çıkmaya başlamıştı- yoksulluk, siyasî baskılar ve dışlanmışlıkla sıkışma hâli yaşayan Batı-dışı toplumları anlamak için İbn-i Haldun’un teorisini araştıran bir komisyon kurması boşuna değildi.

Düşünceyi yasaklamak dünyada çok eski bir âdettir. İnsanda düşünce mecâli, düşünce vakti, düşünce samimiyeti ve asaleti bırakmamak mes’eleyi kökünden bitirir. Devamlı olarak konuş-yaz, ama bir şey söyleme!

İşte bu zihniyet siyaseti de mecâlsiz bırakır.

30 Ağustos 2002 günü Zafer Bayramı merasimi sırasında Samsun’da yapılan törende gerçekleşen bir olay, ülkenin ideolojik arka plânı hakkında hepimize iyi bir örnek verdi. Konuşmalar sırasında bastonunu havaya kaldırarak “Allah!” diye bağıran 81 yaşındaki bir ihtiyar, meczup sanılarak sivil polislerce ağzı kapatılıp tören alanından uzaklaştırılmış; ancak Kurtuluş Savaşı’na katılan babasını hatırlayarak bağırdığını söyleyince serbest bırakılmıştı. Bu ibret verici olaydan şu dersi çıkartıyoruz: Binlerce insanın ölümünü düşünmeye sebep olan bir törende 81 yaşındaki bir piri fâninin “Allah!” diye bağırması Türkiye’de meczupluk işaretidir… Ama eğer bağırmanızın sebebi dinî olandan millî olana kayarsa, sizi yeniden aklı başında biri olarak aramıza alabiliriz… Aksi hâlde…

Bu olay gerçekte Cumhuriyet’in temel ironisini ortaya koymaktadır: Türkiye’de dinî ve millî hassasiyetler fazlasıyla iç içe girmiştir; fakat devlet hem millî olanı korumak hem de dini geriletmek gibi bir uğraşı, varlığının temel ideolojisi hâline getirmiştir. Dinin millîden ayrılması, millî bir çerçeve içinde olmayan her türlü dinî duyguyu tehlikeli kılmaktadır. Bunun sonucunda ‘din’ devletin işine geldiği zaman millî amaçlarla kullandığı bir araç olarak işlev kazanmış; devlete yakınlaşıp uzaklaşmanın getirdiği salınmalar, dindar kesimde devletin hayâllerle sarmalanmış bir ütopyaya dönüşmesine yol açmıştır. Bugün dindarlar gerçek devletten muzdarip oldukları ölçüde, bir “doğrudevlet hayâli ile beslenmekte; devletin ileride bir gün kendilerini yürekten kuşatacak bir niteliğe kavuşacağını düşlemektedirler. Çünkü dindarlar için ancak böyle bir devlet “millî” olabilmektedir.

Devletin bakışı ise, millîliğin dinden arınma sürecinin sonucu olduğudur. Buna göre millîliğin temeli “Atatürk ilke ve inkılâpları” söyleminin içine yedirilmiş bir etnisitedir. Ne var ki, söz konusu ilke ve inkılâplar din dışı bir millîliği otoriter zihniyet içinde aradığı ölçüde, tek ve homojen bir etnisiteye mahkûm olmaktadır. Bu sebeple hâlâ demokratik bir vatandaşlık anlayışına sahip değiliz. Kısaca söylersek, Türkiye otoriter laiklik anlayışını mutlak mânâda dine karşı bir pozisyon olarak algılamaktadır; ama bu pozisyon Kürt mes’elesinin de ürediği alandır. Çünkü dinin geriletilmesi için mecburî sayılan otoriter tutum, demokratik bir etnisite algılamasını da engellemektedir.

Öte yandan aynı ilke ve inkılâplar bir iktidar alanı ortaya çıkarmakta; bu alanı “Türk ve laik” kimliğin tasarrufuna bırakmaktadır. Dolayısıyla bu kesimin iktidardan pay alan kurumlarının, yaşanan siyasî ve ekonomik sonuçlarda sorumluluğu vardır.

Siyaset üzerindeki askerî vesayetin âşikâr hâle gelmesiyle birlikte, askerî yetkililer de daha az konuşmaya, birçok konuda artık ön plâna çıkmamaya çalışıyorlar. Çünkü Türkiye’de işler her zaman pekiyi gitmiyor; bu iyi gitmeyen işlerin sorumluluğunu kimse üzerine alarak taşımak istemiyor. Askere göre “doğru siyaseti” imâ eden her konuşma, ülkede siyaseti belirleyen gerçek gücün asker olduğuna; sivil siyasetin askerî otoritenin referansıyla hareket ettiğine dair kanaatleri daha da pekiştiriyor. Öte yandan söz konusu “doğru siyasetler” de genellikle Türkiye’deki temel mes’elelerin ideolojik bir bakış içinde çözümlenebileceği mesajını ihtiva ediyor. Diğer bir deyişle askerî otoritenin bakışı bu mes’eleler karşısında hiçbir zaman nötr değildir. Dolayısıyla da objektif bir değerlendirmeyle, askerin bakışının ülkedeki temel mes’elelerin bizzat bir parçası olduğunu görmek gerekiyor.

Kısacası Türkiye’de askerî otoritenin iki sıkıntısı vardır: Siyaseti yönlendirmek istiyor; ama yönlendirmek üzere görünürde minimum adım atma şartıyla; aynı şekilde ülke mes’elelerini de kendi ideolojisi doğrultusunda çözmek istiyor; ama bu mes’elenin oluşmasında ve kronikleşmesinde kendi ideolojisinin payını görmezden geliyor. Bu kaygıları dikkate alan ilginç bir söylem mantığı üretilmiş durumdadır. Herhangi bir mes’ele ele alındığında herkesin şikâyetçi olduğu sonuçlar sanki birer sebepmiş gibi sunularak esas sebepler konu dışında bırakılıyor. Böylece çözümler de sebep gibi gözüken sonuçlara, yani mes’elenin tezahürlerine yönelik oluyor. Bu sebeple bizim mes’elelerimiz ya hiç çözülmüyor veya çözüldü sandıkça sürekli olarak yeniden doğuyor. Çünkü mes’elenin özünde yer alan resmî ideolojiyle hiçbir zaman yüzleşilmediği gibi her başarısızlığın ardından bulunan tek çâre resmî ideolojinin dozunu artırmak oluyor.

Dinî ve etnik sosyal tepkilerin ve kesimler arası iletişimsizliğin temel sebeplerinden biri, yürürlükteki eğitim sistemine yedirilmiş laik ve millî vurgudur. İkincisi Türkiye’de refahın dağılımı gene aynı kimlik bazında eşitsiz bir yapıda gerçekleşmiş; refah resmî ideolojiye yakın olanların pek tabiî hakkı sanılmıştır. Üçüncüsü, ahlâkî yozlaşma bir sebep değil, bir sonuçtur ve gücün ideolojik dağılımına dayanan sistemin tabiî bir uzantısıdır.

Ne Kemalizm’den ne de Cumhuriyet ilkelerinden bir ahlâkî sistem üretilemez. Çünkü bu değerler manzumesi otoriter zihniyetten beslendiği ölçüde, gücü bir hakemlik müessesesi hâline getirmiştir. Aynı olgu eğitim ve ekonomideki çarpıklıkların da başlıca sebebidir. Bu anlayış yozlaşmanın çözümünün de, bizzat yozlaşmayı üreten unsurlardan birinden beslenmesine yol açmıştır. Dolayısıyla askerî yetkililerin kullandığı mantık gerçek bir kısır döngüyü ifade etmektedir. Her zihniyet karşı tarafta kendi yansımasını yaratır.

Otoriterliğin doğruluğuna olan bu peşin inanç sürdükçe, karşılığı da dinî, etnik veya başka bir alanda; ama daima ayrımlaşma ve kopuş olarak geri gelecektir.

Yönetim anlayışı ve zımnî siyasî tercihler hâlâ resmî ideolojinin tahakkümü altındadır. Demokrasinin ülkemizi yönetemediğini söylemek kolaydır. O demokrasiyi yönetemez hâle getirenin cumhuriyet anlayışı olduğunu görmeden, sorunun çözümünü bulamayız.

Türkiye’de ve bütün İslâm dünyasında siyaseti tayin eden gerçek aktörler bürokratik merkezde yoğunlaşmış olan dar çevrelerdir. Bu açıdan aslında halk ile siyaset arasında değil, toplum ile bürokratik merkez arasında belirgin bir yabancılaşma yaşanmaktadır. Kendisini İslâm dünyasına model olarak sunan Türkiye’de en klâsik şekliyle dahi olsa, demokrasi temsil sorununu çözebilmiş değildir.

