ÇANAK KALESİ

 

Çanakkale ilinin isminin nereden geldiğini biliyor musunuz?

Çanakkale’nin bulunduğu yer oldukça eski, köklü ve zengin bir tarihe sahiptir.

Şimdiye dek yapılan araştırmalar sonucu elde edilen buluntular arasında önemli yerleşim katlarıyla çeşitli seramik eşya, heykel, kabartma vb. sanat ürünleri dünyanın pek çok yerinde mağara devri yaşanırken bu bölgede varılan üstün bir uygarlığın elle tutulur delilleridir.

Bölgede antik devrin iskân yerleri olarak sayabileceğimiz Abidos, Sestos, Tenedos, Lampaskos, Dardanos, Troyas, boğaz çevresinde uzun bir süre siyasî ve ekonomik egemenliklerini muhafaza eden belli başlı merkezlerdir. O zamanın tarihlerine; Troya’nın kurucusu Dardanos’a izafeten Dardanel, mitolojide Kral Adhamas’ın kızı Hellen hatırasına Hellespont adlarıyla geçen boğaz, çeşitli akımlara, zorlamalara neden olmuş, Akhalıların, Dorların devamlı saldırılarına marûz kalan Troya yıllarca karşı koymayı ve kendini yenilemeyi başarmışsa da, sonunda, sırasıyla Lidyalıların, Perslerin, Ispartalıların, İskender’in ve Bergama Krallığı’nın egemenliklerine girmek zorunda bırakılmış, uzun süren savaşların etkisiyle yıpranmıştır.

Bir süre Roma idaresinde kalmış, sonra Bizans’a bağlanmıştır. Bu defa da Boğaz’ın, Venedik, Ceneviz, Piza gibi deniz ticareti yapan İtalyan devletlerinin saldırılarına uğradığını görüyoruz. Doğu Roma İmparatorluğu bu tehlikeleri bertaraf etme çarelerini aramış, çeşitli korunma tedbirleri geliştirmişse de, yabancı akımı önleyememiş, İstanbul’u kuşatmaya gelen Emevî donanmasının, zamanın İtalyan haritalarında Romania olarak adlandırılan ve Osmanlılarca –Akdeniz Boğazı- denilen Hellespotos’u geçmelerine karşı koyamamışlardır.

Böylece Akdeniz Boğazını kontrolleri altına almışlar, Yıldırım Bayezid zamanında boğaz muhafızlığını kurarak Sarıca Paşa’yı bu mevkie atamışlardır.

Fatih Sultan Mehmet, bu kadarla yetinmenin kâfi gelmeyeceği inancından hareketle boğazın birbirine en fazla yaklaştığı yerde karşılıklı iki kale kurdurmuştur. Osmanlılar daha sonra Kumkale, Seddülbahir, Nara, Bigalı kaleleri, Mecidiye, Mesudiye, Hamidiye, Namazgâh, Yıldız, Ertuğrul, Orhaniye tahkimatını arttırmışlardır.

Boğazın en dar yerinde el ele vermişçesine ihtişamla yükselen Fatih kalelerinden Rumeli yakasında eski Sestos civarında, denize yakın bir yamaçta kurulmuş olanına Kilitbahir adı verilmiştir.

1465-1470 yılları arasında Gelibolu’da dünyaya geldiği bilinen Türk Amirali Piri Reis “Kale yapıldığı zaman yukardan gelen gemiler geçiş parasını burada verirlermiş, onun için Rumeli kalesine Kilitbahir demişler” diye kayıt düşmüştür. Kaleyi, dış kale-iç kale ve iç kule olmak üzere üç kısımda incelemek mümkündür. Mükemmel bir plana sahip olup, sanat değeri üstün, abidevî bir yapı örneği olan bu kalenin tam karşısında Anadolu sahili yahut Biga yöresi diye adlandırılan bölgenin Kocaçay (Sarıçay) ağzından iki kalenin en kuvvetlisi olarak tanımlanan Kal’a-i Sultaniye kurulmuştur. Bir evvelkine nazaran daha geniş bir alana oturtulmuş, boğazdan geçecek gemilere karşı atış vaziyeti daha uygun, görevi daha ağır olduğu için Dış-kale duvarları kalın bir yapı tekniği ile örülmüş, büyük burçlarla takviye edilmiştir. Bundan sonra iç savunma sistemi dediğimiz ve muhteşem bir anıt görünümündeki İçkale’ye geliyoruz.

Fatih kalelerinin mimarî özelliklerini, planlarını, sanat değerlerini ve Birinci Dünya Savaşı’ndaki büyük rollerini anlatmak, kabul edersiniz ki, hayli emeği gerektirir. Halkının uğraşlarının başında gelen çanak çömlekçiliği nedeniyle sultan kalesi daha o devirlerde Çanakkalesi adına dönüşmüş, onunla birlikte boğazda aynı isimle anılmaya başlamış, zamanımıza kadar böyle sürüp gelmiştir. Dikkatlerden kaçmadığını sanırım, bugün bile çevre kasaba ve köylerden gelip geçen yaşlılar, hâlâ Çanakkale değil de “Çanakkalesi’nden geliyorum” veya “Çanakkalesi’ne gidiyorum” şeklinde bir anlatım biçimi sürdürmektedirler.

Geçmiş yılların ipekçilik, dokumacılık, çanak–çömlekçilik ihraç merkezlerinden biri ve önemlisi olan Çanakkale acaba yirminci yüzyıl imkânlarından yeterince faydalanabilmiş, olması lâzım gelen düzeye ulaşabilmiş midir?

Bir zamanlar Çanakkalesi kasabalarından birinde av meraklısı bir aile reisi yola çıkmak üzere evinden ayrılırken eşine, bir süre evine dönemeyeceğini söyler. Söyler ya, her nasılsa işi erken biter, tez gelir. Bunu gören kadıncağız yiyecek bir şeyler hazır etmemiş olmanın verdiği telâşla kileri karıştırır, bulduğu biraz peynir, un ve biraz da şekeri bir araya katarak pişirir, safraya getirir. Avcı büyük bir iştahla kaşığı alır, durmadan yemeğe koyulunca karısı rahat bir nefes alır ve “hoş mu erim?” diye sorar. İşte çevrede dilden düşmeyen “peynir helvası” bu sorundan halk diline “höşmerim” olarak geçmiş derler.

Türk folklor araştırmacılarından Ahmet Petekçi, Toroslardan derlediği hikâyelerin birinde; “höşmerim”in “Hoş mu erim?” deyiminden geldiğini, kaymak, un ve baldan yapılan bir tatlı olduğunu anlatır.

Bu kısa not, sanırım hikâyemize doğruluk yönünden bir delil sayılabilir.

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 24.03.2008, tarih ve 247 sayılı nüshalarında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr