SOSYAL MESELELERİMİZDEN BİR DEMET:2

TÜRK MİLLETİ BU HÂLE NASIL GELDİ?

Türkiye ve “Müslüman görünen dünya”, içki, kumar, fuhuş, uyuşturucu ve devlet mallarının ve imkânlarının çalınmasıyla, talan edilmesiyle kıvranıyor.[1] Türkiye’de neredeyse hırsızlık yapmayan insan âdetâ kötü gözle görünür hâle geldi. Hırsızlar, ulaşabildikleri yerlere kadar ulaştılar. Hırsızlık yapılıp da hâlen ulaşılamayan yerler var ki, sorgulayamıyorsunuz bile. Onlara hesap soramıyorsunuz. Hesap sorulamayınca da hırsızlıklar kapatılıyor, örtbas ediliyor ve failler arkasını dönüp gidiyorlar.

12 Mart 1971’de milletimiz birbiriyle kanlı bıçaklıydı. Asker geldi, duruma müdahâle etti. 12 Eylül 1980 öncesinde yine millet birbiriyle kanlı bıçaklıydı, birbirini öldürüyordu. İnsanlar birbirini öldürerek bir yere varmaya çalışıyorlardı. Aslında bunların hepsi de terörün bir köşesinden teröre bulaşmışlardı. Ancak işledikleri cinayetlere kendilerince birtakım gerekçeler bulup ad koyuyorlardı. Biri “Ben Müslümanlık için yapıyorum.” derken öbürü “Ben toprağım için, milletim için bunları yapıyorum.”, diğeri de “Ben kapitalizme, sömürüye karşı savaşıyorum.” diyordu. Aslına bakarsanız bunların hepsi de boş lâflardı. Hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan lâf-ı güzâftı. Ama memlekette öldüren öldüreneydi. Herkes bir diğerini bir mefkûre uğruna öldürdüğünü sanıyordu. O yıkılası hayâlî mefkûre uğruna haksız yere nice canlar alındı. Baştaki birisi “Bu kaldırılsın!” diyordu, onun vücudu ortadan kaldırılıyordu. Arkasından “Falanca da kaldırılsın, filân da” talimatları. Günde ortalama 20 insanın ne uğruna öldüğünü bilmeden bir köşe başında kendisiyle hiçbir alıp vereceği olmayan insanlar tarafından katledildiği o kötü günleri şâhidi olan mekânların, sokak ve caddelerin bir dili olsa da bir bir anlatsa. Her kesim bu işi yapa yapa herkesi teröre alıştırdılar. Bunun sonunda Türkiye’de vahşet duygusu toplum tarafından kabullenildi. İnsanlar can korkusundan, evlâd-ü ıyâl endişesinden, nemelâzımcılıktan yanı başındaki terör vahşetine tepki veremez, müdahâle edemez hâle geldi. “Kol kol yürüyen ve vatanın bağrını delik deşik eden anarşi, bir sürü ocağı söndürdü ve bir sürü yuvayı âh u eninle doldurdu. Hemen hemen ağlamadık bir ana ve inlemedik bir baba kalmadı. Her gün bir sürü teneşir ıslandı ve her gün bir sürü ‘sessiz gemi’ meçhullere doğru yelken açtı. İlk düzinede olanların matem ve ‘ağıt’larına meydan kalmadan, ikinci bir kafile onların arkasına takıldı. Kopan gidiyor, giden gelmiyor ve çekip giden her kafile, geride kalanları da, bu uğursuz yolculuğa zorlayarak, yığın yığın kin ve nefret bırakıp öyle ayrılıyordu…

Yıllarca hep böyle gönüller hüzünlü ve gözler de nemli sürüp gitti.”[2]

Bugünün kapkaç terörünün dünkünden farkı nedir ki?.. Dün bir hiç uğruna masûm canlar alınıyordu, bugün kapkaç teröristleri insanların hem mallarını hem de canlarını alıyorlar.

12 Eylül 1980 askerî darbesi terörü önledi, ancak bazı şeylerin de şirazesi bozuldu. “1980 İhtilâli, idealist gençlerin üzerinden bir silindir gibi geçti. Sağdan olsun, soldan olsun ülke meselelerine ilgi duyanlar, darmadağın edildi.

Onlara, ‘Size ne ülke meselelerinden’ denildi:

_ Siz düşünmeyecek ve kafa yormayacaksınız. Biz, sizin adınıza düşünür ve gerekli kararları veririz. Sizler keyfinize ve yaşamanıza bakın.

Ne gereği vardı dini değerlerin?..

Bunlar, gereksiz, hatta zararlıydı. Ülke için en büyük tehlike, irticânın hortlamasıydı. Sonra, bütün Türkiye’yi mürteciler sarabilirdi.

Milli değerler de zaman zaman başa bela oluyordu. Bu değerle donatılan insanlar, ülkeyi yönetenlere sıkıntı verebiliyordu.

Buna da gerek yoktu!

Yıllar boyunca, bütün adımlar bu yönde atıldı. ‘Değersizlik’ bir ‘değer’ sayıldı. ‘çağdaşlık’ adına ders kitapları ile oynandı. Milli ve dini değerlerden yoksun bir nesil yetiştirmek için elden gelen yapıldı.

Mehmet Akif Ersoy’un dizeleri rafa kaldırıldı:

‘Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem

Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım,

Boğamazsın ki,

Hiç olmazsa yanımdan kovarım,

Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam

Kanayan bir yara gördüm mü, yanar ta ciğerim

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim

Adam, aldırma da geç git, diyemem, aldırırım

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.’

Onun yerine, farklı bir düşünce sistemi hâkim kılınmaya çalışıldı:

‘Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!’

