17 AĞUSTOS 1999 MARMARA DEPREMİ’NDEN ÇIKARTILACAK BAZI DERSLER

Çanakkale Vali Yardımcısı iken 17 Ağustos 1999 Depremi’nden sonra İçişleri Bakanlığı’nın re’sen yaptığı geçici görevlendirmeyle gittiğim ve 20 Ağustos’tan itibaren bir ay boyunca çalıştığım depremin merkez üssü Kocaeli ve çevresindeki belki de ölmüş her türlü canlının ve enkazlardaki gıdaların yaydığı ağır kokuya günlerce katlandıktan ve binaların ibretâmiz bir şekilde nasıl yerle bir olduğunu gördükten sonra hayatta her şeyin boş, hayatın fani, yalnızca Allah ve insan sevgisinin daha yüce bir duygu olduğunu bir kere daha yaşayarak anladım. Yunus Emre’nin herkesçe bilinen o sözlerini hatırladım. Saatlerce düşündüm.

“Mal sahibi mülk sahibi,

Hani bunun ilk sahibi?

Mal da yalan, mülk de yalan,

Var biraz da sen oyalan!”

“Her 2,5 yılda bir deprem yaşıyor olmamıza rağmen bugüne kadar bu yönde ciddî sayılacak hiçbir tedbir alınmış değildir. Son Marmara depreminin kamuoyunda yarattığı (büyük) şok ve bunun medyada sıkça dile getirilmesi dolayısıyla bir gündem oluşturdu. Kamuoyunun duyarlı olduğu bu ortamı fırsat bilip deprem üzerine yoğunlaşmakta fayda vardır.” [1]

“Deprem kimilerine göre basit bir tabiat olayıdır. Oysa tabiat bir makinedir. Makinist olamaz. Tabiat bir san’at eseridir. San’atkâr olamaz. Tabiat bir nakıştır. Nakkaş olamaz. Tabiat ne kadar büyük olursa olsun, ‘Allah-ü Ekber’ ibaresinin yanında çok küçük kalır, çünkü tabiatı da yaratan Allah’tır. Tabiat kanunlarını koyan da O’dur!”

“Ağustos ayının olağan bir gecesinde ertesi gün yapacaklarımızı düşünerek daldığımız derin uykudan hayatımızın akışını değiştirecek bir sarsıntıyla uyanacağımızı nerden bilebilirdik?

17 Ağustos Salı gecesi yaşadığımız deprem sadece binaları sarsmadı. Hayatlarımızı da sarstı. Dehşet dolu 45 saniye hafızalarımıza nakşoldu.

İnsanlar uykunun koynundayken dehşetengiz bir uğultuyla üzerindekileri silkeleyen yer, âdetâ kıyamet provası yaptı. Sarsıntıyı Türkiye nüfusunun yarısı hissetti.

Deprem sabahı günün ilk ışıklarıyla karşılaştığımız tablo (çok) korkunçtu. Sağlamlığından emin olduğumuz binalar enkaz yığını hâline gelmiş, güven içinde yaşadığımız şehirler devasâ kabristanlara dönmüştü. Ayağımızın altında sabit bildiğimiz toprak, üzerine (bütün) varlığımızı yığdığımız yerküre, rant kaynağımız gayrimenkuller (âdetâ birbiriyle yarışırcasına) yürümüş gitmiş, eriyip bitmişti. Deprem sonrası enkaz (altında kalan insanlar) günlerce (kendilerine uzanacak bir şefkât, merhamet ve himmet) eli bekledi. Türkiye bir hafta boyunca ‘mucize kurtarışlara’ sahne oldu. Ama kurtarılabilenler yardım bekleyenlerin çok azıydı (henüz enkaz kaldırmak üzere yöreye gelmiş iş makinesi) değmemiş enkazların başında çaresizce çırpınan (binlerce) vatandaşın ümitlerinin tükenişi yürek parçaladı.

Facianın bilânçosunu belirlemek haftalarca sürdü. Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin verdiği bilgilere göre, 1 Ekim 1999 tarihi itibariyle ölü sayısı 15.814’e ulaşmıştı.

Gayri resmî tahminlere ve rivayetlere göre ise bu rakam 40 binin üzerindeydi.

YARALILAR ZİKREDİLMEDİ BİLE

Ölü sayısının (tahmin edilenden fazla olması sebebiyle) olsa gerek yaralılar üzerinde pek durulmadı. 43.953 yaralıdan (haber bültenlerinde, resmî rapor ve yazılarda) satır aralarında bahsedildi. Kayda geçmeyenlerle birlikte 50 bini aşan bir kitleyi gözümüzde canlandırarak facianın büyüklüğünü daha iyi kavramak mümkündür.

Deprem Araştırmaları Enstitüsü Kandilli Rasathanesi Müdürü Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e verdiği brifingde depremin merkez üssünün Gölcük Donanma Komutanlığı olduğunu açıkladı. Bu bilgi tarihin kayıtlarına geçti (dünyaya mal oldu). Bu, sadece bir deprem değil, felâketlerin bileşkesiydi.

Gölcük-Kavaklı’da (deprem anında meydana gelen) dev dalgalar parkta oturan, sahilde dolaşan insanları yuttu. Sahil göçtü, evler (ve resmî hizmet binaları) suyun altında kaldı. Oradaki enkazda mahsur kalanlar suda boğuldu. (Donanma Komutanlığı dâhil her kademedeki askerî personelden ölenlerin sayısının 2.967’ye ulaştığı bilgisi gazetelere intikal etti.) Gaz kaçaklarından zehirlenenler oldu, yangınlar çıktı, (likit gaz tüplerinin) patlamalarıyla dehşet katlandı. (İzmit’teki TÜPRAŞ dolum tesislerindeki yangın günlerce sürdü) seyir hâlindeki araçlar kaza yaptı. Adapazarı-İzmit oto yolunda yıkılan üst geçit enkazına çarpan bir otobüste 10 kişi öldü.

Deprem bölgesinde baktığımız her taraf göz alabildiğine enkaz ormanıydı. Upuzun caddelerin her iki yanındaki yüzlerce bina enkaz hâline gelmiş, çökmeyenler ise (âdetâ birbirlerinden destek alırcasına) birbirlerine yaslanarak ayakta kalabilmişti.” [2]

Bu depremde kentleşme sorgulandı. Kriz yönetim modelimizin bulunmadığı ortaya çıktı. Artık Ankara Türkiye’yi taşıyamıyordu. Devlet sivil toplum örgütleriyle yükün ağırlığını paylaşmalıydı. Devletin vatandaşlarına artık güvenmesi gerekiyordu.

Dışardan gelen yardımlar ise bize bir mesajdı. Dünya bizi çağdaş dünyaya entegre etmek istiyordu. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” yalanı bir kere daha bu deprem vesilesiyle tescil edildi. Dünyanın mevcut ülkelerinin neredeyse yarısı imdadımıza koştu. Yıllardır politik endişelerle kavgalı olduğumuz komşumuz (Yunanistan’ın ve Yunan milletinin) sergilediği insaniyet ve gösterdiği hassasiyet ve Marmara depremi sonrası Atina’da meydana gelen deprem mağdurlarının yardımına yaralı vaziyetimizde koşmamız hassas kalpleri duygulandırdı, gözleri buğulandırdı. Unutulmaz insanî ilişkiler ve bir canın kurtarılmasından sonra inanılmaz derecede hıçkırıklara boğulan Türk ve Yunan kurtarma ekiplerinin sevinç gözyaşları dimağlara çakıldı. Âdetâ Türk milleti bu felâketle dünyanın önüne tarihindeki emsâlleri gibi bir kere daha nefsindeki insanî her türlü vasıfla beraber çıktı.

Medya bir devlet kuruluşundan (TRT) daha hızlı hareket etti. Bu bir zihniyet devrimi ve yeni bir sorgulama noktasıydı. Eskiden TRT ve birkaç gazete depremin olduğu yere (depremden) birkaç gün sonra ulaşırdı. Onlar gelene kadar olumsuzluklara çeki düzen verilirdi. Bugün ise dram en çok çıplak hâliyle gözler önüne serildi. İletişim araçlarının zor kullanıldığı bir ortamda Başbakan Bülent Ecevit bile medya aracılığıyla genelge yayınladı. Telefonlar ve cep telefonları kilitlendi. Kocaeli’nden Ankara’yla telefon vasıtasıyla görüşülmesi neredeyle imkânsız hâle geldi.

Türkiye’de konutların % 3-5’i, KOBİ’lerin % 15-20’si, büyük tesislerin % 99’u sigortalıdır. Bu depremden sonra vatandaşın “Devlet yaralarımızı saracak” şeklindeki anlayışı değişti. İnsanlar artık kendini tabiî âfetlere karşı sigorta yaptırmanın önemini anladı. Şimdilerde konut sigortası ve kaskolarında, deprem teminatında artış yaşanıyor. Sigorta şirketleri bu depremden bazı dersler çıkardı. [3]

Şahıs olarak nefsimize şu soruyu her sabah yeniden sormalıyız:

“Nereden biliyorsun, yarın (depremzedelerin) yerinde sen olmayacağını? Evin var, bir araba almışsın, ama sabahleyin kalkıyorsun ki, ne evin var, ne araban var. Hattâ (çoluğun çocuğun, eşin, annen, baban ve diğer yakın akrabaların) ölüp gitmiş. Meseleye insanlar biraz da bu zaviyeden baksalar, çok farklı duygulara, düşüncelere kapılabilirler.” [4]

Marmara Depremi sonunda Kızılay Derneği Genel Başkanı Kemal DEMİR “taltif beklerken” deprem sonrası Kızılay teşkilâtının içine düştüğü aczden sonra istifa etmek zorunda kaldı. Yerine geçen Prof. Dr. Ali BOZER ve Yönetim Kurulu’nun topluca istifalarının gelmesi pek gecikmedi. Marmara Depremi’nde Kızılay teşkilâtı kelimenin tam anlamıyla sınıfta kaldı. Deprem bölgesine çeşitli depolardan Genel Merkez’in sevk ettiği çadır yüklü tırlar yollarda öfkeli vatandaşların talanına uğradı. Şahsî tespitlerime göre, sadece Kocaeli’nde, Kızılay İl Temsilcisi’nin kayıtlarına girmeden, vatandaşın yol güzargâhında genellikle depremin ilk dört günü içinde el koyduğu çadır sayısı 4.318 idi. Politik endişelerle Valiliklerce bir Vali Muavininin başkanlığında kurulan lojistik ikmâl merkezlerinden belediye başkanlarına, köy ve mahalle muhtarlarına “teslim edilerek” dağıtılan çadırların mevcudunun tükenmesi çadır kentlerin kurulmasını geciktirdi. Aynı şekilde dağıtıma konu olan ve vatandaşın Türkiye’nin dört bir tarafından gönderdiği çeşitli yardımlar yeterince yerine ulaşmadı. Çok mağdur olanlar hayâsından yardım isteyemedi. Gönülleri kırık ve buruk kaldı.

Kamu görevlilerinin bazıları siyasî çizgilerine ters grupların, kişilerin, dernek ve belediyelerin deprem bölgesindeki kamu hizmetlerini ikmâl etmelerini bazen açıktan engellediler. Gönüllü aşevi hizmeti verenler politik yatırım yapmak töhmeti altında kaldılar. Kızılay’ın 1915’te meydana gelen Çanakkale savaşları sırasında İskoç çadırlarından ilham alarak yaptırdığı ve çoğu yıpranmış çadırları sonbaharın ilk yağmurlarıyla beraber ya su almaya başladı veya yırtıldı. Yeniden verilen siparişler ise gecikerek hizmete sunuldu.

Türkiye AKUT, Çağrı gibi çeşitli dernek ve gönüllü kuruluşların kurdukları ilk yardım ve kurtarma ekibi çalışmalarıyla milletler arası camiada meth ü sena ile yadedildi.

Tayvan ve Atina depremlerinde gönüllü kurtarma ekiplerimiz birçok can kurtardı.

1999 yılında yaşanan depremlerle dünya elbirliği sayesinde dertlere derman olan milletlerin işbirliğine sahne oldu.

1993 Erzincan depreminden sonra 2 yılda şehrin yeniden inşasında büyük emeği geçen merhum Vali Recep Yazıcıoğlu basın ve medyanın ortaya attığı bir fikirle deprem bölgesine koordinatör vali olarak atanmayı beklerken sürpriz bir kararla merkez valiliğine alındı. Sistem bir kere daha yetişmiş vatan evlâtlarının harcanmasına seyirci kaldı. “Efsane Polis Şefi” olarak nam salmış İçişleri Bakanı Saadettin TANTAN, “Efsane Vali” Recep Yazıcıoğlu’nun merkeze alınmasına vesile olarak bir çatı altında iki efsanenin sanki imkânsız olduğunu göstermek istedi. “Polisten vali olmaz!” sözü Recep YAZICIOĞLU’nun başını yemişti.

Şair bir kere daha haklı çıktı. Bülbülün çektiği dilinin belâsıdır.

80 ilin yarısının valisi değişti. Gençlerin önünün açıldığı gözlendi.

Türkiye Marmara Depremi’yle yaşadığı şokun ardından Yargıtay Başkanı Doç. Dr. Sami SELÇUK adlî yılın açılışında yaptığı enfes konuşmasıyla sistemi bir kez daha sarstı.

Kendi iç dinamikleriyle çağdaş demokrasi değerlerini yakalamasından ümitvar olamadığımız Türkiye, öyle anlaşılıyor ki, dış dinamiklerin zoruyla üzerine düşeni yapmak zorunda kalacak ve çağa ayak uyduracaktır. 20.07.2011

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 25.07.2011 tarih ve 405 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com.tr

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Ali BULAÇ, “İstanbul Şurası,” Zaman, 12.10.1999, s. 13.

[2] Onur KAYA, “Sarsılan Hayatlar,” Zaman, 12.10.1999, s. 13.

[3] M. Erkan ACAR’ın haberi, “Devlete Deprem Dersi,” Zaman, 12.09.1999, s. 20.

[4] Ahmet KURUCAN’dan nakledilen Yusuf KÖRPE’nin haberi, “Kardeş Aile Kampanyası,” Zaman, 01.10.1999.