İKTİSADÎ KRİZLER ASLINDA 12 EYLÜL REJİMİNİN ÇÖKÜŞÜDÜR

 

2001 yılında yaşadığımız ekonomik krizin ve birçok ailenin yaşadığı zor günlerin sebebi; düşünmeden yapılan harcamalar, çalışmadan para kazanma hırsı, futbol ve magazin ile uyuşturulan ve düşünmeyen, okumayan, yazmayan sessiz bir toplum gerçeğidir.  

İki büyük iktisadî krize 57. Hükûmetin beceriksizlikleri sonucunda sürüklendik. Piyasaların en çok ihtiyaç duyduğu “güven” unsurunu hükûmet zaten yitirmişti. Kemal Derviş Amerika’dan davet edilmemiş olsaydı, koalisyonun ömrünü uzatabilmesi çok güçtü. Kemal Derviş güven duygusunu nispeten yeniden kazandırdı. Hazırladığı programla hükûmetin ömrünü uzattı.

Ekonomik krizler geçmişte Türkiye’ye gökten zembille inmedi. Türkiye’nin düşmanlarının bir oyunu da değildi. Vatandaş olmayı beceremeyen çoğunluğumuz, modern olmayı başaramayan bir devleti besleyip durduğundan sonunda duvara çarptık. Krizlerden çıkış yolu ekonomi ve siyaseti yeniden inşa etmekten ve bundan da önemlisi, verimsizliği sona erdirmekten, beceriksizliği, haksızlığı, yetersizliği, cehaleti devlete finanse ettirmekten vazgeçmekten geçiyordu. Sandığın başında oyunu rüşvet olarak verenler, iktisadî kriz dönemlerinde zamanın Başbakan’ının kafasına yazar kasa atmak hakkına sahip değillerdir.

Aslında kriz, buhran denen, 12 Eylül rejiminin çöküşüdür ve bir bakıma yararlıdır. Bu krizler sayesinde insanı hiçe sayan bir zihniyeti toprağa gömüyoruz. Ekonomide aşırı devletçi, popülist, idarede alabildiğince merkeziyetçi, sosyal açıdan yasakçı bu sistemi artık onun ürünleri bile dışlıyorlar. Sosyal devleti reddetmeyen, kurallı, rekabetçi bir piyasa ekonomisinde herkes hemfikirdir. İdarede de mahallî idarelere ağırlık ve yetki vermemiz gerekiyor. Soğuk savaş döneminden miras aldığımız kutuplaşmaları da hızla aşıyoruz. İç düşman, dış düşman görmek, icat etmek hastalığından, kuruntusundan kurtuluyoruz; iyileşiyoruz, güçleniyoruz. Ülkemizde aşırı derecede bozulmuş gelir dağılımını düzeltmeli, fırsat eşitliğini sağlamalıyız.

Türkiye’de dengesiz gelir dağılımının da körüklediği bilinçsiz tüketim, ekonomik ve sosyal birçok problemi de beraberinde getirdiğinden son derece tehlikeli bir durum arz etmektedir. Gençlere bilinçli bir tüketici kimliği kazandırmaya, onları marka fetişizmi gibi sağlıksız temayüllerden ve özentilerden vazgeçirmeye yönelik ciddî bir eğitim verilmesi; iç kaynaklara ve yerli mallara yönelinmesi ve her alandaki israfın önlenmesi için etkin kampanyalar yürütülmesi gibi tedbirler alınmazsa Türkiye’nin bu global problemlerden kendi payına düşeni çözmesi çok daha güçleşecek, 2001 yılında olduğu gibi aşırı ve yanlış tüketimin getirdiği problemler çığ gibi büyüyerek yakın bir gelecekte karşımıza bütün sorunları ve dehşeti ile dikilecektir.

Türkiye reel yüksek faiz ödemede dünya rekorunu elinde tutmaya halen devam ediyor.

Ahlâk, eğitim, ekonomide ileri olmak gelişmişliğin üç önemli simgesidir.

Türkiye kamu borçlarını dövize endeksli hâle getirdi, dövizde çıpa sistemine geçti, takas operasyonunu başardı; ama iç borçlarını da dolarize etti. Şimdi Türkiye’de bir güven ortamı oluştuğunu görüyoruz veya öyle sanıyoruz. Türkiye bütünlemeye kalan talebenin Eylül ayında sınıf geçme gayreti içine girmesi gibi ekonomisini düzeltmeye çalışıyor.

Ekonomide ve siyasette altın kural güveni yitirmemektir. İdareler kendilerine karşı duymaları gereken güven duygusunu kaybederlerse halkın güvenini de sağlayamazlar. Türkiye’deki manzara da budur!

