BAŞÖRTÜSÜ MES’ELESİNİN ÇÖZÜMÜ HÜRRİYETTEN VE DEMOKRAT OLMAKTAN GEÇER

 

Günümüzün önemli mes’elelerinden biri olan üniversitelerde uygulanan ve YÖK Başkanı’nın çözmeye çalıştığı başörtüsü yasağı konusunda Türk basınında yer alan önemli incelemelerden de istifa ederek konunun değişik cepheleriyle tahlilini yapmak istiyorum.

“Başörtüsünün ‘Bir bez parçası’ olmayıp; Kur’an’ın ve Peygamberimiz’in (S.A.V) açık emri, dinî bir vecibe ve Müslümanların tarih boyunca riayet ettikleri bir tatbikat olduğunu herkes iyi bilir. Bu tarzını hayatında yerine getirmek isteyen milyonlarca Müslüman kadın ve kıza ve bunların erkek akrabalarına kimsenin hakaret etme hakkı yoktur. Fikir serdetmekten öteye geçen her eylem açıkça bir hak ve hukuk ihlâlidir.

Konunun ikinci yönü ilke ile bağlantılı olarak bugünkü dünyanın insan hakları, hukukun üstünlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ve demokrasi konularında geldiği son nokta ile yakından ilgilidir. Bu nokta esasında İslâm’ın ‘Kişinin özel kanaate sahip olması ve bu kanaate göre inanması ve amel etmesi’ ilkesi ile örtüşme hâlindedir.

Şöyle ki; Fıkha ait bir konuda en üst derecedeki müçtehitler ve müftüler ne derse desin son tahlilde kanaat sahibi olacak olan, kişinin bizzat kendisidir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ‘Sen yine de kalbine sor!’ buyurmuştur. Demokrasilerin geldiği son gelişme noktasında ‘İnsan teki olan birey’ temel ve esas alınır. Bireyin kendine özgü inanç, kanaat ve düşünceleri onun kararlarını ve eylemlerini tayin eder. Laikliğin esası kabul edilen ‘din ve vicdan özgürlüğü’ bireyin nasıl inanıyor ve nasıl yaşamak istiyorsa, bu inanç, kanaat ve yaşama isteğini güvence altına alır. Hiç kimse bir başkasını kendisi gibi inanmadığı ve düşünmediği için aşağılayamaz, onun bir başkası tarafından kandırıldığını veya istismar edildiğini öne süremez. Bu noktaya kadar inmek ve müdahâle etmek toplumun tek, tek fertlerine kontrol mekanizmasını hâkim kılmak demektir.

Dikkat edilecek tek nokta, kişinin veya bir sosyal grubun kendilerine özgü inanç, kanaat ve düşüncelerini başkalarına zorla dayatmaya ve herkesi kendileri gibi inanmaya ve yaşamaya mecbur etmeye kalkışmasıdır. Hukukun üstünlüğüne riayet eden bir devlet bu temel çerçeveyi teminat altına alır ve hiç kimsenin din ve vicdan hürriyetine, şahsî kanaat ve hayat tarzına müdahâle etmez, müdahâle etmek isteyenlere de engel olur, olmalıdır. Din, mezhep, inanç, kanaat ve düşünce telkin etmek devletin işi ve vazifesi değildir.

Bu durumda temel alınan ilke ‘vicdanî kanaat’ olduğuna göre, yukarıdan, dışarıdan veya bir başkasından gelen dayatmalara karşı ‘vicdanî red’ de fert için temel bir haktır. Bütün insanlar bir şeye inansa bile benim vicdanî kanaatim farklı ise ve başkalarını benim gibi kanaat getirmeye mecbur etmiyorsa ‘vicdanî red’ hakkını kullanır, kanaatimi muhafaza eder ve bildiğim gibi yaşamaya devam ederim. Kanaatimin doğru veya yanlış olması bizatihi bu ilkenin kendisine hâlel getirmez. Kanaatimden dolayı kimse beni kınayamaz, aşağılayamaz, küçük düşüremez, bana ceza vermeye kalkışamaz.

