ATALARIMIZIN DEVLET ANLAYIŞI

 

TÜRKLERDEKİ DEVLETİ MUKADDES BİLME ANLAYIŞI ONLARIN TARİH BOYUNCA DAİMA DEVLET OLMASINI SAĞLAMIŞTIR

“Devlet kelimesinin ‘Belirli bir toprak üzerinde hükûmeti ve istiklâli olan siyasî bir topluluk’ mânâsı yanında, ‘saadet, baht, ikbâl’ mânâsı da bulunmaktadır. Devletin Türkçe’mizin eski devresindeki karşılığı ‘kut’ tur. Kut kelimesinde de ‘saadet, baht’ mânâsı mevcuttur. Bu kelimeden doğmuş olan ‘kutlu olsun, kutlulamak, kutlamak’ gibi sözler bugün de kullanılıyor.

Kutadgu Bilig ‘kutlu olma bilgisi’ demektir. 11. asır müelliflerinden Yusuf Has Hacib bu adı taşıyan eseriyle millet ve fert olarak ‘kutlu olma, devletli olma’nın yollarını öğretmektedir.

Kut kelimesinde ‘kutlu olma, mesut olma’ mânâsıyla birlikte ‘mukaddes olma’ mânâsı da vardır. Türkler devlete, kelime manasıyla bile, mukaddeslik izafe etmişlerdir. Sosyal ve siyasî müessese olarak ise devlet, bütün tarih boyunca daima mukaddes bilinmiştir. ‘Allah millete, devlete zevâl vermesin’ sözü, asırlar içinde Türk halkının ana felsefesi olmuştur. Bu anlayış kuvvetini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Devletini sevmek, saymak, ona can ve gönülden bağlı olmak, onun için her türlü fedakârlığa katlanma, onun varlığını korumak uğrunda canını seve, seve vermek her Türk’ün uymaktan bir an geri kalmadığı prensipler olmuştur. Devlete karşı yapılması gereken vazifelerdeki aksamalar hoş görülmemiş; devletin varlığını ortadan kaldırmaya yönelmiş hareketler ise asla affedilmemiştir.

Türklerdeki bu devleti mukaddes bilme anlayışı, onların tarih boyunca daima devlet ve istiklâl sahibi olmalarını sağlamıştır. Böylece milletimiz dünyanın en eski en büyük ve en devamlı devleti olmak vasfını kazanmıştır. Devletin şeref ve haysiyetini üstün tutmak, onun ebedî olduğuna inanmak, onu temsil eden vatan ve bayrağı her türlü tecavüzden korumak milletimizin hep ana şiârı olmuştur. Devletini kudretli görmek ve onun güçlü olduğunu göstermek atalarımızın titizlikle riayet ettikleri bir husustur. Bunun sayısız örneği vardır. Buraya birkaçını almakla yetineceğiz.

TOPRAK DEVLETİN MALIDIR

Büyük Hun Devleti’nin yüksek vasıflı eşsiz hükümdarı Mete (Bağatur) tahta çıktığı zaman doğu komşuları Tunghu’lar elçi göndererek, onun yorulmadan günde bin mil koşan atını isterler. Topladığı kurultay böyle bir atın verilmeyeceğini söylemesine rağmen, Mete onu gönderir. Savaş için bahane arayan Tunghu’lar bu sefer onun karısını isterler. Kurultay reddettiği halde, Mete onu da verir.

Tunghular yeniden elçi göndererek, iki devlet arasındaki Hunlulara ait bir arazinin kendilerine verilmesi talebinde bulunurlar.

Kurultay çorak olduğu için kimsenin oturmadığı, terkedilmiş, işe yaramaz bu araziyi vermekte mahzur görmez. Buna son derece kızan Mete şöyle der: ‘At ve kadın benim şahsıma aitti. Vermekte tereddüt etmedim. Toprak ise kimsenin malı değildir. Toprak devletin malıdır. Başkasına nasıl verilebilir?’ Vermek fikrinde olan beyleri idam ettiren Mete, anî bir baskınla Tunghular üzerine yürüyerek onları mağlûp eder.