Basında bir zamanlar yer alan, “Saddam, Fuzulî’nin mezarını buldozerle kazıdı” haberi, Ortadoğu’nun bugünkü sefaletini çarpıcı bir şekilde anlatıyordu. Varlık içinde yokluğu yaşamak, ancak kültürsüzlükle mümkündür. Kültür hayatımızı düzenleyenlerin, san’atın unsurlarından haberleri olduğunu kim söyleyebilir! San’at, her şeyden önce ruhî bir olaydır. Kıskançlık, diğergâmlık, kindarlık gibi insanî özelliklerin dışındaki san’atın unsurlarının kökleri eskilerdedir. Bize ruhumuzu duyuracak, kişiliğimizi süflî ihtiyaçlardan arındırıp, seviyeli arzularla dokuyacak reformlarla eğitim hayatımız düzenlenmedikçe her şey boştur.

Türkiye modeli” hiçbir anlamda başarılı değildir; bu model ne tam anlamıyla demokratiktir, ne laiktir ne de İslâm’a hakkını vermiştir. Teorik bir sentez olarak başarılı olmadığı gibi sanılanın aksine pratik olarak da başarısız bir modeldir. Pratik olarak başarısız olduğu apaçıktır, çünkü sürekli olarak kriz halindedir ve kendisini ancak baskıyla ayakta tutabilmektedir.[1]

Her mes’elede şabloncu, ezberci ve yenilikçilik adına statükocuyuz. Taktığımız gözlükler bazı hakikatleri görmemizi engelliyor.

Günümüzde bir devletin itibar göstergeleri; hukukun üstünlüğü, temel hak ve hürriyetlerin korunması ve topluma mümkün olduğunca özerk ve hür alanların açılmasıdır.

Türkiye’nin iktisadî durumunun görülenden ve tahmin edilenden çok daha sıkıntılı olduğu; eğer yabancı sermaye desteği elde edilmezse, ne makro ne de mikro politika seviyesinde istikrarlı bir çizginin bile tutturulamayacağı artık herkes tarafından bilinmektedir. Diğer bir deyişle şimdiye kadar AB isteklerine karşı direnen Türkiye’nin üst karar mekanizmasının, bu tehdidi göz önüne almasına rağmen söz konusu direnci gösterdiğini varsaymak zorundayız.

Bu çerçeveden çıkacak sonuç şudur: Devletin üst karar mekanizması son zamanlara kadar AB’ye alternatif olabilecek ve iktisadî handikaplarımızı da telâfi edecek bir model öngörmekte veya varsaymakta idi. Bu modelin ABD/İsrail ekseni etrafına oturduğunu tahmin etmek Türkiye’de yaşayanlar için marifet değildir. Ancak MGK kararlarının gerçek bir AB iradesi gösterdiğini sanmıyorum. Çünkü irade gerçek tercihlerin dünyasında ortaya çıkar. Çâresizliğin gri atmosferi altında yalpalayan bir Türkiye’nin ortaya koyacağı irade çok daha net olmak mecburiyetindedir.

Türkiye’nin dolar cinsinden borçlarını ödeyebilmesi için, dolar cinsinden daha çok gelir elde etmesi gerekiyor. Bunu elde edebilmek için de yatırıma ihtiyaç var. Yerli ve yabancı yatırımcının teşvik edilmesi lâzımdır. 2001 kriz yılında Türkiye’de yatırım yok denecek kadar azdı. Yatırımsızlıktan kıvranan bir ülkenin ihracatı da, kendi de büyüyemeyince artan nüfusumuzu nasıl eğiteceğiz, giydireceğiz, doyuracağız, kitleler bu yükün altından nasıl kalkacak, aslında sorun buradadır.

Türkiye’nin en önemli sorunu istihdam noksanlığıdır.

ABD Ortadoğu’da stratejik ortağı olan Türkiye’nin politik olarak ayakta kalmasını sağlamaya çalışıyor. Türkiye şu anda şanslı bir konumdadır, elimize geçen bu fırsat 11 Eylül 2001 saldırısı ile ilgilidir. Ne acıdır ki, binlerce insanın ölümü Türkiye’ye yaradı. Türkiye ne politikası ne de politikacısı ile bu duruma gelmek için bir çaba göstermeden bu fırsatı yakaladı. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin dünya politikası değişince Türkiye önem kazandı. Türkiye ABD’nin stratejik ortağı olarak ön plâna çıktı. Onun için ABD, Türkiye’ye elini uzattı ve IMF’ yi de zorladı. Türkiye’nin ekonomik mes’elelerini çözmek gereğini duydu. Artık ABD Türkiye’yi çok ciddî bir ortağı olarak görüyor. Ortağının da bölgede güçlü ve mes’elelerinden arındırılmış olmasını istiyor. Eğer dünyada refahtan 700 milyon insan pay alıyorsa, 5,3 milyar insan ise tamamıyla refahı bölüşemiyorsa, Türkiye gibi bu çizginin tam ortasında olan ülkelere destek vermek gerekiyor. Çünkü Türkiye sadece stratejik ve jeopolitik konumu itibariyle bir köprü ülkesi değil, aynı zamanda ekonomik olarak da bir geçiş noktasındadır. Ne fakir ne zengin; ama dünyanın farkındadır. Dünyanın ekonomik kriz ve terör dâhil bütün sıkıntılarını yaşamıştır, halen yaşamaktadır ve dünya nimetlerini biliyor, paylaşıyor. Türkiye komşuları ve bulunduğu konum itibariyle de oyun kurucu bir ülkedir. Oyunu doğru kuruyor mu, oyun kurması gerekenler sahnede mi, o tartışılır; ama oyun kurucu durumda olduğu ve bunun ABD tarafından 11 Eylül’den sonra bir kere daha iyi anlaşıldığı ve onaylandığı kesindir. İşte Afganistan, Somali, Kosova ve Irak deyince Türkiye’nin hemen akla gelmesinin sebebi budur. Türkiye’nin ordusunun tecrübeli ve teröre âşinâ olması da bir başka kozudur. Artık hepimiz biliyoruz ki, savaş mekanizmaları değişiyor. ABD ise bu ince buz üzerinde oyun dönemine girdiğinin farkındadır. Büyük pazarlıklar yapıyor ve Avrupa’dan Orta ve Güney Asya’ya kayıyor. İşte bu ince politikalarda Türkiye’nin önemli bir yeri var. Türkiye; askeri, siyaseti ve ekonomisi ile işin içinde olmaya başladı bile. Türkiye’nin AB’ye yakınlaştırılması ise ayrı bir ABD politikasıdır. Euro ve AB içinde bir Türkiye, ABD için daha rahat yönlendirilebilir.

Burada önemli olan başka bir mes’ele daha var. Irak’ın yeniden kurulması dâhil bütün bu politikaları anlayacak, kotarabilecek ve Türkiye’yi üniter haliyle, misak-ı millî sınırları içinde gelecek yıllarda muhafaza edebilecek kadrolara ihtiyacımız vardır. Belki ABD’nin karşısına bundan dolayı kararlı bir kadroyla çıkmamız gerekiyor. Çünkü yakın bir geçmişte ABD, Türkiye’de ekonomiyi düzeltecek kimse olduğuna inanmamış olmalı ki, Kemal Derviş’i ekonominin başına atadı.[2]

Türkiye’de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 1876 yılından beri sürüp giden siyaset oyununa kimse “demokrasi” diyemiyor. Bu, “sanki” yani “sanal bir demokrasi”dir.

Türkiye’de idarenin en temel hürriyetlere müdahale ederek, yüksek enflasyon-yüksek vergi sarmalıyla insanların canını yakarak sebep olduğu devlet-vatandaş ilişkilerindeki yırtılma, bu milletin tarihinde şimdiye kadar hiç görülmedik bir tabloyu ortaya çıkardı.

Milletin, devletin onurunu düşünenlerin, vatandaşların temel hakları üzerinden Avrupa ile pazarlık yapmak yerine evvelâ “Halkım niçin benden umudunu kesmiş, dışarıdan medet umar hâle gelmiştir?” sorusuna cevap bulması gerekir.

Aslında tarihi ibret gözüyle okuyanlar, bir ülkenin vatandaşlarının dışarıdan medet umar duruma gelmelerinin sıra dışı bir hâdise olmadığını bilirler. Tarih boyunca insanlar hak ve hukukun olmadığı, adaletin ayaklar altına serildiği, en sıradan refah imkânlarının bulunmadığı ülkelerden daha iyi şartlar bulacakları ortamlara özlem duymuştur. Bu özlemine; bazen içinde bulunduğu şartları değiştirerek, bazen göç ederek, bazen de bu şartları sağlayacağını umduğu başka güçleri ülkelerine davet ederek kavuşmaya çalışmıştır. Bugün insanların uğruna can verdikleri vatanlarını adalet, hürriyet ve daha iyi geçim arayışıyla ne kadar riskli yollara başvurarak terk ettiği gerçeğini yeterince anlayamıyoruz.

Günümüzde ‘bir ülkeyi doğru yönetmek’, o ülkede yaşayan insanlara demokrasi içinde oldukları duygusunu şüphe doğurmayacak bir şekilde vermekten geçer. Türkiye’deki devlet mekanizması ve yönetici eliti ise, bırakın kendi ülkesini demokrasi içinde yönetmeyi, Irak gibi komşularının demokrasiye geçme gayretinden ürküyor. Çünkü demokrasi, aynen faşizm ve diğer idare biçimleri gibi, sirayet edicidir. Irak’ta yaşanacak bir demokratikleşme, o ülkeyi ister bölsün isterse bölmesin, Türkiye’ye de yansıyacak, yeni talepler üretecektir. Bunun manipülasyon veya baskı yoluyla yahut ABD’nin uç beyi olmaya çalışılarak önleneceğinin sanılması cahilce bir hayâlden ibarettir.

