JAKOBENLİK NEDİR? TÜRKİYE’DEN BAZI MİSÂLLERLE JAKOBENLİĞİMİZ

 

“Aklı, lâikliği ve bilimi bir ‘tapınma nesnesi’ hâline getirmek! Siyâseti, sınıfsız ve partisiz bir düzende bir ‘elit zümre’nin işi saymak! Burjuvaziye ve emekçi sınıfına karşı (ilkine açık, ikincisine üstü örtülü) duyulan hoşnutsuzluk! Jakobenlik bu işte!” diyen şâir ve yazar Hilmi Yavuz’u Türkiye’de özellikle üniversitelerde çöreklenen sınıfın uygulamaları haklı çıkarmıyor mu?

Soğuk Savaş’tan sonra Osmanlı’nın ruhu sık, sık modern Türkiye’yi yoklamaya başladı. Onun tek acısı, her ziyaretinde evlâdını kendisine bir yer bulamamış ve emanet aldığı mirası takdir etmekten uzak bulmaktır. İslâm dünyâsı ve Avrupa’yı İstanbul’da buluşturan Türkiye, o ruhu biraz olsun mutlu edebilecek mi?

Batı, 11 Eylül 2001 saldırısı sonrasında, Türkiye’nin İslâm dünyâsına dönük bir rol oynamasını istiyor. Fakat içte İslâm konusunda çelişki yaşayan ve tam olarak iki dünyaya da ait olmayan Türkiye’nin bu rolü yüklenmesi ve kaldırması için ne yapması gerekiyor?

İçimizdeki Jakoben ruh acaba vizyon değişimine nasıl tepki verecek?

28 Şubat 1997’den beri iç siyâsette birinci tehdit olarak ilân edilen sosyal kesimlere karşı son derece sofistike metotlar tâkip edilerek psikolojik bir savaş yürütülmüştür.

İnsanların inandıkları gibi yaşamaları ve kamu haklarından yararlanmaları en temel haklar arasında yer alır. Türkiye’de bugüne kadar başörtülerinden dolayı okuma hakları ellerinden alınıp da okullardan uzaklaştırılan kız öğrencilerin sayısı 37.450’yi buldu. İnsanın vicdanını sızlatan bu yasağın kapsamı giderek her alanı içine alacak şekilde genişletildi. Bu, ailelerde büyük travmalara, ruhî çöküntülere yol açacak bir uygulamadır. Sosyal sonuçların ne olacağını ise önceden kestirmek mümkün değildir. Ciddî ilim adamları tarafından sosyolojik tahlil konusu yapılmalıdır. İyi bir materyaldir.

Türkiye’de yasaklar giderek genel ve derinlemesine işleyen bir trajediye dönüşüyor. Meclis, parlamenterler, siyasî partiler, hiç kimse temel hakları ihlâl eden basit bir yönetmelikte ufacık bir değişiklik yapıp yüz binlerce âilenin dramına bir çözüm bulamıyor. Kimse cesaret edemiyor. Ne demokratlıklarıyla övünenler, ne erkeklikleriyle dünyâya ün saldığını sananlar bir çözümden yana, sadece seyrediyorlar. [1]

O yüzden Türkiye’de yaşananların bir izâhı kolay, kolay bulunamaz. Belki de en belirleyici yorum anlamsızlık olur.

HÂKİMİYET KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİN Mİ?

“Ulusal Egemenlik Haftası”nda üniformalı bir yüksek memur “millet”e dayanarak siyaset yapanlara fırça atabildiğine göre “hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız millete ait olduğu” retoriğini hâlâ sürdürebilmemiz için gerçeklerden kopuk soyut düşüncelerin irtifaına yükselmemiz gerekir. Gelecek bin yıl için bütün bir ulusun kaderini belirlemek iddiasındaki buyurgan iradeyi de ancak gerçeklerin “üstüne çıkarsanız” güya demokrasinin korunması adına alkışlayabilirsiniz. [2]

Türkiye, AB’ye girmeyi başlı başına “millî bir tâviz” olarak algıladığı ölçüde; AB dışında kalmanın ülkeyi nasıl sömürgeleştireceğini görmemekte ve bu konuyu tartışmamakta hâlen ısrar ediyor.

Hâkimiyetin, kendini doğrudan doğruya tek yetkili gören belli bir oligarşik zümreye değil millete ait olması bu bakımdan da çok önemlidir.

 

DÜŞÜNCENİN IŞIĞI SÖNMEZ, SÖNDÜRÜLEMEZ!

Bir tarafta düşünceden korkan ve sürekli olarak, kendini koruma refleksleri geliştiren bir devlet… Sözde sağlam vücuda ve sağlam bir beyne sahip siyasetçiler ve devlet erkânı… Diğer tarafta mülga TCK’nun 312 ve 159. maddelerinin müeyyidelerini arttırmaya çalışan hükûmetler…

Yasaklar, kovuşturmalar, hapisler hep fikri güçlendirir. Gün gelir yasakçılar unutulur, “yasaklı” düşüncelerin sâhibi olanlar baş tacı edilirler. İşte iki farklı örnek şahsiyet: Bediüzzaman ve Nazım Hikmet!.. Said-i Nursî, hapishanelerde Risalelerini sigara ve kesekâğıtlarına yazabiliyordu. 37 yıllık bir çile hayatının detayları Cemal Kutay’ın kendisi hakkında kaleme aldığı kitabında okuyucularının tetkikini bekliyor. Mahkemeler yazdığı 122 cilt eser hakkında 6.000 dâvâ açmıştı. Hepsinden de beraat etti. Şimdi eserleri bütün dünyada okunuyor. İşte Nazım Hikmet!.. Hapishanelerde yattı, vatan haini ilân edildi, kitapları yasaklandı… “Mehmet Nazım Ran” isimli vatandaş olarak DP döneminde Türk vatandaşlığından çıkartıldı. Devlet, 100. doğum yılında onu anıyor; el üstünde tutuluyor, alkışlanıyor, dün kendisine fikren zıt olan Alparslan Türkeş gibi siyâsî parti liderleri açılış konuşmalarına onun şiirleriyle başlıyorlar. Kültür Bakanlığı 2002 yılını Nazım Hikmet yılı olarak ilân etti. Aynı şahıs hakkında aynı devlet sınırları içinde farklı uygulamalar. Hangisi doğrusu?..

Fikir, gün ışığına benzer. İğne ucu kadar bir delik buldu mu oradan sızar. Mutlaka bir gün, bir yerde ortaya çıkar. O yüzden düşüncenin ışığı sönmez, insan eliyle de söndürülemez. [3]

Fikirlerden ve Türkiye’nin demokratikleşmesinden korkmak, devlet nimetlerini ve hâkimiyetini ellerine geçirmiş olan oligarşik zümrelerin menfaatlerinin ellerinden gideceği zehabının bir tezahürüdür. Ancak korkunun ecele faydası yoktur. Dünyada hürriyetlerin sınırları genişletilirken ve ferdin kendisini geliştirmesinin önündeki her türlü engeller kaldırılırken Türkiye’de menfaat şebekelerinin kurduğu kapalı devre çıkar düzeninin sonsuza kadar devam edeceğini umanları sadece hayâl kırıklığı bekliyor.

 

TÜRKİYE’YE MİNİ DEMOKRASİ PAKETİ

Bir zamanlar Türkiye gündeminde sürdürülen “mini demokrasi paketi” tartışmaları gerçekten çok mânidârdı. Zamanın Hükûmeti Türk toplumuna ancak “mini demokrasi”yi uygun ve lâyık görüyordu. Demokrasinin gelişmesini ve Türkiye geneline yayılmasını her ne hikmetse istemiyordu. Oysa Türk Milleti daha geniş hürriyetlere sahip bir demokrasi istiyor.

Türkiye’nin içinde bulunduğu her türlü sorunun kaynağı, gücünü Türk Milleti’nden almayan ve “lider sultası”na dayanan siyâset anlayışıdır. Siyaseti ve devleti yeniden düzenlemeliyiz. Seçim Kanunu ve Siyasî Partiler Kanunu’nu ve Türkiye’yi demokratikleştirmeliyiz. Cumhurbaşkanı halk tarafından doğrudan doğruya seçilmelidir. Millet irâdesi bu konuda hâkim güç olmalıdır. Kabine üye sayısı asgarî seviyeye indirilmeli, meselâ 15’te dondurulmalıdır. Bakanlar işinin ehli olanlar arasından ve Meclis dışından seçilmeli, milletvekillerinin sayısı azaltılarak yasama görevi dışında bir iş yapmamalıdırlar. Mahâllî idareler eliyle yönetim devlet hizmetinin temel esprisi olmalıdır.

Merhum Vali Recep Yazıcıoğlu’nun dediği gibi, Türkiye’de resmî ideoloji, devleti taraf hâline getirmiş, bu ideolojiyi benimsemeyenler düşman kabul edilmiştir. “Demokratik devlet” esprisi ile devletin tanımı yapılamamıştır. Farklılıklar içinde birlikte yaşamak için gerekli olan “hakem devlet” göz ardı edilmiştir.

Prof. Dr. Kayhan Mutlu’nun tespitlerine göre de, Türkiye’de hukuk ve ekonomiyi entegre edemedik. Yüksek enflasyon yozlaşmayı getirmiştir. Ücret politikamız çarpıktır. Gelişmiş ülkelerde siyâsî irâde değil; hukuk, nâmuslu insana sahip çıkar.

Hukuk güçlenirse toplumda değişim başlar.

 

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 08.06.2009 tarih ve 302 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

 

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr

 


[1] Ali BULAÇ, “Ucuz Taktikler,” Zaman, 14.10.2000, s. 15.

[2] Prof. Dr. Mustafa ERDOĞAN, “Fransa Efsaneleri,” Zaman, 30.4.2002, s. 12. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun 28 Şubat sürecinin gerekirse bin yıl devam edebileceğini ifade eden beyanatına atfen konuyu tenkit etmek üzere kaleme alınmış mükemmel bir makale.

[3] Ali ÇOLAK, “Düşüncenin Işığı Söner mi?,” Zaman, 2.2.2002, s. 17.