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, çevresine dert yandı:

_ Gençlere tehlikeleri anlatmakta son zamanlarda zorlanıyoruz.

Bu, çok doğal! Tersi olsaydı, şaşırmak gerekirdi!

Yıllardır bu ülkede donanımsız, değersiz ve tepkisiz bir toplum yetiştirmek için elimizden geleni yapanlar bizler değil miyiz?

Bu otları biz yetiştirdik!

Onlardan hangi hakla ne bekliyoruz ki?

Adı üstünde, ‘ot’ işte!..” [3]

Hakiki Müslüman’ın, İslâmiyet’i dört bir yanıyla anlamış bir insanın terörist olması düşünülemez. Buna rağmen bir Müslüman dini adına terörist olabiliyor mu, yoksa perde arkasında başka hesaplar ve planlar mı var, keşke bu konu bir doktora tezi olarak incelense de bazı hakikatler milletimizin gözü önüne serilebilse… Hedefe ulaşmak için insan öldürmeye din izin vermez. O hâlde gençlerimizin mükemmel yetiştirilmelerini, hayatlarını İslâm’a uygun olarak düzenleyen unsurlarla yüz yüze getirmelerini ve sorumluluk duygusu altında yetiştirilmelerini sağlamalıyız ki, teröre bulaşmasınlar, ona hiçbir şekilde taraf olmasınlar.

Türkiye’de “Müslümanlar teröre bulaşmaz” noktasından “Teröre bulaşan Müslüman kalamaz” noktasına geçmemiz çok uzun sürmedi. Bu kabul ülkemizin hayrına olmuştur.

Terörün çaresi ve ilacı insanlara doğrunun öğretilmesidir.

Ülkemizin derdi; cehâlet, tefrika, birbirini yeme, işsizlik, geri kalmışlık, terör ve fakirliktir. Bu dertlerin çaresi de zenginlerimizin organize olması, planlı ve programlı çalışarak her yıl bir öncekinden daha çok yatırım yapmasıdır, çalışmayı öğrenmesidir. “Eğitime sahip çıkmak” ve “seviyeli insan yetiştirmek” ilk yapılacak iştir. Olumlu şeyleri darbelemeler, istikrarı bozmalar, şom ağızlardan çıkan karamsar sözler, telkinler ve üslûpsuz beyanları duydukça gelişmişliğini düşündüğüm bir Türkiye’de gelişmemiş dimağların mevcudiyeti insanı fazlasıyla rahatsız ediyor. Dünyada fikir yobazlığının çok kalın hatlarla öne çıktığı bir ülke aransa herhâlde Türkiye ilk sırada yerini alır. Dünyanın geleceği adına inanan insanların özellikle Türk Milleti’nin 21. asra kendisini çok iyi hazırlaması lâzımdır. Kafalar fen ve teknikle, gönüller imân nûruyla aydınlanmalı ve planlı çalışmayı bu milletin bütün fertlerine öğretmeliyiz. Asırlardan beri ayrı olan bu kalp ve kafa izdivacı yeniden gerçekleştirilmelidir. İnsanlar meseleleri ve onların derinliklerini kalpleriyle görmelidir. İnsanımız kâinatı bir Batılının hallaç ettiği gibi hallaç etmesini bilmeli, dünyayı çok iyi okumalıdır. İnsanlığın bugün geldiği noktayı fark etmelidir. Türk Milleti artık dünyada kendi yerini almaya çalışmalıdır. Dünyada bunca hadise oluyor, bitiyor. Çeşitli merciler tarafından birçok kararlar veriliyor. Bir yerlere giriliyor, bazı ülkeler işgâl ediliyor, sözde “demokratlaştırılıyor”. İnsanlar zincire vuruluyor, bilinmeyen istikametlere götürülüyor. Kafalarına çuvallar geçiriliyor, fakat milletimize hiçbir şey sorulmuyor. Milletimizin bu konularda hiçbir reyi, etkisi ve tepkisi yok, parmağını kaldırmasına kimse değer vermiyor. İnsanlar dünyanın bir yerlerinde meseleleri kendilerine göre konuşuyorlar, kararlar alıyorlar ve arkasından da bunları uyguluyorlar. Bütün bunlara karşılık AB’ne girmek suretiyle kendimizi daha iyi ifade edeceğimizi zannediyoruz. Kendi adımıza güzel şeyler yapamıyoruz. Meselâ, şimdiye kadar niye yeterince demokrat olamadık? Şimdiye kadar başkaları bu konuda bizi hep sorgulamıştır. Demokrasiyi ve insan haklarını ihlâlden dolayı hakkımızda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde binlerce dâvâ açılmıştır. Şimdiye kadar Türkiye hep tazminat ödemeye mahkûm edilmiştir. İnsan haklarına, vicdan hürriyetine, söz ve düşünce hürriyetine, insanların dilediği gibi yaşama hak ve hürriyetine karışmasak da bunca tazminatı ödemesek olmaz mı? Dün devletlerarası ilişkilerde ve dengede biz millet olarak hakemdik. Bir yerde durmuş ve başka milletler bize müracaat etmişlerdi. Dünyadaki bazı haksızlıklar bizim elimizle giderilmişti. Bazı hakların iadesini biz sağlamıştık, fakat şimdi hakkınızı alabilmek için bir yere dayanmak mecburiyetinde kalıyorsunuz. Bu milletin kendisini çok iyi yetiştirerek kendisi olması lâzımdır. Problemlerimizi artık kendi kendimize çözmemiz şarttır.

Çoğumuz Türkiye âşığı değiliz. Türk insanının sahip olduğu derin mirasa güvenmiyor, kendisine değer vermiyoruz! Türkiye’nin tecrübelerine inanmıyoruz. Türkiye’nin hep birilerine dayanarak politika yapmasını istiyoruz. ABD veya AB olmazsa sanki biz bir hiçiz. Demokrasiyi, insan haklarını, fikir, din ve vicdan hürriyetini sanki halkımız hak ettiği için değil AB standartlarına uyum sağlamak için arzuluyoruz. AB olmazsa bu değerler için koşturmaya gerek yok veya böyle bir hedef olmazsa iç dinamiklerimiz bunu yapamaz duygusu şuuraltımızı işgâl etmiş durumda. Tanzimat’tan beri dış dinamiklerin Türkiye’yi medenîleştirmesine bel bağlamışız. Onlar olmasa gerekli değişimlere sanki niyetli değiliz. Kendimiz olmayı denemiyoruz bile. Dünyada yeni bir düzen kurulurken, önemli kararlar verilirken Türkiye’nin hiç fikrinin sorulmamasından veya belirleyici olamamaktan hiç gocunmuyoruz. Bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapan ve dünyayı uzun süre yöneten bizim ecdâdımız değilmiş gibi davranıyoruz.

Türkiye’de insanlar düşündüklerini yeterince ifade edemiyorlar. Daha dün denecek kadar yakın bir geçmişte insanlar düşüncelerini ifade ettiklerinden dolayı, hattâ ifade etmesi muhtemel olduğundan dolayı; ihtimâller vukuat yerine konarak insanlar bir şâki gibi takip ediliyordu. Dünü ve alınan mesafeleri dikkate alarak söyleyebiliriz ki, Türkiye’nin bugün daha alması gereken hayli mesafe vardır. Çünkü şu anda Türkiye durması gereken yerin çok gerisinde duruyor.

Aziz Nesin’in dediği gibi Türk insanı aptal değildir. Türk Milleti’nin binlerce kaliteli evlâdı dünyanın dört bir köşesine dağılmış, kalitesiyle herkese parmak ısırtmaktadır. Avrupa’da, Asya’da ve Amerika’da çok önemli yerlerde Türk aydınları ve bilim adamları kendi ülkesinde bulamadığı çalışma ortamını oralarda bulmanın, kıskanılmadan çalışabilmenin verdiği şevkle insanlığa hizmet etmektedir. Bu insanlar oralarda önemli sorumluluklar almışlardır. Mevcut sistemden ötürü bizim insanımız yabancı diyarlarda bir yıldız gibi parlıyor. Türk öğrencileri fizik, kimya, matematik ve biyoloji dallarında dünya olimpiyatlarını kazanıyorlar. Bu başarılar NASA da dâhil binlerce insanı el üstünde tutulur hâle getirmiştir. İnsanımızın aklı her şeye erer. İcabında dünyayı bile idare edebilir. Fakat bu kaliteye rağmen kendi kendimize ayakta duramayacağımız düşüncesini hep diri tutmaya çalışıyoruz. Birilerinin desteği ve yardımı olmadan ayakta durabilmek için bunu denememiz lâzımdır. Türkiye’deki oligarşik bir azınlığın nedense insanımızın kendi olmasına, kendi kendini idare etmesine, kendi ayakları üstünde hür irâdesiyle yaşamasına hiç tahammülü yok. Kendi darlıkları içinde Türk toplumunu da o darlığa mahkûm ederek geleceğini karartmaya çalışıyorlar. Oysa bu milletin 5 bin senelik bir kültürü, bilinen bir tarihi, medeniyeti ve değer yargıları vardır. İyilik, güzellik, doğruluk ve fazilet dünyanın esas mayasıdır. Dünya er geç bu çizgiye gelecektir. Türkiye de bu seyri tâkip edecektir.

Ülkemizde fikir adamı geçinmelerine rağmen fikir hürriyetinden rahatsız olan, hattâ fikre baskı uygulayan bir marjinal kesim, kendi düşüncelerini ifade hakkını sonuna kadar kullanmalarına rağmen toplulukları diledikleri istikamette ikna edemeyince başkalarının hürriyetlerini ortadan kaldırma taraftarı olmaktadırlar. Bunlar tüylerine zarar gelse ortalığı velveleye veriyorlar. Böyle bir ortamda herkesin kendi hak ve hürriyetlerini, inanç ve değer hükümlerini çok iyi bilmesi önem taşımaktadır.

Çokluk içinde birlikte yaşama formülü” İslâm medeniyetinin ve özellikle Osmanlı siyasetinin temelini oluşturmaktadır. Türk-İslâm medeniyetinin evrensel medeniyete sunduğu en önemli hediye de bu olmuştur. Bugün AB’de gerçekleştirilmek istenen de budur.

Ülkemizin ve insanımızın içinde kıvrandığı cehâletin giderilmesi için modern dünya ile sıkı ilişkiler kurulması, ifrattan kaçınılması, tarihen yaşanan konjonktürel dalgalanmalardan sakınılması ve elbette dinimizin asıl kaynaklarına inilerek insanımızın bu sahadaki cehâletine son verilmesi gerekir. Ayrıca sevgi, hoşgörü, tüm inançlara ve yaklaşımlara saygılı olma cehâletin giderilmesindeki ahlâkî değerler olarak öne çıkıyor.

28 Şubat fırtınası toplumsal dengeleri alt üst etti. Ardından siyaset sahnesinin oyuncuları değişti. 11 Eylül terör saldırısı dünyanın genetik kodlarını değiştirdi. Bu süreç içinde herkes kendi penceresine aksedeni resmetti. Kimileri deli rüzgârın şiddetine irâdesini rehin verdi, kimileri de ümit ve niyetlerini gerçeğin önüne perde yaptı.

Ufkun ötesini değil, burnunun ucunu bile göremeyenlerin fiyakadan fiyakaya, kalıptan kalıba büründüğü bir ülkede özgürce konuşmak, özeleştiri yapmak, doğruları eğip bükmeden söylemek çok ama çok zor.

Türkiye’de sözler ve erdemler, dinî bir dille beslenen muhafazakârların eline geçmiş durumda. Solda ne var peki? Sadece tereddüt… Kalabalıkların anlamını ve kıymetini anlamayacakları tereddüt…” [4]

Nice değerli insanımızın sürgünde ölümünü âdetâ akbabalar gibi bekledik, baykuşlar gibi sesler çıkardık. Türk insanına sahip çıkmazsanız büyük millet olamazsınız.

Yarın Hakk’ın divanında “Dilin vardı söylemedin; aklın vardı düşünmedin, fırsatın vardı yapmadın” diye azarlanacağını bilen bir insanın avurdunu çiğnemekten ötürü kan tükürmesini andıran nedâmetini yaşamak istemiyorsak bu millete hizmette doğruları artık saklamadan net olarak söylemeliyiz.

Ülke olarak içinde kıvrandığımız ve ıstırabını çektiğimiz geri kalmışlığın sebeplerini ana hatlarıyla şöyle sıralayabiliriz:

* Geri kalmışlığın sebeplerinden biri “düşünce ufuklarının daraltılması”dır. İslâm’ın rûhundaki genişlik uygulamada daraltıldı. İslâm dünyasında daha vicdansız insanlar görülmeye başlandı. Hazımsız, başkalarını kabul edemeyenler ve göğsünü, kalbini herkese açamayan insanlar…

* Türkiye’nin geri kalmışlığının sebeplerinden biri de tefrikadır. Türkiye’de tefrikayı sadece toplum içi bölünmeler olarak görmek doğru değildir.. Bu bölünmüşlük uluslar arası ilişkilere de yansıyor. Özellikle “böl-yönet” düşüncesi ile belirli çevrelerce, etnik, dinî ve dille ilgili tefrikalar kasıtlı olarak körükleniyor.

* Fakirlikten kurtulamama, Türkiye için, geri kalmışlığının sebebi olan ayrı bir belâ.

* Dördüncü olarak, eğitim sisteminin yetersizliği ve cahillik İslâm toplumlarında tefrika, fakirlik ve hoşgörüsüzlük arasında bir fasit daire teşkil ediyor. Yarayı daha da derinleştiriyor. Tefrikayı aşmak için hoşgörü ve diyalog üzerinde durmalıyız. Hazımsızlığı kaldırıp bir arada yaşama, karşılıklı olarak inançlara saygı duyma ve insanların birbirlerini olduğu gibi kabul etmelerini sağlama. Hoşgörü sadece Müslümanların kendi aralarında değil, diğer dinlerin mensuplarına da gösterilmelidir. Hoşgörü ile gelişen toplumsal barış ve uzlaşma kültürü, Müslümanların kendi aralarında, Müslümanların azınlıklarla ve azınlık olarak bulundukları toplumlarla sorunlarını aşmada en önemli etken olacaktır.

* Hep zillet içinde idare edilme, idare edilmeye katlanma, hep ezilme başka bir belâ. Bu tespit, özellikle son yüzyıl için Müslümanların hazin tablosunu veriyor. Şöyle ki, 20. yüzyılın ilk yarısına Mekke döneminden sonraki İslâm’ın en karanlık çağı denebilir. 1918 yılı itibariyle bağımsız ve kendi ayakları üzerinde duran bir tek İslâm ülkesinden bahsedilemez.

Ebede bakan demokrasi, aklın ışığı ve imânın nûrunu birleştiren eğitimle birlik ve beraberlik içinde geleceği okumak ve dünya dengesinde yerimizi almak zorundayız. İslâmî gelenek ve görenekleri, teamülleri yaşamanın yanı başında bir demokrasinin olmasının hiçbir mahsuru yoktur. Hattâ bu demokrasiye şu da ilâve edilebilir: Demokrasinin bir de metafizik boyutunun, varlığının olması lâzımdır. Sonuç olarak; iyi eğitimli, maddeten refah içinde olan Müslümanlar, ebede açık demokratik bir sistemde daha kaliteli ve akl-ı selim sahibi idareciler seçme imkânını bulacaklardır. Yine aralarındaki tefrikanın kalkması, hoşgörü ve diyaloga dayalı uzlaşma kültürü, Müslüman toplumların kendi aralarındaki sınır ve sun’î sorunları barışçı yollardan aşmalarını sağlayacaktır. Bu da Müslümanların birlik içinde geleceği planlayarak, hem siyasî hem de iktisadî olarak dünya dengesinde yeniden yer almalarını mümkün hâle getirecektir.

Fakirlik, tembellik ve cahillik girdabında boğuşan Müslümanlar, bugün mesajı temsil niteliğinden oldukça uzaktır. Mâruz kaldıkları zulümler ve mağduriyetler Müslümanların duygusallığını alabildiğine arttırıyor. Böyle zamanlarda aklın yerini duygular alıyor. Ölürken bile dirilişe vesile olma ilkesi unutuluyor. Türkiye ufku dar, kabuğu kalın, düşünme kalıpları tek tip insanlar topluluğu mu olmalıydı? Keşke her şeyi tenkit yerine, her nimete kendi cinsinden şükürle mukâbele ederek, o nimeti arttırma yollarını araştırabilseydik! Keşke şahısların, hiziplerin himmet ve kuvvetleri yerine, Hakkın kesilmez ve aldatmaz inayetlerine itimat edebilseydik!..

Nasıl olmuştu da, geçmişi o kadar sağlam, mânâ kökleri o kadar mükemmel bir millet, şu eğri büğrü düşünce ve eğri büğrü hâliyle böyle bir çelişkiler yumağı toplum hâline gelebilmişti! Millî karakterimizle telifi imkânsız bir aymazlık içine girmiştik ve olup bitenleri göremiyorduk, milletçe her gün biraz daha belimiz bükülüyor, biraz daha kamburlaşıyor, üst üste kırılmalar yaşıyor, yer yer yıkılıp enkazlaşıyor ve bu kırılıp yıkılmalarla millî rûhumuzun rengi, deseni değişiyor, ufkumuz daralıyor, çehremiz kararıyor, düşüncelerimiz yamuk-yumuk hâle geliyor ve sözlerimiz tamamen hezeyâna dönüşüyordu, ama biz bu ürperten değişimin farkında değildik.

Gün geldi, millî konumumuza yakışır duruşumuz bozuldu.. birlik, beraberlik rûhunda kırılmalar başladı.. toplumu teşkil eden fertler, bağı kopmuş tespih taneleri gibi şuraya-buraya saçıldı, bunu sağda-solda sun’î gruplaşmalar takip etti.. gruplar arasında kinler, nefretler körüklendi ve herkes birbirinin kurdu hâline geldi. Zamanla toplum bütünüyle çirkinleşti; her yanda kapkara sesler yükselmeye başladı.. ardından da kitleler birbirlerini yemeye, sistem de hepsini birden ezip öğütmeye koyuldu. Artık her yanda duyulan ya zâlimlerin “hay-huy”u ya da mazlûmların âh-u efgânıydı. Bütün bunlar oldu, hâlen oluyor ve bundan sonra da olacağa benziyor. Böyle bir durumun çok acı ve üzücü olduğunda şüphe yok; ancak bundan daha acı olanı da, bu duruma çare bulma yolunda beklediğimiz, o sîneleri heyecanla dopdolu büyük muzdarip ve çilekeşlerin ağızlarına fermuar çekilmesiydi.

Mevcut manzaradan şikâyete hakkımız olmadığı muhakkak; ne var ki, olup bitenleri görmezlikten gelmenin de, Müslümanlıkla, milliyetçilikle telifi imkânsız. Ama ne acıdır ki, kökü çok eskilere dayanan çarpık bir anlayışla biz, dini tamamen kendimize, milliyet rûhunu da hevâ ve heveslerimize benzettik.. aklın sahasına giren şeyleri akla, aklı da kalp ve rûhun yedeğinde gönüllerimizi mârifetle mamur kılacağımıza; basîret, irâde, şuur, his, idrak gibi iç ve dış duyularımıza sırtımızı dönerek maddî-manevî her iki âlemi de kararttık. Artık her gün, ayrı bir şaşkınlık içinde farklı bir yöne yöneliyor; her gün değişik bir kısım fantezilere takılıyor ve dur-durak bilmeden mihraptan mihraba koşuyoruz. Konuşup bir şeyler anlatmaya çalıştığımızda da, nefeslerimizi tutup suskunlaştığımızda da sürekli olarak hatalar yapıyor ve yeni arızalara sebebiyet veriyoruz ve aynı hataları tekrar edip duruyoruz. Derlenip toparlanamıyor, bir türlü hedefe kitlenemiyoruz.

Düştüğümüzün farkında değiliz, hiç olamadık da; doğrulma yönündeki azmimiz ise süreksiz. Düşüncelerimiz yamuk-yumuk; irâdelerimizde çatırtılar duyuluyor, kararlarımız tutarsız ve rûhumuzu öldüren yabancılaşmadan bir türlü kurtulamıyoruz. Bazen inanç ve millî mefkûremize ters patikalarda yürüyor; bazen kendi düşünce istikametimize zıt cereyanlara kapılıyor ve bilmediğimiz meçhûllere sürükleniyor; bazen de arkalarından koştuğumuz kimselerin ihanetine uğruyor ve arkadan hançerleniyoruz.

Dünyaları zengin edecek bir kültür mirasımız olmasına rağmen, bir türlü dilencilikten ve başkalarına boyun eğmekten kurtulamadık. Baştanbaşa birer gül bahçesi olan tarihî yamaçlarımız yerine, gidip başkalarının dikenliklerine takıldık.

Özellikle son yıllarda millî tabiat ve millî karakterimiz itibariyle bir hayli deformasyona marûz kalmış olmalıyız ki, artık kendimiz olmaktan utanıyor, bize ait birkaç bin senelik değerlerimize sırt çeviriyor ve mânâ köklerimizi, tarihî dinamiklerimizi-hepimiz öyle düşünmesek de- inkâr ediyoruz. Eskimeyen o muhteşem eski mirasımızı avaz avaz dünyanın dört bir yanında ilân edip, kendi derinliklerimizi herkese duyuracağımıza, bir kısım zorbaların, kulaklarımızı tırmalayan hırıltılarını dinliyor ve bir mânâda iç bulantıları yaşıyoruz.

Biz, milletçe devletler arası dengede o muhteşem yerimizi kaybettiğimiz günden beri dünyayı başıboşlar idare ediyor; insanlığın kaderi bulaşıklara emânet. Her yerde yağmacılar arpalık peşinde.. yeryüzü nimetleri nankörlerin kontrolünde.. hak düşüncesi, insaf ve adalet mülâhazaları ara sıra, canı yanmışlarca seslendirilen imdat çığlığı gibi bir şey.. silinip gitmiş, yüreklerde merhamet ve şefkat hissi.. körelmiş vefa, sadakat ve güven duygusu, unutulmuş gibi şeref, itibar ve haysiyet tutkusu.

Asırlar var ki, biz, en hayatî millî değerlerimizi unuttuk ve yüzlerce seneden beri geliştirdiğimiz kültür mirasımızdan yüz çevirdik. Dahası dünyanın dört bir yanından derleyip millî ve dinî değerlerimizin yerine ikame etmeye çalıştığımız bize ait olmayan yabancı telâkkilerle genç nesillerin zihinlerini bulandırdık. Artık pek çoğu itibariyle âvareleştirdiğimiz bu nesiller, kendi değerlerine sövüyor, millî rûh ve millî düşünceyi tahkir ediyor, eski mirasa ait her şeyi yıkmaya çalışıyor ve bölük-pörçük olmuş farklı kulvarlarda hep “hiç”lere koşuyor. Bütün bunlara karşılık, olup bitenleri doğru görüp, doğru düşünüp, doğru yorumlayanların sayısı da az değil; ne var ki pek çoğu itibariyle bunlar da ağızlarına fermuar çekilmiş gibi yutkunup duruyor ve hep bir sessizlik murâkabesi yaşıyorlar. Bazen seslerini yükseltip birkaç adım atsalar da, küçük bir tazyik ve önemsiz bir tehdit karşısında, önce durdukları yerin dahi gerisine çekilerek sürpriz mazhariyetler beklemeye koyuluyorlar. Bu hâlleriyle onlar da, ya tevekkülü tevâküle(birbirini vekil etme) karıştırıyor ve kendi kendileriyle iç çelişkiler yaşıyorlar ya da durmaları gereken yerde duramadıklarından, Allah’la olan münasebetlerini kirletiyor, millet düşmanlarını da cesaretlendirmiş oluyorlar. İradelerinin hakkını verip kendileri olacaklarına, irâdesizliklerine kurban gidiyor ve başkalarının gelip üzerlerinde hâkimiyet kurmalarına hep açık duruyorlar.

Seneler var ki, sağlam bir geçmişi olan bu millet, sürekli kalp ve kafa ayrılığıyla kıvranıp duruyor, ne kâinat ve hadiseler adına mâkul bir yorum ortaya koyabiliyor ne de sosyal olayları doğru okuyabiliyor. Çevresine bakıyor ve değişik rüzgârlarla şuraya-buraya sürükleniyor. Doğrusunu söylemek gerekirse kendimize gelip akıl, göz ve gönül ufkundan bütün varlığı, vak’aları ve kendimizi yeniden dosdoğru okuyacağımız, yepyeni bir tahlil ve terkiple bir kere daha kendimizi ifade edeceğimiz âna kadar bu dağınıklık sürüp gideceğe benziyor. Şu anda da sadece olup biten şeyler karşısında ciddî bir şeyler yapamama acziyle yer yer kıvranıyoruz.

Kendimize ait düşüncelerimizi ortaya tam olarak koyamadık. Yıllar var ki, hep duygusuz yaşadık.. duygusuz oturup kalktık. Oysa ki, milletçe durduğumuz yer itibariyle bizim de âleme söyleyeceğimiz bir kısım gönül hikâyelerimiz olmalıydı! Geleceğin dünyasında, bizim düşünce ibrişimlerimizden de bir kısım atkılar bulunmalıydı! Bizler dünyada yalnızlığın, yetersizliğin gurbetini yaşamamalıydık.

Biz bize bahşedilen yerimizi koruyamadık, durduğumuz yerde kararlı, şuurlu ve ihlâs derinlikli duramadık. Bundan sonra olsun, kendimize gelmeli, dağınıklıktan sıyrılmalı, özümüze dönmeliyiz.

Bugün bütün bir millet olarak hemen hepimiz sürekli telâş ve endişe ile oturup kalkıyor; teşebbüslerimizde panikler yaşıyor ve iki adım ötede ürperten sürprizlerle karşılaşacağımız korkusuyla tir tir titriyoruz. Düşünce üretemiyoruz ve gelecek adına da ciddî hiçbir planımız yok. Yürüdüğümüz yollarda uyur-gezerler gibi tuhaf bir hâlimiz var. Karşımıza çıkan beklenmedik hâdiselerle alâkalı tavırlarımız sadece birer kaba tepkiden ibaret. Başlangıcı yıllar öncesine dayanan millet düşmanlarının o korkunç tahrip stratejilerine karşılık, yaptığımız veya yapıyor göründüğümüz işler ise, ayakta kalabilme mücadelesi türünden şeyler. Bari böyle bir mücadeleyi kendi kurallarına göre gerçekleştirebilseydik.

Milletimizi bir ömür boyu meşgûl edecek işlerin kararları çok defa başkalarınca alınıyor. Tamamen bizim dışımızda alınan bu kararları delebilme veya startı başkalarınca verilmiş hareketlerden nasıl yararlanırız ya da onların aleyhimize olmasını nasıl önleyebiliriz heyecanıyla hâlden hâle giriyor; bugün yaptıklarımızı ertesi günü bozuyor ve ardı-arkası kesilmeyen yaz-bozlarla ömür tüketiyoruz.. ve gözleri üzerimizde saf yığınlara da sürekli şaşkınlık yaşatıyoruz. Biz, mütemadiyen güven kaybediyoruz, onlar da irtifa kaydediyor. Arz câzibesinin kat katı bir cehâlet, muhakemesizlik ve gaflet çekimiyle hep tepetaklak gibiyiz. Başı tutanların çoğu vurdumduymaz; başsız kitleler bilmem hangi dönemde yitirdikleri başlarının peşinde, salim düşünceler baskı ve saygısızlık bombardımanı altında; vazifesi toplumu eğitmek, aydınlatmak ve onu yüksek insanî hedeflere yönlendirmek olan-büyük çoğunluğu itibariyle-basın-yayın müesseseleri reyting hatırına; her şeye açık, sürekli kapkaranlık şeylerle homurdanıyor ve âlemin iffet, namus ve onuruyla oynuyor; her gün yeni yeni uğursuzluk yaygaraları yapıyor.

Toplum her gün, kıyamet alâmetleri gölgesinde sabahlıyor, akşamlıyor.. huzur ve sükûnumuz hayâl oldu.. bugüne kadar birinci istihkâmımız olan millî rûh ve millî düşüncemiz yamuk-yumuk.. ümitlerimiz şimdiye kadar hiçbir dönemde olmadığı ölçüde delik-deşik.. irâdelerimizde üst üste kırılmalar; azimlerimiz felç olmuş. Özümüzden o kadar uzaklaştık ki, ihtimâl bir köşe başında kendi rûhumuzla karşılaşsak onu bile tanıyamayacak gibiyiz.

Tarihin hiçbir döneminde kendi değerlerimize karşı bu kadar yabancılaşmadık.. hiçbir zaman rûhumuzu bu ölçüde aç-susuz ve havasız bırakmadık. Bizi biz yapan rûhumuzun sesini duyamıyoruz, ne olduğumuzu, nerede durduğumuzu, neye namzet bulunduğumuzu göremeyecek kadar hayret, dehşet daha doğrusu şaşkınlık içindeyiz. Kendi inanç ve düşünce kurnalarımız altında zihin ve rûh kirlerimizden arınacağımız âna kadar da bu öldürücü kaostan kurtulmamız imkânsız gibi.

Her yanda kulaklarımızı sağır edercesine tiz perdeden yabancı gürültüler; yabancılaşmaya imrendiren şov türü hâdiseler; gelip gelip sînelerimize oturan ve çaresizliklerimize dayanarak köpürüp rûhlarımızda âh u vâha dönüşen çeşit çeşit ümitsizlik ve musibetler karşısında üst üste sarsıntılar yaşıyor, acılarla kıvranıyor, bir şeyler yapamama rûh hâleti ile sürekli yutkunup duruyor ve her gün biraz daha rûhumuzun aşındığını hissediyoruz.

Gerçi yer yer bir kısım ümit edâlı sesler duyduğumuz ve istikbâl vâdeden gelişmeler müşâhede ettiğimiz de olmuyor değil, ama, olabildiğine zayıf, fevkalâde cılız ve mevcudiyeti uzun bir geleceğe emânet bu seslerin ve bu oluşumların kendi iç dünyamızla bir inkişâf sürecine girmesi için, hizmete adanmış çok sağlam yürekli babayiğitlere, kararlı yüksek irâdelere çatlayıncaya kadar koşmadan uzak olmayan küheylan edâlı zinde rûhlara ve aktif sabırlı basîret insanlarına ihtiyaç var. İşte bütün bu evsâfı haiz gönül erleri sayesinde ancak, yıllardan beri içimize sine sine duygularımızı, düşüncelerimizi kirleten ve bizi biz olmaktan çıkaran o uğursuz olumsuzluklardan sıyrılıp, milletçe İslâm’la rûhlarımızın bir derinliği hâline gelmiş bulunan, kendi tabiatımızı, kendi seciyemizi, kendi saflığımızı yeniden elde etmemiz mümkün olabilecektir.

Toplum olarak bir zamanlar biz, dünyanın en saf, en duru, en temiz ve en centilmen milletlerinden biriydik; hattâ bazı dönemler itibariyle birinciydik. Toplumun hemen her kesiminde, temeli imâna dayalı, devamı Hakk’a adanmışlığa bağlı ciddî bir hakikat aşkı, bir araştırma sevdası, bir ilim iştiyâkı, bir adalet ahlâkı, bir şefkat ve merhamet hissi soluklanıyordu. Fert ve cemiyet hemen her zaman, tefekkürle oturur kalkar; herkesi ve her şeyi şefkatle kucaklar ve Hakk’a halife olmanın gereği, yeryüzündeki denge ile ilgili kendini bir numaralı sorumlu kabul ederdi. Yerinde âdetâ yağmurlar gibi, hiçbir yere ayırmadan her yana sağanak sağanak boşalır; yerinde ırmaklar gibi çağlar ve hayat olur akar; gün gelir deryalar gibi köpürür, her tarafa heybet salar; bir an da olurdu ki, güller ve çiçekler gibi bin bir renk ve râyiha ile tüllenir, görüp seyredenlere âdetâ iç içe şölenler yaşatırdı.. onun her zaman ayrı tat, ayrı şive, ayrı lezzette daima değişip yenileşen, yenileşirken de özünün bütün özelliklerini koruyan ve bütün vicdanlarda semavîlik hissi uyaran bir letâfet ve zarâfeti vardı. Dünyanın dört bir yanında yaşanan hercümerç, şurada burada yükselen bir kısım hoyrat gürültüler, onun ikliminden yükselen huzur ve güven ile ritim değiştirir, hız keser ve âdetâ bizim ses ve soluklarımız arasında kaybolur giderdi. Hayatın her zaman bir mûsikî gibi duyulduğu bu dünyada, kulakları tırmalayan en sevimsiz kıvılcımlar bile duyulmaz olur ve derecesine göre her yanı âdetâ cebrî bir sükût, semavî bir güven ve engin bir huzur havası kaplardı; bu talihli ülkenin insanları çok defa, bir iki adım hayâllerinin gerisine çekilerek derin bir uhrevî sükûna dalar, imânlarının, ümitlerinin o masmavi ikliminde geçmiş-gelecek bütün zamanları birden yaşar ve kendi kendilerine gıpta ederek talihlerine tebessümler yağdırırlardı.

Yer yer muhâlif esen rüzgârlarla bu gümüşten atmosferin delindiği, bu masmavi tabiatın renk attığı, şöyle-böyle sarardığı da olurdu, ama, genel havanın her zaman semâvîliğe açık olması sayesinde, en şiddetli rüzgârlar bile hemen meltemlere dönüşür, renkler bahara boyanırdı. Bu dünyada, ne devamlı gaflet ve ondan kaynaklanan laubalîlik ne de sürekli sızı ve çığlık duyulurdu. Bu sihirli dünyada, ara-sıra huzur ve sükûnumuzu yırtıp geçen bir kısım münasebetsiz hâdiseler cereyan etse de, devam etmez; başladığı gibi biter ve neticede gelir her şey yerli yerine otururdu; millî ve içtimaî atmosferimiz yeniden o mitolojik hâlini alır, sihirli bir uhrevî renge bürünürdü.

Bu mazhariyetlerle, yürüdüğümüz yolda, beklenmedik bir anda etrafımızı bir kısım gulyabaniler sardı. Bunlar kalplerimize kezzap içirip ufuklarımıza sis püskürttüler.

Bu dönemde, nefsimiz rûhun tahtına oturtuldu.. kalbimiz şeytana ipotek edildi.. ar-namus ayaklar altında kaldı.. hayâ, ismet iffetsizliğe yenik düştü.. saygısızlık en sevilen, istenilen metâ hâline geldi.. her yan pislik ve çirkinlik panayırına dönüştü.. edep, temizlik, paklık, incelik eskilerin bir kısım değersiz mirâsı gibi gösterilmeye çalışıldı.. vefa, sadakat, hamiyet önce rûhlara unutturuldu; sonra da sözlüklerden silindi…

Şimdilerde, bütün rûhlarda heyecan ve gönüllerde arayış; her vadide bir sürü düşünen dimağ ve düşünen dimağlarda beyin fırtınası.. her tarafta âdetâ bir doğum şöleni..

Arkada bıraktığımız şu birkaç asırlık düşüş, hamiyetli rûhlarda öyle bir aşk u şevk uyarmıştı ki, hâlihazırdaki durumumuz bundan kat kat kötü olsaydı dahi doğrulup kendimize gelmemize yetecek dersi almıştık ve bu aynı zamanda bizim için iyi bir itici güç de sayılırdı. Sanki yıllar süren bir durgunluk ve yorgunluk dönemi yerini hareket aşkına bırakıyor ve bugüne kadar devam ede gelen değişik dalga boyundaki olumsuz tecelliler, ardı-arkası kesilmeyen handikaplar âdetâ kendimizi yeniden keşfetmemiz için bizi biliyor gibiydi. Dünü kaybetmiştik; önümüzde yarın vardı. Dünü değerlendirmesini bilemeyenler, şayet bir daha ele geçmemek üzere kaybettikleri şeylerin ıstırabıyla kendilerine gelebilmiş ve yarınlara hazırlanmış iseler, çok fazla şey kaybetmiş sayılmazlar.

Değişik kurtuluş yolları, yöntemleri peşinde koşup durduğumuz şu ânda, keşke bir de yitirdiğimiz şeyleri düşünebilseydik! Yıllarımızı, aylarımızı, günlerimiz çaldılar ve bizi birer zamanzede hâline getirdiler.

Dünyada iç içe buhranlar yaşanıyor. İnsanlık huzursuz, ıstırap ve sıkıntıyla oturup kalkıyor. Yarınlar hakkında kimsenin olumlu bir düşüncesi yok. Hadiseler boz bulanık, herkes feverân içinde, emeller ise simsiyah. Zâlim zulmüyle dünyanın çehresini karartıyor, mazlûm acz içinde yeisle kıvranıyor; imdada koşacaklardan henüz haber yok; “medet” diye bağıranların da ne istedikleri belli değil. Bir sürü kanlı el ve kirli yüz, bir sürü insanlara karşı merhametsiz ve Hakk’tan utanmaz yüzsüz.. ve daha bir sürü kötülükler…[5]

21 Mart 2005 günü Mersin’de Nevruz gösterileri bahane edilerek iki ilköğretim öğrencisinin bayrağımızı çiğneme ve yakma teşebbüsü de açık ve net bir şekilde gösterdi ki, “bayrağa saygı”, “vatandaşlık şuuru” ve “barış” kavramları ideolojik düşüncelerle Türk toplumunu tahrik, onun hassasiyetlerini sürekli zorlamak ve tepkilerini test etmek adına insafsızca kullanılmakta, sû-i istimâl edilmektedir.[6] Bir milleti millet yapan değerlerin aşındırılması diye herhalde buna denir.

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 9 Mayıs 2005, 16 Mayıs 2005 tarih ve 123 ve 124 sayılı nüshalarında yayımlanmıştır.

Ekrem YAMAN

Mersin Vali Yardımcısı

Web: www.halkapinar.gov.tr/ekremyaman

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Nuriye AKMAN, Gurbette Fethullah Gülen, 2. Baskı, Zaman Kitap No: 53, Röportaj: 1, Melisa Matbaası, 2004.

[2] Abdullah GÜLEN, “Yangın İçinde Halay,” Sızıntı Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 36(Ocak 1982), s. 31.

[3] Emin PAZARCI, “Ot Yetiştiriciliği,” Yenigün Gazetesi, 21 Mart 2005, s. 7.

[4] Ece TEMELKURAN, Milliyet Pazar, 04.04.2004.

[5] M. Fethullah GÜLEN, Beyan, Yağmur Serisi: 1, İzmir, Çağlayan A.Ş., 2004.

[6] Emin PAZARCI, “Nerede Bu Milletvekilleri,” Yenigün Gazetesi, 25 Mart 2005, s. 7.