Siyaset bilimi, siyasî kültür ve çoğulcu demokrasi konusunda zihin yoran ve fikirler ortaya koyan bilim adamları filozof ve yazarlar ‘vicdanî red adını verdiğimiz bu ilkenin temel bir hak olduğu konusunda ittifâk etmektedirler. Bu temel ilkeye saygısı olmayanlar demokrat kabul edilmezler, tam aksine insan hakları düşmanı görülürler ve bunlara karşı kamu yönetiminin korunması gerektiği yönünde uyarılar yapılır.” [1]

“Batı’daki hiçbir üniversite ne öğretim üyelerine ne de öğrencilerine başörtüsü yasağı uygulamıyor. Üstelik böyle bir yasak bilimle bağdaştırılamadığından apsürt olarak algılanıyor. Başörtüsü, eğitim sistemimizde kronik bir mesele olmaya devam ediyor. Sıradan bir deyişle sürekli kanayan bir yara! Gencecik insanların, geleceklerine ilişkin umutlarını yerle bir eden, onları inançları ile gelecekleri arasında trajik bir seçme yapmaya zorlayan, acıları ve mutsuzlukları, değiştirilmez bir alın yazısı gibi dayatan bir yara bu! Başörtülü oldukları için üniversiteye alınmayan, öğrenim özgürlüklerine yasaklar konan insanların berhava edilmiş hayatlarından söz ediyorum.” [2]

Türkiye’de üniversite ve imam-hatip liseleri idarecilerinin mes’ele olarak Türk Milletinin önüne koyduğu başörtüsü yasağı polise, jandarmaya, TBMM’ne, Diyanet İşleri Başkanlığı’na ve ailelerin üzerine yıkılarak çözülemez. Bu söz de bir sorumsuzluktur. Bu milletin yeterince sıkıntısı vardır. Yeni, yeni dertler ortaya koymamak lâzımdır, çözüm hürriyetten geçer. Eğitim hakkını ihlâl etmeyen insanları hür iradeleri ile başa baş bırakmamız lâzımdır. Aksine zorlamalar devleti taraf yapar. Devletin milletle arasını açar. Devlet millete mesafeli olunca vatandaşın devlete güvensizliğinin sonucunu yok etmek üzere Dünya Bankası ve IMF’nin kapılarında daha çok bekler, onlardan medet umar, borç para alacağız diye hayli ezilir büzülürüz. Bu memlekette yeterince para vardır. Ancak vatandaş hükûmetine güven duymayınca parasını bankalardan alır, evindeki ve işyerindeki kasasına kitler. Sermaye düşmanlığı ve sermeyenin rengi tartışmaları ile Türkiye’yi çınlatırsanız yerli büyük sermayeyi yurt dışına yatırım yapmaya icbar etmiş olursunuz ve neticesine de dün olduğu gibi katlanırsınız. Demokratik hiçbir standarda riayet etmeyen tutumu ile ve insan hakları alanında açıkça yaptığı ihlâllerle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde devamlı olarak yargılanan ve tazminatlar ödeyen bir devlet demokratik dünyadan rağbet göremez.

İnsanımız kalbinden geçen sevgilerin nedenini, zihnini bulandıran düşüncelerin niceliğini, dış dünyada olup biten olayların gerçeğini anlayamaz hâle düştü. Politikacının dilinden de aradığını bulamaz oldu. Dil, insanın hakikî yankısını dışa aksettiren bir aynadır. Bırakın bu millet hakikatleri konuşsun. Konuşmasının önündeki engelleri kaldıralım. İnsan avına çıkmış bir zihniyetin hâkim olduğu üniversitelerle mi bu millet bir şeyleri öğrenecek? Üniversitede başörtüsü dışında her şey serbest! Dün yapıldığı gibi gizli kameralar ve güvenlik şeritleriyle mi çağdaş üniversiteyi getiriyoruz? Sanki korku filmlerinin setine çevrilen üniversitelerde insanlar birbirlerini niye kontrol edip duruyorlar? İç ve dış düşman aradığımız her yerde karşımıza ‘Global Rekabet’in çıktığını üniversite bize göstermelidir. Gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermenin yolunun daha çok üretmekten, insanlara meslek ve ekmek parası kazandırmaktan geçtiğini söylemelidir. ‘Made in Türkiye’ etiketli ürünlerin uluslar arası pazarlarda ilk etapta bıraktığı ‘ucuz ve güvenilmez’ etkisinin giderilmesinde bu memleketin ilim adamlarına vazife düşmüyor mu? Uluslar arası üne sahip kaç markamız olduğunu hiç merak ettiğiniz mi?

Günün birinde çözülsün diye icat edilen şâheser problem: Başörtüsü meselesi! [3]

Başörtüsü yakıcı bir unsurdur, bazı çevrelerin husumet aracına dönüşmüş bulunmaktadır.

Başörtüsü mes’elesinde devletin sosyal bilimden ne kadar istifade ettiği konusunda kim tatminkâr bir izâhta bulunabilir? On üç-on dört yaşındaki sabi-sıbyanın sokak ortasında başörtüsü olduğu için itilip kakılması, hakarete uğraması ve modernleşme projesinin en büyük ayağını teşkil eden “devlet denetimindeki resmî eğitim süreçlerinden” alıkonulması hangi ilmî tutumun eseri olabilir? Bu gibi kışkırtmaların daha sonraları nasıl büyük fitne ve felâketlere yol açtığını bizim neslimiz def’alarca seyretmiş ve sıkıntısını yaşamıştır.

Başörtülü öğrencilere dün reva görülen muamelenin akılla, mantıkla, bilimle, laiklik ve hukukla hiçbir alâkası yoktur, buna rağmen ajitasyon adım, adım tırmandırılmıştır.

Temkin ve sağduyu yine bize düşecek! Bu ülkenin aslî unsurunu teşkil etmenin Türk ve Müslüman olarak bedeli de bu işte!

Türk demokrasisinin yıllardır siyasetçilerinin dilinden düşmeyen problemlerinden biri olan başörtüsü konusunda yazar Gülay Göktürk’ün yaptığı tespitler kayda değer:

“ (…) Bir türlü çözülemeyen türban krizinin altında, devletin başı açık olmayı normal, örtülü olmayı anormal sayması ve bu normu bütün topluma dayatmaya çalışması yatıyor.

Devlet önce kadınların başının açık olmasına ‘normal’ diyor. Sonra bunu veri kabul ederek mantık yürütüyor. Bu normalden sapma gösteren başı örtülünün, vatandaş önünde tarafsız bir imaj veremeyeceği için memuriyet yapmasını yasaklıyor.

İşin garibi bunu, kadınların başını örtmesinin son derece normal sayıldığı bir toplumda yapıyor.” [4]

“Türban ya da başörtüsünün İslâm’ın siyasîleşmesi ile ne bir bağlantısı vardır, ne de bu konuda bir konvansiyon veya uzlaşma! Eski bir Mecelle kuralıdır: Beyyine külfeti müddeiye düşer! Dolayısıyla, türban veya başörtüsünün siyasî İslâm’ın simgesi olduğunu ispatlamak, onun ‘siyasî simge’ olduğunu iddia edenlere düşmektedir ve bugüne kadar hiç kimse bu bağlamda bir delil öne sürmemiştir. Türban veya başörtüsünün siyasî İslâm’ın simgesi olduğunu iddia edenler tesettürlüler değil, tam tersine tesettüre karşı olanlardır!

Türban veya başörtüsü Müslüman kimliğin kamusal alanda ‘görünür’ olması ve ‘tanınma’sı konusundaki isteğini dile getirir.

Yasa koyucular bu alanda oyunu kuralına göre oynamıyorlar: türban ya da başörtüsü bir ‘siyasî simge’ ise, bırakınız taksınlar; böylece onları daha kolay gözetlemiş ve denetlemiş olursunuz! Yok, eğer ‘siyasî simge’ değilse, o zaman da yasaklamanın hiçbir dayanağı olamaz.

Görünen o ki, türban ya da başörtüsü konusundaki yasaklamanın ne tarihî ve ideolojik ne de semiyotik bir meşrûiyet gerekçesi var.” [5] diyen yazar Hilmi Yavuz, Gülay Göktürk ile benzer fikirler ortaya koyuyor.

Devlet 28 Şubat Süreci’nde birilerinin batırdığı bankalardan çalınan trilyonların hesabını bile doğru dürüst tutamazken başörtüsü ile kimse daha fazla kavgalı olmamalıdır.

“İmam-Hatip Liselerinin, Kur’an kurslarının kapatılmasını, başörtülü kızların üniversiteye sokulmamasını, İmam-Hatip ve İlahiyat Fakültelerindeki başörtülü kızların başının açılmasını, aksi takdirde okulu terk etmelerinin istenmesini hangi cumhuriyetle, hangi demokrasi ile ve hangi laiklikle izâh edebilirsiniz?” [6]

Başörtüsü mes’elesi hakkında “Anayasa Mahkemesi, hüküm maddelerine baktığımızda, böyle bir ‘lazım-ül icra’ kararı zaten vermedi, veremez! İptal gerekçeleri ise kavram kargaşalığından başka bir şey değildir. Laikliğin bu şekilde anlaşılması, Türkiye’nin en büyük talihsizliğidir!

YÖK Kanunu’nun 17. maddesini değiştirmek, güvenilmez sonuçlar doğurabilir. Buna dikkat etmek gerekir! 367 fetvasını veren eski silâhşörlerin şapkalarında hep bir tilki vardır! Gerginlik mes’eleyi kuma gömer, çene altı zırvalıkları büsbütün anlamsızdır!

Eğer, Batı giyim tarzı bir moda olarak gelse idi, yani devrimcilikle dayatılmasa idi, bunlar yaşanır mı idi? Bunun için çıkartılan Şapka İktisası Kanunu niye uygulanamıyor? Kanadoğlu, Sezer, Altaylı, Özkan’a, ‘Sen nasıl olur da şapka giymezsin’ diyecek bir babayiğit yok mu, bu ülkede? Yoksa hepiniz yeteri kadar devrimci değil misiniz?” [7]

Bu konunun müzakeresi basınımızın arşivlerine çok değerli tahliller kazandırmıştır.

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 20.12.2010 tarih ve 374 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

 

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr 


[1] Ali BULAÇ, “Bez Parçası,” Zaman, 10.10.2000, s. 15.

[2] Hilmi YAVUZ, “Başörtülüler ve Söylemler,” Zaman, 15.2.2002, s. 13.

[3] Ahmet Turan ALKAN, “Çözümsüzlük Mühendisliğinin Sonu,” Zaman, 28.5.2001, s. 3.

[4] Gülay GÖKTÜRK, “Normal Nedir; Sebepleri Nelerdir?,” Sabah, 24.10.2000.

[5] Hilmi YAVUZ, “Türbanın Semiyolojisi,” Zaman, 27.10.2000, s. 15.

[6] Hekimoğlu İSMAİL, “Türkiye’de Politika,” Zaman, 11.1.2001, s. 21.

[7] Engin KARDAŞ’ın haberi, “Manşetlerde Petrol Kokusu,” habervaktim, Faik TARIMCIOĞLU’nun görüşleri. Metindeki “Made in Türkiye” ibaresi şahsî tercihim olarak kayda geçirilmiştir (E.Y.).