II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin üzerinden 3,5 yıl geçmeden İttihatçıların uygulamaya koydukları gangster yönetimine ve 10 yıl geçmeden vatanın un ufak oluşuna tanık olmuş neslin dramını anlamak çok önemlidir. O günlerde yılgınlık, dirayetsizlik ve çâresizlik ortama hâkimdir.

Biz dünyanın merkezindeyiz. Bütün büyük dinler ve medeniyetler şimdi üzerinde yaşadığımız topraklarda neşv-ü nemâ bulmuşlardır. Bu özelliğimiz bize çok kültürlülüğü tabiî bir hâl olarak telkin etmiştir.

Ali Bulaç’ın dediği gibi Türkiye’de tarihe dair verilmek istenilen şuur, açıkça telâffuz edilmese de, fiilen İslâm öncesi medeniyetlerin öne çıkartılmasıdır. Mısır’da firavunlar, Türkiye’de Yunan ve Roma dönemine yatırım yapılıyor. Uluslar arası büyük destekle hazırlanan Mardin Projesi’nde, İslâmî döneme ait Arap ve Selçuklu eserlerine ayrılan pay Süryani eserlere ayrılan payın beşte biri bile değildir. İstanbul’a tarihî yarımada üzerinde verilmek istenen kimliğin mutlak mânâda Bizans damgasını taşıdığını bilmeyen yoktur.

Dünya nüfusunun yüzde birini oluşturan Türkiye’nin dünya ticaretindeki payı binde 2 civarındadır. Yeryüzündeki ekonomik hâkimiyetimizi artıracak yeni bir zihniyet yapılanması, bizim iktisaden çok daha fazla güçlenmemizi sağlardı. Biz ise güvenlik ve içeriye yönelik bir siyasî milliyetçilikte takılıp kaldık. Araştırma ve geliştirme harcamalarına bakmak, teknoloji, bilim ve patent geliştirmek gibi sosyal heyecanları hiç duymadık. Yabancı sermayeyi celp edecek olan “piyasa ekonomisi, demokrasi ve insan hakları” üçgenine iltifat etmedik. ABD’den sürekli olarak şefaat bekledik. Ekonomik gücümüzü dünya piyasalarında artırmak yerine siyasî milliyetçilikle yetinmek hem bizi dünyaya muhtaç etti, hem de fakirleştirdi.

Halkıyla barışık bir devlet anlayışı, siyasî avantacılık yerine piyasada ürettiğinin karşılığını alan bir toplumu hedeflemek, Türkiye’nin zenginlik ve özgürlük standartlarını dünya ölçeğine kısa sürede getirecektir. Yeryüzü sermayesini Türkiye’ye çekecektir. Sermaye sıkıntısını bitirecektir. Bilim, teknoloji ve patentin önemini vurgulayacaktır.

Bunlar için formül, “siyasette sivil, ekonomide liberal, dış politikada atak” olmaktır. İçeride hiçbir faydası olmayan siyasî milliyetçilik nutukları yerine, dışarıda ekonomik gücümüzü, başka bir deyişle iktisadî hâkimiyetimizi nasıl arttırırız diye çalışmaktır.

Bütün bu doğruların üstünün örtülmesi için irtica yaygaraları Türkiye’de her zaman “bir bahane, bir malzeme” olarak kullanılmıştır. İttihad ve Terakki Fırkası’nın bu memlekete bir hediyesi olan “irtica geliyor! ” yaygaraları her devirde ısıtılıp ısıtılıp önümüze yeni bir ilâçmış gibi sürülmüştür. Ancak bu zihniyet sahipleri irticadan ne anladıklarını bile doğru dürüst tarif etmemişlerdir. Batılılar ifade edilen fikirlerden çok, ifade edilemeyen şeylerden korkarlar. Ölçümüz bu olmalıdır.

 

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 02.06.2008, 09.06.2008 tarih ve 256, 257 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

 

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Prof. Dr. Mustafa ERDOĞAN “Gerçekten Bir ‘Türkiye Modeli’ Var mı?,” Zaman, 2.1.2002, s. 12. Makalemin hazırlanmasında Prof. Erdoğan’ın görüşlerinden geniş çapta istifade edilmiştir.

[2] Prof. Dr. Mithat MELEN, “Borç Kurgusu,” Zaman, 12.1.2002, s. 12. Makalemin hazırlanmasında Prof. Melen’in görüşlerinden istifade edilmiştir.