TÜRKÜ TÜRKE KIRDIRMADI

Fatih Sultan Mehmet Han, Anadolu’da Türk birliğini sağlamak, küçük beylikleri ve hükûmetleri tek ve büyük devlet içerisinde birleştirmek gayesi taşıyordu. Bunun için Candar(İsfendiyar) Oğulları Türk hükûmetinin de arazisini Osmanlı Devletine ilhak etmek gerekiyordu. Fatih Sinop’u karadan ve denizden muhasara ettirdi. Candaroğlu İsmail Bey, Sinop’un Kalesini son derece müstahkem bir hale getirmişti. Dört yüz topu ve iki bin topçusu, büyük bir donanması, on bin askeri ve her türlü müdahale imkânı vardı. Aynı zamanda ilmiyle de meşhur olan bu kudretli Türk beyi, büyük devlete inandığı, Türk’ü Türk’e kırdırmak istememek gibi millî bir şuura sahip bulunduğu için, hiçbir mukavemet göstermeden teslim oldu. Onun bu büyüklüğü çok takdir uyandırdı. Osmanlı vezir ve emirleri onu hürmet ve tâzim ile karşıladıkları gibi Fatih de ayakta istikbâl etti. Fatih elini öpmek isteyen bu değerli Türk beyine, ‘İsmail Bey, sen benim ulu kardaşımsın. Reva mıdır ki elimi öpesin?’ dedi ve elinden tutup tahtında kendi yanında oturttu. Sonra onu sancak beyliğine tayin etti.

VEZİR OLMAYA KÂFİ DEĞİL

Osmanlı Türklerinin en büyük denizcilerinden olan Piyale Paşa 14 Mayıs 1560’da Cerbe önlerinde Avrupa Hıristiyan Donanmasını büyük bir hezimete uğratmıştı. Bu, Preveze’ den sonra kazanılan ve onun kadar ihtişamlı olan bir deniz zaferiydi. Muzaffer donanmamız İstanbul’a dönüşünde çok parlak bir merasimle karşılanmıştı. Şehir bayram havasına bürünmüştü. Kanunî Sultan Süleyman bile, Topkapı Sarayı’nın sahilindeki köşke inerek donanmanın gelişini seyretmişti. Piyale Paşa’ya vezirlik verilmesini teklif edenlere Kanunî şöyle cevap vermişti: ‘Piyale büyük zafer kazanmıştır. Takdire şâyandır. Fakat vazifesini yerine getirmiştir. Bu iş vezir olmaya kâfi gelmez. Bu büyük devlete vezir olmak kolay değildir. Beylerbeyi payesi alalı iki yıl olmuştur. Kıdemi yoktur. Vezirlik payesi verilir ise, tez olmuş olup rütbe-i vezâret tedenni bulur.’ Kanunî bu hizmetinden dolayı, daha önce sancak beyi olan Piyale Paşa’ya Cezayir beylerbeyliğini vermiştir. Fakat ona pek çok ihsanda bulunmuş, oğlu Şehzade Selim’i kızı Cevher Hanımla evlendirmek suretiyle taltif etmiştir. Piyale Paşa ancak beş yıl sonra vezirlik rütbesine erişebilmiştir.

CELALİ BAYRAĞI ALTINA GİREN

17. asır başında Anadolu’da birtakım isyanlar olmuştu. Celali isyanları denilen bu eşkıya hareketi devlet için büyük bir tehlike arz etmeye başlamıştı. Bunları bastırmak üzere Kuyucu Murat Paşa Anadolu’ya serdar olarak gönderildi. Murat Paşa sert bir kumandandı. Asileri temizlerken onlara yardım eden, onları besleyenleri de cezalandırıyordu. Kuyucu Murat Paşa kısa zamanda memleketi âsîlerin elinden kurtardı. İstanbul’a geldiği zaman, Celâlilerin kırk bayrağını da beraber getirmiş, yani Türk devletinin gücünü tam olarak göstermişti. Asilerden Kilis Beyi Canbolad oğlu Ali Paşa, Padişah tarafından affedilmesine rağmen daha sonra Kuyucu Murat Paşa’nın isteğiyle idam edildi. Murat Paşa’nın bu husustaki prensibi şuydu: ‘Celâli bayrağı altına gireni bir daha devlet bayrağı altına sokmamak gerekir.’

MÜHR-İ HÜMAYUNU ÇIKARIP VERDİ

Sultan Aziz bir gün Ali Paşa ile hokkabaz seyrediyormuş. Bir ara Paşa’ya, ‘Şu hokkabazın giydiği külâhı başına koy bakalım, yakışacak mı?’ deyince, Ali Paşa hemen ‘Ferman efendimizindir.’ diyerek cebinden mühr-i hümayunu çıkarıp Padişah’ın önüne koymuş ve külâha uzanmış. Mahcup olan Sultan Aziz, ‘Paşa sen hiç şakaya gelmiyorsun.’ diye işi kapatmış.

