GAZİLER GÜNÜ’NÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ: 2

 

Gazi Kime Denir?

Gazi kelimesi, sözlükte “Hücum etmek, savaşmak, yağmalamak; din uğrunda cihad etmek” mânâsına gelen gazânın (gazve) ism-i fâili olup, savaşta başarı kazanan kumandanlara, hattâ hükümdarlara şeref unvanı olarak verilmiştir. Hz. Peygamber’in şehitlik ve gaziliğin faziletleri hakkındaki sözleri gaziliğin değerini arttırmış ve “ölürsem şehit, kalırsam gazi” düsturunun ortaya çıkmasına vesile olmuştur. İslâm fetihlerinde bu prensibin birinci derecede rolü vardır.

İslâmiyet’in yayılmasından sonra şehitlikle birlikte gazilik, neferden hükümdara kadar her savaşa katılanın almak istediği bir şeref unvanı olmuştur.

Bazı kaynaklarda unvan olarak geçen “Alp” kelimesi gazinin Türkçe karşılığı olarak kabul edilebilir. Türklerin İslâmiyet’e girmesinden sonra bazen “Alp gazi” biçiminde söylenen bu kelime, tasavvuf cereyanlarının tesiriyle “Alp eren” şeklinde de kullanılmıştır.

Anadolu’nun Türkleşmesinde ve fethinin tamamlanmasında dinî-askerî alp eren kuruluşlarının çok büyük rolü olmuştur.

Osmanlı padişahları bizzat katıldıkları seferlerde kazandıkları başarılar sebebiyle bazı yazarlar tarafından gazi unvanı ile anılmışlardır. Ancak daha sonra bizzat sefere çıkmasalar da kazanılan seferler dolayısıyla bu unvanla anılanlar da vardır. Sakarya Meydan Savaşı’ndan sonra 19 Eylül 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Mustafa Kemal’e Mareşal rütbesi ile birlikte gazi unvanı verilmesi de bu geleneğin bir devamıdır. Lâikliğin ve Soyadı Kanunu’nun kabulünden sonra bile gazi unvanının kullanımı devam etmiştir. Türkiye’de 1927’den beri her yıl düzenlenen “Gazi Koşusu” bu unvanla yapılmaktadır. Eski adı Gazi Eğitim Enstitüsü olan yüksekokul 1982 yılında Gazi Üniversitesi’ne dönüştürülmüştür. İstiklâl Savaşı’na katılarak İstiklâl Madalyası alanlara “İstiklâl Savaşı Gazisi” denmektedir. Aynı şekilde Kore, Kıbrıs ve Güneydoğu harekâtına katılanlar da bu unvanla anılır.

Gazâ ruhu ve gazilik Türk kültüründe derin izler bırakmış, gazi sadece unvan olarak değil isim olarak da kullanılırken bunun müennesi (Dişil) olan “Gaziye” de kadınlara ad olarak verilmiştir. Öte yandan şehir için de bu unvanın kullanıldığı dikkati çeker. Antep halkının İstiklâl Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık dolayısıyla bu şehrin adına gazi sıfatının eklendiği bilinmektedir.1

 

Gaziler Günü’ nün İhdâsı:

Gaziler Günü kutlamaları, 27 Haziran 2002 tarih ve 4768 sayılı 18 Mart Günü’ nün Şehitler Günü ve 19 Eylül Günü’ nün Gaziler Günü İlân Edilmesi Hakkında Kanun ve bu kanuna dayanılarak çıkartılan 24.08.2003 tarih ve 25209 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 18 Mart Şehitler Günü ve 19 Eylül Gaziler Günü’nde Yapılacak Törenler Hakkında Yönetmeliğin âmir hükümleri çerçevesinde yapılmaktadır.

Gayesi, 19 Eylül Gaziler Günü’nün anlam ve önemine uygun olarak bütün kamu kurum ve kuruluşlarının öncülüğünde, halkımızın ve sivil kuruluşların iştirâki ile coşku içinde anılmasını sağlamak için düzenlenecek törenlere ait esas ve usulleri belirlemektir.

Gaziler Günü’nün İhdâsındaki Manâ Nedir?

Asırlardan beri ferdî ve sosyal bünyemizde aşınmalar olmuştur. Ancak tamirde başarılı olduğumuz pek söylenemez. Türk milletine ait parçaları birer birer ihyâ ederek “bütün”e etki fonksiyonunu kazandırmak da pekâlâ her zaman mümkün olabilir. Gaziler Günü’nün kanunla ihdâsı bize unuttuğumuz değerlerden birini, gaziye saygı ve sevgi hasletimizi yeniden kazandırmaya vesile olacaktır.

Binlerce hikmet, sır ve muammâlarla dolu olan bizim tarihimiz, aydınlanmaya muhtaçtır. Birkaç aşiretten cihan imparatorlukları kuranlar dönüp baksalar karşılarında günümüzde her halde rahattan, cehaletten ve arzularına düşkünlükten yeterince kurtulamayan bir gençlik bulacaklardır. Dolayısıyla gençliğe sahip çıkıp değer yargılarımızın öğretilmesi gerekir.

 

Askerlik Pâyesi Yüksek Bir Pâyedir

Askerlik pâyesi yüksek bir pâyedir. Hakk’ın katında da, halkın katında da… Ona denk yüce bir topluluk ve gördüğü vazifeye denk yüksek bir vazife yoktur şu fâni âlemde… Yüklendiği iş itibariyle zaman onda başkalaşır, muammâlaşır ve bir “sır” haline gelir. Saati seneler sayılır askerin… Talimiyle, terbiyesiyle ve serhatlarda nöbetiyle…

Uhdesine verilen emanetleri görüp gözetmede onun gözü, sonsuzluk âlemini seyretmekle doymuş ve dolmuş bir göze denk tutulmuştur ve bu noktada eşi ve benzeri yoktur askerin.

Onu “vatanın bekçisi” diye anlatırlar. Bence ona topyekûn mukaddeslerin, mâzinin, kültürün, hürriyet ve emniyetin en emin muhafızı demek daha uygun olacaktır. Endişelerimiz onun mevcudiyetiyle yok olur. Huzursuzluğumuz huzura ve rahatlığa onun türküsüyle dönüşür.

Milletlerin ölüş ve dirilişinde büyük tesiri vardır askerin. Bütün kaynaşmalar, huzursuzluklar ve nihayet yıkılışlar onun kendinde olmadığı zamanlara rastlar ve kendine geliş ve diriliş ise askerin zinde ve canlı olduğu günlerde görülür. Çağlayanlar gibi akıp akıp gittiği, tepeleri düz, ovaları bereketli kıldığı günlerde…

Geçici bir kadirşinaslığı içinde Montesquieu, Türk milleti için “Bu millet olmasaydı tarih olmazdı” der. Asker bir millet olan Türk milleti için bu hüküm doğru, fakat eksiktir. Zira bu millet şahidi bulunduğu yüce âlem ve büyük dava uğruna tarihin de, medeniyetin de kurucusu ve koruyucusu olmuştur.

Askerin süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mâzînin tebessüm eden çehresini ve yıldırımlaşan kahramanlığını gördük. Eğer atik davranıp da yıllardan beri hazırlanan karanlık emellerin önüne geçmeseydi bütün bir millet olarak ağlamaktan başka çaremiz kalmayacaktı. [1]

 

Gazinin Nihai Hedefi Şahadettir!

İnsan bir yolcudur, ruhlar âleminden, ana rahminden, dünyadan, kabirden ve haşirden geçerek ebede gidecektir. Şehit ve gazileri ölüme gülerek çeken kuvvet, “Ebedî yurda hasret”tir. Gaziler dünyaya “o durağı” geçmeye geldiklerini bilenlerdir. Türk anası işte bu şuurla çocuklarını askere ve harbe uğurlarken “Ya şehit ol, ya gazi!” diye uğurlar.

 

Şehitlerin Hayatı

Birçok rivayetle ve hadise ile sabittir ki, şehitler kendilerini hâlâ bu âlemde bilirler. Ölüm ve ayrılık acısı onlara tattırılmamıştır. Şehitlerin seyidi Hz. Hamza’nın kendisinden yardım dileyenlere yardım ettiği, onların dünyaya ait bazı işlerini gördüğü meşhurdur. Şehitler, hayatın dördüncü mertebesinde yaşarlar. Allah (c.c.), hayatını hak yolunda feda eden şehitlere ikram olarak dünya hayatına benzer, fakat elemsiz bir hayat verir. Kabir ehli öldüklerini bildiklerinden saadetleri ve aldıkları lezzet şehitlerinkine yetişemez.

Hayatın birinci tabakası bizim hayatımızdır ki, zaman, mekân, ihtiyaç gibi çok kayıtlarla sınırlıdır.

İkinci tabakası, Hz. Hızır ve İlyas (a.s.)’ın hayatıdır ki, bir derece serbesttirler. Bir anda birçok yerde bulunabilir, mecbur olmamalarına rağmen, istedikleri zaman bizim gibi yiyip içebilirler.

Üçüncüsü, Hz. İdris ve İsa (a.s.)’ın hayatıdır ki, beşeri ihtiyaçlardan sıyrılmış, adetâ melekleşmiş bir tarzda, nuranî cesetleri ile semada yaşarlar.

Beşinci hayat tabakası, kabir ehlinin ruhanî hayatlarıdır. [2] 

Onları ölü zannetmeyiniz. Çünkü onlar diridirler! Şehitler bizim mahiyetini bilmediğimiz bir hayat ile yaşamaktadırlar.

“Allah yolunda öldürülenlere sakın ölü demeyiniz. Onlar ölü değil, diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz. [3]

“Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler. Allah’ın bol nimetlerinden kendilerine ihsan ettiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere kendilerine korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. [4] 

 

Teklifler

* Her şey yitirildiği yerde aranır; acaba biz kaybettiğimiz bütün değerleri yitirdiğimiz yerde arıyor muyuz?

Neslimiz en bunalımlı bir devreyi yaşamaktadır. Asırlarca devam ede gelen [5]terkedilmişlik, iç içe musibetler halinde onun devrinde meyve verdi. Yapılacak şey, özünden uzaklaştırılmış ve düşünce dünyasında tüketilmiş bir nesle, yeniden hayat iksiri aşılamak ve onu ruh yüceliğine ulaştırmak olacaktır. İşin doğrusu şu ki, neslimize yeterince el uzatamadık; hele gönülden asla… Doğruyu okutup sevdiremedik…

Osmanlı İmparatorluğu göçerken Macaristan, Bulgaristan, Malta, Rodos, Kırım, Yugoslavya, Polonya, Litvanya, Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Suriye, Irak, Arnavutluk, Katar, Bahreyn gibi irili ufaklı birçok tohum bıraktı. Bunların kimileri çürüdü, birkaçı da cılız birer ağaç olmaktan öteye gidemediler. İçlerinden sadece Türkiye’dir ki, tekrar “Koca çınar” olma istidadını göstermektedir. Ama mantarlardan kurtulup içinde bulunduğu bu çetin kışı atlatabilirse…

* Türk milletinde yeniden bir tarih şuurunun uyandırılması çok mühimdir ve son senelerin ibret ve felâketlerle dolu hadiselerinin arkasında da, hep bu idrâk edememe ve şuurdan mahrumiyet vardır.

* En seri şekilde insanımıza, kendi ruhu gösterilmeli ve kendi dünyasına menfezler açılmalıdır. Onda kendi mukaddeslerine hürmet hissi uyandırılarak, yabancı ve tahripkâr düşüncelere karşı reaksiyonu temin edilmelidir.

* Hizmetimize hazır kılınan akıl, kalp, ruh, muhakeme, iz’an, şuur, idrâk, arzu, iştiyâk, muhabbet, takdir, vicdan gibi ulvî ve insanî değerleri ters-düz edip egonun doymak bilmez iştihâsı uğruna, ölçüsüz kullanışlarla ulvî duygular dumura uğramış, körelmiş, insanımız iflasın eşiğine gelmiştir. Aslımıza dönüş reçetesi kaybettiklerimize yeniden sahip çıkmaktan ibarettir.

* Ayağına çarık, atına eğer bulamayan köy çocuklarının kısa bir müddet sonra Bizans ve Sasanî imparatorlukları karşısında boy gösterip onlara “dinlerini terk, cizye ve harp” gibi çıldırtıcı tekliflerde bulunmaları evvelâ bu dünyayı ikiye bölmüş imparatorluklar tarafından cüretli bir şaka olarak kabul edilmiş; fakat karşılarında gerilmiş yay gibi bir ordu görünce hepsi şoke olmuş ve harp meydanından sağa sola kaçışmışlardır. Bunun tek sebebi, bu insanların orduyu idare eden kumandanlarından üzerine örtmeye dahi elbise bulamayan sıradan bir nefere kadar, inançlarından gelen bir gerilimle hayatı hiçe sayıp hep birlikte ölüme koşmalarıdır. Bunun adı “ölürsem şehit, kalırsam gazi prensibi”dir.

Bir aşireti cihan imparatorluğu hâline getiren Osmanlı’nın sedâsındaki alev dünyayı -velveleye veriyordu. Ne zaman ki, o, bu gerilimi kaybetti, baş döndürücü bir hızla kazandığı zirveyi yine aynı hızla terk etti.

* İçinde bulunduğumuz asırda, nesiller arayış içindedir. Nesillere “verilmesi gereken”den ziyade bilgi hamallığı vazifesi verilmiştir. Bu vaziyet idealsiz bir neslin yetişmesine sebep olmuştur. Atış yapan askerlere belirli bir hedef gösterilmeden “ateş!” emri verilirse, herkes atışını rastgele yapacaktır. Hâlbuki hedefin tespitinde zaruret vardır. İnsan yüksek ideallerle yaşar. O yüzden insanımıza yüksek idealler aşılanmalıdır.

Unutulan benliğe, kaybedilen iradeye, hatırlanamayan mâzîye, ayaklar altına alınan düşünceye, sahip çıkılmayan gençliğe, dağılan aileye, tahakkuk ettirilemeyen adalete, tamir edilemeyen bunca hataya ve her şeye rağmen bizi biz yapan değerlerimize sahip çıkalım. Özümüze yabancıyız. Benliğimizle aramızda gurbetler var. Çünkü kendimizi yeterince tanımıyoruz. Biz neyiz farkında değiliz? Aç kalan ruhumuzun gıdasını bilemiyoruz. Olgun nesiller yetiştirmek için kültür, fazilet, iyilik duygusu ve ruh terbiyesi gibi değerlere ihtiyacımız vardır.

Şair ne güzel söylemiş:

Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer

“Gaziler yaptıklarıyla, diğer siviller bunların şerefli hatıraları ile yaşamışlardır.”

Şair diyor ki:

“Bayrakları, bayrak yapan üstündeki kandır,

Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”

Türk, doğuştan askerdir. Yüce Rabbimiz bu özelliği Türk Milletine vermiştir. Bunun içindir ki, tarihimiz hiçbir millete nasip olmayan eşsiz zaferlerle doludur.

Bugün bizler, vatan ve hürriyetimize, din ve devletimize, can ve mal güvenliğine sahip isek bunu vatan uğrunda canını feda etmiş olan şehitlerimize ve gazilerimize borçluyuz.

Vatanımızın ve milletimizin ebedî varlığını ve devletimizin bölünmez bütünlüğünü muhafaza etmek amacıyla ülkemizin her karış toprağına kanlarını akıtan şehit ve gazilerimizi dualarla anıyorum.

Atatürk’ün dediği gibi “Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamayı alışkanlık haline getirmiş milletler; evvelâ haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istikbâllerini kaybetmeye mahkûmdurlar.”

Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve Türk Devletinin bütünlüğünü muhafaza etmek amacıyla, ülkemizin her karış toprağına kanlarını akıtarak tarihimize altın sayfalar yazdıran, bu uğurda can veren aziz şehitlerimizin, gazilerimizin, harp ve vazife malûllerimizin dul ve yetimlerinin hâtırâlarını yüceltmek, mes’elelerini hafifletmek, şehitlik ve gazilik kavramının itibarını ve kutsallığını canlı tutmak ve bu kavramları yeni nesillere anlatmak, öğretmek ve bu ruhu aşılamak hepimizin aslî görevidir. 12.09.2011

 

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 26.09.2011 tarih ve 408 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com 

 

 

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com.tr

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr

[6]


1 Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.13, s. (443-445)

[1] Fethullah GÜLEN, Sızıntı

[2] Bediüzzaman, I. Mektup, I.Sual

[3] Bakara Sûresi 154 âyet

[4] Al-i İmran Sûresi 160, 170 âyetler