DEMOKRAT PARTİ

 

“Demokrat Parti dönemi bireyin ‘caddede yürüme hakkını’ (!) bile yeni elde ettiği bir dönemdir. Ondan önce köylüler bazı caddelerde dolaşamazdı.” [1]

1923 İzmir İktisat Kongresi’nde devlet kapitalizmi seçti; 1924’te Kadrocular sosyalizmi gündeme getirdi. O günden bugüne kadar sosyalistler silâhlı veya silâhsız iktidar mücadelesi verirken; evini bile değiştiremeyen gariban dindarlardan devletin temellerini değiştirmenin hesabı soruldu. [2]

27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün arkasında Batı vardır. Batı toplumsal dinamikleri kendisi oluşturmaz, oluşturamaz, oluşturmakla uğraşmaz; ama onların hareket alanındaki trafik ışıklarını Batı yönetir. Bazen birini öne çıkarır, bazen diğerini, bazen yarıştırır, bazen birbiriyle yarışanlara kazalar yaptırıp tokuşturur. Bu, onun altında başka destekçilerin ve karıştırıcıların bulunması gerçeğiyle çelişmez. Batı için onlar sadece dikkate alınması gereken ‘veri’lerdir; meselâ 70’li yıllarda, Batı, KGB’den daima üç adım öndeydi ve onu da dikkate alarak konjonktürel dengeyi ‘destabilizasyon-stabilizasyon’ oyunlarıyla belirliyordu. [3]

“Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle gerçekleşen değişim görünüşünün ötesinde, bir başka derinliğe ve zenginliğe sahipti. Görünürdeki değişimi CHP de yapabilirdi. OECD’yi, IMF görüşmelerini halletmişti zaten… Farklılık şuradaydı: ‘Konjonktürün gerektirdiği değişikliği, sola da, sağa da yönelse, biz seçkinler yaparız! Halk da kimmiş, milletin sağduyusu da neymiş?’ mantığı, 1950 seçimlerinin ertesi günü iflâs etmişti. İnsanlarımızın sokaktaki yürüyüşü değişmişti. Hazmedilemeyen budur işte… Türkiye, ‘tabiî gelişme ve değişim mihveri’ne kavuşmuş; seçkinci aydınlar denizden çıkan balığa dönmüş durumdaydı. DP’ye duyulan kin ve öfkenin gerçek sebebi buydu.” [4]

“ ‘Yeter söz milletindir!’ sloganıyla seçime giden Demokrat Parti sandıktan büyük (bir) zaferle çıkmıştı.

DP karşısında, ülkeyi dayatmalarla yöneten, geleneksel yapının temsilcisi, statükocu CHP tam anlamıyla bozguna uğradı. 14 Mayıs, ‘Ak Devrim’in gerçekleştiği gün olarak geçti tarihe… Sözün seçkincilerden, millete geçtiği gün de diyebiliriz.

14 Mayıs 1950 muazzam değişimin başlangıcıydı. 1950 yılında millet altın değerindeki fırsatın farkına vardı ve DP iktidarıyla hem Türkiye’nin, hem kendi değerlerinin önünü açtı. Türkiye, diktacı ebedî şeflikten, çağdaş demokrasiye geçti, millet çok arzuladığı ezanına kavuştu.” [5]

“Demokrat Parti 1950’de kazandı, 1954’de daha da farklı olarak kazandı. Ama 1957’de kazanmamalıydı. Çünkü psikolojik tahammül bitmişti. Bu noktada ‘başarı’ önem taşımaz artık.” [6]

“Demokrat Parti 14 Mayıs 1950’de iktidara geldiğinde, millet Menderes’i tanımıyordu. Tanınan Celal Bayar’dı. Celal Bayar çok da fazla sevilmezdi. Milletin yeni bir partiye ve yeni bir dönemin açılmasına ihtiyacı vardı, DP hareketi bu ihtiyaca cevap teşkil edecek partiydi. Menderes’in zuhuru, o kadronun daha sonra ortaya çıkardığı bir sonuçtur.

Adalet Partisi’nin genel başkanı Gümüşpala idi. O öldükten sonra Demirel aday olduğunda Demirel’i kimse tanımıyordu. Bütün teşkilât Sadettin Bilgiç’in başkanlığına hazırlanmıştı. Ama Sadettin Bilgiç’in ne söylediği bile anlaşılmıyordu. Hitabeti hiç yoktu. Bütün çevre şartları elverişliydi, kendisi yeterli değildi. Demirel bu durumdan faydalandı. Bilgiç teşkilâtçıdır, samimidir; fakat genel başkan olma özelliklerine sahip değildi. Bazı çalkalanmalardan sonra, AP hareketi kendi liderini buldu.

Özal 1977’de MSP adayıdır. 1979’da 24 Ocak’ın teknik patronudur, 12 Eylül’den sonra da merkez sağın lideridir. Şartlar, arayışlar, kadro hareketleri, ‘Özal’ gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Bu medcezirler ortasında geldiğin yeri, kabiliyetin varsa koruyabilirsin; yok ise, ‘şartlar’ başka birini üretir. Ama ‘normal’ şartlar, ‘normalleşmeye ve tabiîleşmeye götüren’ şartlar.” [7]

“Demokrat Parti’nin Demokratını halk ‘demirkırat’ diye telaffuz ederdi. 27 Mayıs Darbesi’nden sonra kurulan Adalet Partisi, Demokrat Parti’nin misyonunu devam ettirdiği mesajını vermek için demirkıratın kıratını amblem olarak seçmişti. Türk siyasetindeki amblem hayvanlarının ilki böylece kırat olmuştur. Daha sonra, Cumhuriyetçi Güven Partisi’nin koçu, ANAP’ın arısı, Mustafa Timisi’nin Birlik Partisi’nin amblemi de aslandı.” [8]

“1950-1960 arasını düşünün! O zamanın CHP’si devletçi-seçkinci ‘halka rağmen halk için’ci, millî iradenin üstünlüğüne inanmayan ‘aydın’ zihniyetinin partisiydi. Böyle bir ana muhalefet partisi varken demokrasiyi yürütmek mümkün olamazdı. Marjinal bir parti de değil, 1950’de bile % 39,5 oy almış; 1957’de aldığı % 41… Aydınların % 90’ı kendisine bağlı.

Demokrat Parti ‘geldi, gelecek; bindirdi, bindirecek’ korkusuyla sırf ona sempatik görünmek için Milliyetçiler Derneği’ni kapattırdı, Millet Partisi’nin kapatılmasına zemin hazırladı, sağdaki birçok yayını susturdu, mevzuatı pekiştirdi, fakat (gene) yaranamadı. Ne yapsa yaranamazdı. Bocaladı, şaşırdı, panikledi. Tahkikat Komisyonu, tehditlere karşı ‘belki tehditten vazgeçerler’ çaresizliğiyle öne sürülmüş bir blöf teşebbüsüydü. DP, bile bile, göz göre göre gitti. Seçim tarihini ilân etseymiş kurtulurmuş! Üst üste 10 seçim kazansaydı bile kurtulamazdı. Çünkü ‘devletçi-seçkinci aydınların tahammülü 1957’de bitmişti. Ön plânın hurda teferruatını bırakın, arka plânı buydu.” [9]

“Altmışlı yıllarda ‘zinde kuvvetler şöyle istiyor’, ‘zinde kuvvetler karşı çıkıyor’ gibi haberler gazetelerde yer alıyordu. O zaman cuntalar dönemiydi; kafasına balyoz ineceği korkusuyla ‘kimdir bu zinde kuvvetler’ diye kimse soramazdı. Bir gün Turhan Feyzioğlu’nun hiç kızarmadan, ‘Zinde kuvvetlerin kim olduğunu bilirseniz, ayakta alkışlarsınız.’ dediğini gazetelerde okuduk.” [10]

“Gericilik ithamının Demokles’in kılıcı gibi başının üzerinde hep sallandığını bilen ve hisseden Demokrat Parti, bilhassa Ahmet Emin Yalman’ın vurulması olayından sonra, iktidarını tehlikeye sokmamak için, kendi sağındakilere haksızlık etmek durumunda kalıyordu. Böyle davranıldığı halde Menderes’in idam hükmünün gerekçesinde ‘gericilik’ tavsifine yer verilmiştir. Birçok 27 Mayısçı, hatıralarında, ‘Ezanın Arapça okunması darbe için yeterli sebepti zaten.’ diyebilmişlerdir. Menderes, Bayar’ın da etkisiyle Bölükbaşı’ya haksızlık etmiştir; ama Bölükbaşı’nın bilhassa 1957’den sonra temelinde haklı ve fakat sonucuyla mahzurlu tepkileri de olmuştur. ‘İktidarın zulmü ile milletin sabrı arasındaki denge bozulduğu zaman ihtilâl meşrû olur.meâlindeki çıkışını yapmamalıydı.

Aydın Menderes bir TV programında tarihî bir açıklamada bulundu; fakat fark edilmedi. Açıkladığı gerçek şuydu: ‘Millet Partisi ile Demokrat Parti’nin birleştirilmesi düşünülüyor. Görüşmeler yapılıyor ve son noktaya yaklaşılıyor. Lâkin ne oluyorsa oluyor, bu teşebbüs akim kalıyor.’ Aydın Menderes bu bilgiyi Ahmet Tahtakılıç’ın da teyit ettiğini söyledi. İşte asıl yapılması gereken buydu. Bölükbaşı ve arkadaşları 1957’den sonra Demokrat Parti’de yer alsaydılar, Menderes o kahredici yalnızlığından kurtulurdu ve 27 Mayıs olmazdı, olamazdı. Bölükbaşı bambaşka bir şahsiyet yapısına sahipti, artık o noktadan sonra ‘gericilik’ ithamı da geçerli olmazdı.

27 Mayıs felâketinin köklü mahiyetini herkes zamanla anladı. Bölükbaşı, Zincirbozan sıralarında, Demirel’in yanına o hüzünle koşmuştur. Milletçe yenik düştük.

27 Mayıs’tan sonra seçim yapıldı ve her türlü hazırlığa rağmen CHP’ye iktidarı vermemeyi, birkaç yıl sonra da tek başına iktidar çıkarmayı bu millet başardı. Cevap arayın, sivil toplumun ruhu o zaman mı daha canlıymış şimdi mi? Kendimizi aldatıyor gibiyiz. Tezahür plânını bir tarafa bırakın; ruhuyla, özüyle, temelleriyle, kültürel-fikrî-beşerî dokusuyla demokrasi Türkiye’de geriliyor. Bu millet 27 Mayıs’tan sonra bile, koskoca bir kadro A’dan Z’ye tasfiye edilmiş olmasına rağmen bugünkü kadar acze düşmemişti.” [11]

“1961 Anayasası, mükemmeldi de ne oldu? Cuntalar dönemini başlattı. Bir ülkede milletin seçtiği ve sevdiği bir başbakan (ve 2 bakan), bin bir zulümle asılıyorsa, ülke o noktada ise 1961’den daha mükemmelini bile getirmiş olsaydın da hiçbir şey ifade etmezdi.” [12]

“Türkiye’nin çok partili demokratik rejime geçiş kararını vermesi dış kaynaklı bir gelişme veya daha doğru bir ifadeyle ‘konjonktürel zorlama’ sonucunda gerçekleşmişti. 27 sene Türkiye’yi tek parti ile yönetmiş olan CHP’nin o günkü kurmayları ve önde gelenleri gerçekte Almanlara ve onların yönetim biçimi faşizme yakınlık ve sempati duymakla birlikte, savaşı demokrasi yanlısı müttefiklerin kazanması dolayısıyla çok partili hayata geçme kararı almak zorunda kaldılar. Buna Sovyet Rusya’nın Türkiye üzerinde beslediği ve hiçbir zaman gizleme gereği duymadığı askerî ve stratejik emelleri de eklenince, Türkiye için çok partili demokratik hayata geçmekten başka seçenek kalmamıştı. Kısaca sorun ciddî bir güvenlik sorunuydu. İşte bu şartlarda İsmet İnönü, 1946 yılında muhalif bir parti kurulmasına göz yummuş, hattâ kendisi bunu teşvik etmişti ki, böylece 7 Ocak 1946 günü DP resmen kurulmuştu.

Çok partili hayata geçiş kararını alanlar, uzun zamanlara yayılan bir vizyona sahip oldukları için mi buna evet demişlerdi yoksa ‘hükümler illete mebnidir, illet geri gelince hüküm de geri gelir’ yani zorlayıcı konjonktür değişince yine tek parti dönemine geçeriz, diye mi düşünmüşlerdi. Bu sorular hâlâ muallâkta duruyor. Şu var ki, CHP kanadının, DP’yi bir muvazaa unsuru gördüğünde hiç kuşku yok. Nitekim 27 Mayıs 1960 askerî darbesinin perde gerisindeki CHP’lilere göre, aradan geçen 10 sene ‘illeti geri getirmiş’, dolayısıyla, sistemi eski baskıcı formatına geri çevirme ihtiyacı ortaya çıkmıştı. ‘İhtilâlin şartları olgunlaşınca ihtilâl (meşru) olur.’

Öyle de olsa, DP’nin kuruluşu ve 14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidara gelmesi Türkiye’de çok köklü değişikliklerin olmasının önemli bir âmilidir. Bir görüşe göre 27 Mayıs İhtilâli’ne 14 Mayıs günü karar verilmişti. Sürekli DP yönetiminin aleyhine ‘antidemokratik karar ve tutum’ olarak istismar edilen ‘Tahkikat Komisyonları’, yönetim tarafından istihbar edilen bir darbe teşebbüsü ve bu yönde artık su yüzüne çıkmış bulunan hazırlıkları araştırma amacıyla kurulmuştu. Tahkikat komisyonları akamete uğratıldı ve 27 Mayıs’ta yönetime el konuldu. Askerî ihtilâl ve müdahalelerin arkası geldi. Açık modern veya post-modern müdahalelerle, hep ‘siyaset dışı güçler’ sivil siyasete müdahale etti. Demokrasi bu şekilde inkıtaa uğrasa da, her müdahale sonrasında ortaya çıkan gelişmeler, Türkiye’de geniş toplumsal kesimlerin bir daha tek parti yönetimine dönmeye istekli olmadığını göstermiş oldu.

Halen sürgit demokrasinin korunacağı yönünde herhangi somut bir garanti yok; eğer salt dış konjonktür belirleyici faktör işlevini görecekse, buna bel bağlamak yanıltıcı olur. Özellikle 11 Eylül’den sonra ve İslâm dünyasının genelinde yüksek demokratik taleplerle öne çıkan Müslüman toplumlardaki dip dalga ABD’nin başını çektiği küresel sistem tarafından bir ‘tehdit’ olarak tanımlanmaktadır. Büyük sistemin amacı Müslümanları ‘ötekileştirerek’ küresel sürecin dışına itmek, böylelikle kendine hegemonik meşruiyet alanları açmaktır.” [13]

DP’NİN MİSYONU

“Demokrat Parti 1950’lerde, ekonomisi tarıma dayalı, nüfusunun % 80’i kırsal kesimde yaşayan Türkiye’de, tahsildar ve jandarma baskısından bunalmış yoksul köylülerin sesi ve savunucusu durumundaydı. 1960’ların ve 1970’lerin Adalet Partisi, Büyük Türkiye sloganı altında sanayileşmenin savunucusu olarak, kırsal yapıdan kentsel yapıya dönüşmenin mücadelesini vermiştir. 1980’lerin Anavatan Partisi özgürlüklere açılımı ve serbest piyasa ekonomisine geçişi sağlamıştır. Aynı dönemde Doğru Yol Partisi demokrasiye geçiş sürecine başarıyla önemli katkılarda bulunurken, 1980’lerde merkez sağ ‘yeni kent yoksulları’nın sesi olma iddiasını kaybetmiştir. Bu durumun ortaya çıkardığı en önemli sonuç; merkez sağın, Demokrat Parti’den devraldığı ‘sistem karşısında mağdurların sesi olma’ şeklindeki tarihsel misyonun, kifayetsiz; ama aynı oranda da temsil zafiyetine uğratılmasıdır.” [14] 01.04.2013

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 02.04.2013 tarih ve 488 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

 

Ekrem YAMAN

Sinop Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com.tr

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr



[1] Ahmet SELİM, “Hiç Uymuyor,” Zaman, 27.06.2000, s. 4.

[2] Hekimoğlu İSMAİL, “Akıl ve Gerçek,” Zaman, 29.06.2000, s. 21.

[3] Ahmet SELİM, “Kahrolası Şiddet,” Zaman, 24.01.2000, s. 4.

[4] Ahmet SELİM, “Geçmişten Geleceğe…,” Zaman, 16.03.2000, s. 4

[5] Mustafa ÜNAL, “Eski Hal Muhal, Yeni Hal…,” Zaman, 14.05.2000, s. 13.

[6] Ahmet SELİM, “Çok İyi Oldu,” Zaman, 29.05.2001, s. 4

[7] Ahmet SELİM, “Arayışın Doğrusu,” Zaman, 31.05.2001, s. 4.

[8] Beşir AYVAZOĞLU, “Bozkurt,” Zaman, 26.06.2000, s. 14.

[9] Ahmet SELİM, “Aydınlar ve Siyaset,” Zaman, 07.08.2000, s. 4.

[10] Mehmed Niyazi ÖZDEMİR, “Hukukla Yönetilmek İstiyoruz,” Zaman, 14.08.2000, s. 15.

[11] Ahmet SELİM, “Bir Başka Adamdı Bölükbaşı,” Zaman, 09.02.2002, s. 12.

[12] Ahmet SELİM, “Kendimize Gelelim,” Zaman, 10.02.2002, s. 13.

[13] Ali BULAÇ, “Cumhuriyet ve Demokrasi,” Zaman, 10.09.2002, s. 13.

[14] Gürcan DAĞDAŞ, “Türkiye ve Merkez Sağ,” Zaman, 26.01.2000, s. 15.