Sayısız hadiseler içinden seçtiğimiz şu örnekler atalarımızın devlet telâkkilerini çok iyi göstermektedir. Bu anlayışla devletimiz ‘Devlet-i ebed müddet’ vasfını kazanmıştır. Atalarımızın yolundan ayrılmamak, onların yaptıklarından ders almak hepimiz için vazife olmalıdır.” [1]

DEVLET EMRİNDEKİ BÜTÜN İNSANLARA KARŞI ÂDİL OLMALIDIR

“2003’ten beri Amerikan-İngiliz ittifakının işgâli altında olan Irak’ta çocukların atılan misket bombalarıyla paramparça olması, İngiliz ve ABD ordusunun kontrol noktalarında masum Iraklıları vurması barbarca değil mi? Iraklılar ölünce savaş zayiatı oluyor; fakat İngilizler ölünce barbarca bir terörün kurbanı oluyorlar. Bu bir çelişki değil mi?” diyen The Indipendent Gazetesi yazarı Robert Fisk Batılının çarpık bir zihniyetine ışık tutuyor. [2]

DEVLET SIRRI SAKLAMAK

Devletimizin her kademesinde görev alan yöneticilerimiz Fatih’in sadrazamına “Sırrımı kavuğumuz bilseydi bu başı götürürdüm!” dediğini ah bir bilselerdi. 

EHİL OLMAK

İnsanlardaki en ciddî hastalıklardan birisi de taassuptur, sebepsiz bir taraftarlıkla rettir, inkârdır. Hâlbuki hakkı teslim, herkesi kabul ve herkese tahammül, hakikat ehlinin şiârı olmalıdır. Biz ehliyeti alkışlar, güzelliği takdir ederiz. Güzele taraftarız. İnadımız, haksızlığımız, hakikatsizliğimiz olamaz.

Sizdeki kabul rahatlığı, herkesin hakka taraftarlığını ve kabulünü netice verecektir. İnadınızı aşarsanız, inatlar kırılacaktır. Hakkı gören birçok insanın teslim olmamasının, yüreğini açmamasının sebebi, bilmemek değil, bu kör inat ve tarafgirliktir.

İŞTE TERCİH VE TATBİKAT İSTİŞARE İLEDİR

Fatih’in hocası Molla Gürâni çok liyakatli bir insandı. Fatih’e göre muvaffak olamayacağı bir mevki yoktu. Sultan, hocasının ilim ve kabiliyetinden bütün memleketin faydalanması için fetihten sonra ona sadrazamlık teklif etti. Teklifini Molla Gürâni tebessümle karşıladı ve şöyle dedi: “Oğul, iyi harp ediyorsun. Fakat hâlâ devlet işlerinde yayasın. Yıllardan beri paşaların o mevkii umut ederek devlete hizmet ediyorlar. Onlar dururken medreseden beni alıp, sadrazam yapacaksın. Bu gayretli millet evlâtlarının önlerini kapayacak, şevklerini kıracaksın. Bilhassa unutma ki, ne senin paşaların medresede tefsir okutabilirler, ne de medresedeki müderrislerin paşaların gibi devlet idare edebilirler. Olmaz oğul, olmaz; o mevkiin ehlini ara.” [3]

BÜYÜK DEVLET OLMAK

Fuat Paşa’nın İngiliz elçisine söylediklerini hatırlayın: “Siz kendinizi büyük devlet sanıyorsunuz, ama asıl büyük devlet biziz. Siz dışardan biz içerden senelerdir uğraşıldığı halde yıkılmadık.”

Şeyh Galip’in dediği gibi “Züpte-i Millet” (milletin özü) hâlâ dimdik ayaktadır. [4] Her türlü fitne ve fesada rağmen…

 

 

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 13.02.2006, 05.03.2007, 02.04.2007 tarih ve 153, 199, 202 sayılı nüshalarında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com.tr

Ekrem YAMAN

Mersin Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Prof. Dr. Faruk K. TİMURTAŞ, “Ne Demişlerdi,” Tercüman, Mart 1973.

[2] “Bombaların Sebebi Tony Blair,” başlıklı haber, Yenigün Gazetesi, 10 Temmuz 2005, s. 8.

[3] Mehmet Niyazi, Zaman, 22.09.1992.

[4] Fahrettin KILINÇ, “Milletin Özü,” Haber Anadolu, 30.9.2005, s. 5, www.haberanadolu.com