Her seferinde halkın kendilerine umut bağladığı siyasî partiler, bir süre sonra merkezin tahminlerine ve taleplerine göre bütün temel varsayımlarını gözden geçiriyorlar, halkın taleplerini ayak bağı olarak görmeye başlıyorlar. Çünkü Türk modernleşme projesinin tanımlayıcı çerçevesine göre, siyasî partiler modernizasyonun taşıyıcı araçlarıdır ve bu görünmez misyonları dolayısıyla, tıpkı idarî yapı gibi yukarıdan aşağıya doğru bir teşkilâtlanma ve görev ifâ etme modelini esas almışlardır. Parti içi demokrasinin olmaması, partilerin devletin idarî yapısının süren geleneğinin teminatıdır. Burada hukuk, siyasetin asıl sahibi ve hakikî aktörü durumundaki halka karşı kontra tedbirler babında ele alınır ve sık, sık siyasete müdahale eder.

Siyasî sistemin geneline hâkim olan mantaliteye bakıldığı zaman, adına “siyasî merkez” denilen alanın aslında sivil siyasete ve siyasetçiye değil, siyasî/resmî topluma ait olduğu görülür. Bu açıdan çok partili siyasî hayata geçişimizden beri Türkiye’de merkez sağ ve merkez sol partiler hiçbir zaman halka ait olmamışlardır. Bugün de aynı misyona sahip olan siyasî partiler halkın taleplerine göre değil, bürokratik merkezin tahminlerine göre kendilerini konumlandırmaktadırlar.

Eğer çevre güçlerin desteğine sahip bir partinin “siyasî merkeze doğru yürüdüğü” veya “merkez partisi” olduğu yönünde kuvvetli bir belirti varsa, bundan, o partinin en kısa ve en uygun zamanda halkı unutacağı ve gözünü hep merkezdeki çekirdeğe çevireceği sonucunu çıkarabiliriz. AP, CHP ve DSP gibi partilerin bitmesine yol açan en önemli âmil budur. Bu yüzdendir ki, 1950’den bu yana geniş halk kitleleri neredeyse devrevî olarak parti değiştirmekte ve fakat her def’asında açık bir şekilde aldatılmaktadır.

Belli bir ölçüde merkezkaç güçlerin sesine kulak veren Adnan Menderes, Turgut Özal ve Necmettin Erbakan’ın başına gelenleri biliyoruz. Adnan Menderes’in siyasî hayatı idam sehpasında sona erdi. Turgut Özal anî bir ölümle aramızdan ayrıldı. Necmettin Erbakan ise 28 Şubat sürecinde Başbakanlığa veda etti.

Mârûz kaldığı ağır hasarlara rağmen sosyal ana gövde, kendi öz varlığı, tarihi ve diniyle barışıktır. Dünyaya bu özelliğiyle katılma yönünde somut irade beyanında bulunmaktadır.

Türkiye’de laik kesim bu toprakların kokusunu, ruhunu yitirdi. Koca bir tarihi mânâsızlaştırarak, manevî yüklerinden kurtulacaklarını sandılar. Bu ülkede yaşayan insanları anlama gayretini reddederek, ideallerini dünyalılaşma üzerine kurdular. Sonuçta kendilerini kurtarma çabası, onları bu topluma iyiden iyiye yabancılaştırdı. Gerçekçilik, laiklerin ayaklarındaki prangaya dönüştü. Modern günlük hayatın gereklerine atfedilen değer onları iyice sığlaştırdı. Topluma hiç dokunamaz oldular, toplumdan iyice uzak düştüler.

Muhafazakârlar ise, gözlerini gerçekte olan bitene kapamayı tercih ettiler. Hayâllerindeki toplumu sanki niyet ederek yaşatmak mümkünmüş gibi, bugünlere taşıdılar. Kendilerinin has ve millî olduklarına dair edebî ve siyasî ritüeller, ayaklarını yerden kesip, onları var olmayan bir dünya üzerinde tefekküre meyletti. Bu sebeple onlar da bir türlü laikleri, devleti ve askeri anlamadılar, yeterince anlama gayreti içine girmediler, belki de giremediler. Geçmişteki devlet ve asker imgesi, sanki gelecekte yeniden hayata gelecekmişçesine beslendi. Gerçeği kaybeden muhafazakârlar böylece geleceği de kaybettiler.

Bu süreç keşke yaşanmasaydı; ama yaşandı. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi davranmanın yararı yoktur. Bu ülkede herkes neticede bir şeyler kaybetti… Artık bu noktadan sonra kaybı durdurmak, kendimizle yüzleşmek ve birlikte birkaç adım atmak mümkün mü, ona bakmak lâzımdır… Türkiye hüzünlü ama gerçekçi bir ülkedir… Bunu bilmek de az kazanç değildir.

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 09.03.2009, 16.03.2009 tarih ve 290, 291 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr