DEMOKRASİ NEDİR?

Demokrasi, insanların ve milletlerin mutluluğuna hizmet eden bir araçtır. Demokrasinin realitesi de vardır, idealleri de; araçları da vardır; gayeleri de; âmilleri de vardır; eserleri de; sebepleri de vardır; sonuçları da… Demokrasi insan içindir. [1]

Bir devlete sahip olan toplum, siyasî toplumdur. Demokratik siyasî toplum, seçilmiş sivil siyasî iktidarlar tarafından yönetilen toplumdur. Bu, temsilî demokrasinin kestirme ifadesidir. (Batı demokrasilerine) bu yetmiyor. Lâkin (Türkiye gibi demokrasiyi henüz bütün müessese ve kaideleriyle yerleştirememiş ülkelerin) önce bu merhaleyi halledip etmediğinin düşünülmesi gerekir.

Batı, siyasî iktidarın sivilleşmesinden sonra, siyasî olmayan sivil alanların da katılımcılık yönünde demokratik bir örgütlenme gücüne ulaşmasını istiyor. Yâni; demokrasinin demokratik siyasî örgütlenme halinde temsilî bir noktada kalmasıyla yetinmiyor; onu, siyasî olmayan demokratik müesseseleşmelerle katılımcı bir zenginliğe kavuşturmanın yollarını arıyor. Baskı gurubu kavramının ötesinde yeni açılımların imkânlarını yokluyor. [2]

“Anayasa Hukuku’nda Cumhuriyet ‘devletin şekli ile ilgili bir kavramdır. Şekillenme, muhtevayı (rejimi) muayyen istikamette yönlendirir. Cumhuriyetin yönlendirme zarureti demokrasidir. Gelişme şartları bakımından Batı’da da demokrasi Cumhuriyet’le aynı anda (merhalede) gelmiş değildir. Ama gelişme şartlarının özü, kronolojik farklar ve tarihî özellik farkları ne olursa olsun, bir muhteva beraberliğini yansıtır. Cumhuriyet demokrasinin zaruretidir, demokrasi Cumhuriyet’in (ulaşılması gereken) idealidir. İdeal, kendi gerçekliğini yaşaya yaşaya tekâmül etmeyi gerektiren bir ufuk yolculuğudur. Olup bitmez; tezahür eden realitesinin sürekli değişmesi ile daimî olarak yaşar. ‘İdeal’ plânındaki demokrasi, yeni meseleler karşısında nasıl bir müşahhas değişimin gerekli olduğunu düşünmek şuurundan ayrı tutulamaz. En hassas mesele, bu şuurun zedelenmemesi (veya) sönmemesidir.” [3]

Demokrasinin dünyanın hemen hemen her yerinde yaşayan herkesi tatmin edecek tek bir tarifinin olduğunu sanmıyorum. “Çünkü demokrasinin tek bir unsuru yoktur. Sözgelimi; özgürlük, eşitlik, kardeşlik kavramları demokrasinin en yaygın bilinen tanımını kapsar. Demokrasiden söz edebilmek için üç unsurun bulunması gerektiğini düşünüyorum: İktidar mutlak olmayacak, özgür seçimler yapılacak ve belki de en önemlisi, yurttaşlar gerçekten temsil edildiklerine inanacaklardır.

Bir Cumhuriyet yönetiminin demokratik olması gerekmez. Meselâ tarihte Venedik oligarşik bir cumhuriyetti. Cumhuriyet binanın ilk katıdır, diğer katların inşa edilmesi gerekir. Tek başına cumhuriyet fikri tutuculaşır.” [4]

“Cumhuriyet demokrasi ile mânâ kazanır. Demokrasi de hukukun üstünlüğünü beraberinde getirir. (Bu esaslar üzerine kurulmuş) böyle bir sistemde (hukukun üstünlüğü ve herkese eşit uygulanması esasının dışında hiçbir zümrenin veya grubun jakobenliğine, üstünlüğüne) yer yoktur; (toplum içinde) eğitim ve kültüre dayalı bir gelişme vardır.” [5]

Bir başka tarifi şöyle yapabiliriz: “Demokrasi, sandığın hükmüne razı olmaktır. (Ancak) demokrasinin mevcudiyet ve var oluş şartları (tamamen hazırlanmalıdır) vardır.” [6]

Bilindiği üzere “Demokrasi kapitalizmin taleplerine ve ihtiyaçlarına göre şekillendi. Şüphesiz ki, kapitalizmin doğmasına yol açan liberal düşünceler demokrasinin de temel düşünceleridir. Fakat bir noktadan sonra, kapitalizm maddî ilimlerin ve sanayinin güçlenmesine paralel olarak, kendi doğuşunun ilkeleriyle de (ters düşen) ve insanı unutan tatbikî mâhiyetiyle ön almış, yozlaştırıcı tesirler ortaya koymaya başlamıştır.

Duverger, A. Carrel, Pirene ‘kapitalizm demokrasiyi zorluyor.’, ‘demokrasi kapitalizmin şamar oğlanıdır.’ diyor.

Kapitalizmin ‘tabiî nizam’la başlayan teorik kökünde ve ona bağlı çalışma modelinde Hıristiyanlık vardır. Fakat bütüne bakarsanız, Hıristiyanlığa dayanmanın yerini ‘Hıristiyanlığı istismar etme’nin aldığını görürsünüz.

Batı diyalektiğinde, demokrasi burjuva kültürünün ve mücadelesinin eseridir. Bir ülkede ne kadar kapitalizm varsa, o kadar da demokrasi vardır! Ama bu, göründüğü kadar basit bir münasebet değildir. Ardında büyük bir trajedi yatar.

Gerçek demokrasiyi, feodaliteden geçmediğimiz için horlanan ‘biz’ler geliştirebiliriz. Çünkü başkalarının düşünme şansı yoktur. [7]

“Demokrasinin somut görünümü yönetim biçiminde ortaya çıkar. Ama demokrasiyi düşünürken asıl vurgu, ‘insan’ üzerinde toplanmaktadır. Cazibesi belki de bu yüzden eksilmiyor. Yokluğunda, eksikliğinde, hattâ imkânsızlığında bile (yâni insanların müşahhas olarak hayrını görmediği durumlarda) cazibesini kaybetmeyen demokrasiyi öne çıkaranlar ‘devlet’ şemasında insan varlığına fazla atıfta bulunuyorlar.

Ferdi, bürokraside tarif edildiği anlamıyla ‘vatandaş’ yapma, yâni siyasî merkez etrafında örgütlenişine zemin hazırlama çabası, bugüne kadar demokratikleşmeye en önemli katkı biçimlerinden biri olarak görüldü.” [8]

Batı’daki uygulamasıyla gördüğümüz gibi “Demokrasinin temelinde farklılıklara tahammül,
hattâ farklılıkları zenginlik görme ve paylaşma düşüncesi vardır.” [9]

1876 yılından beri yaşadığımız demokrasi mücadelesi içinde “Şu gerçeği kafamızı duvarlara çarpa çarpa öğrendik. Demokrasi ancak sivil, örgütlü bir toplumda mümkündür. Sivil inisiyatifleri tehlike olarak görüp faaliyetlerini kısıtlamaya çalışanların asıl gayeleri demokrasinin önünü kesmektir (şahsî saltanatlarını devam ettirme gayretidir).” [10]

“Demokrasiyi diğer bütün rejim şekillerinden ayıran en karakteristik özelliği, bu rejimde devletin hukukun üstünlüğüne riayet eden salt bir siyasî örgüt olmasıdır. Devlet kamu düzenini, kamu yararını, kamu güvenliğini korur; ama bunun yanında bireyin temel hak ve özgürlüklerini de korur.” [11]

“ ‘Yasakçılar’ tarihe not düşemez. Zaman, o kara notları, suyun kumdan kuleleri yıktığı gibi silip atıverir.” [12]

“Türkiye’de bazı marjinal gruplar dışında Cumhuriyet muhalifi yok ve devlet kolluk kuvvetleriyle her zaman bu grupları kontrol edebilecek güçtedir. Birtakım bahaneler icat ederek bütün halkı baskı altında tutmak, olsa olsa bu küçük grupların güç kazanmasını sağlar. Hâlâ kuruluş devrindeki korkuları seslendirmek abestir. Demokrasinin, eksikli de olsa, nimetlerinin tadına varmış Türk milletinin kendi iradesi dışında bir irade tarafından –ne adına olursa olsun- yönetilmeye razı olacağını düşünmek, bu toplumu hiç tanımamaktır. Birileri, ya açık toplumu kendi rant düzenleri açısından tehlikeli görüyor ya da Cumhuriyet’in gücü ve başarıları hakkında derin şüpheleri var.

Cumhuriyet eğer tehlikedeyse, bu tehlikeden kurtuluşun tek yolu, aslında hürriyetsizlikten başka bir şey olmayan ‘disiplinli hürriyet’ değil, cumhuriyeti demokrasiyle buluşturmaktır. Başarısızlıklarına kılıf hazırlayan siyasetçiler, halkı iktidarlarına ortak olarak kabul etmek istemeyen hantal bürokrasi ve onları destekleyen rantçı sermaye, demokrasiden ölesiye korkuyor.” [13]

“İlber Ortaylı’nın dediği gibi, herkes kendi demokrasisini kendisi kurar. Öyle tensiple, lütufla yahut zorla, demokrasiler ne gelir ne giderler.” [14]

“Yassıada’dan İmralı’ya infaz için götürülürken, Fatin Rüşdü, o anda o teknede, Avrupa Ortak Pazarı’nı konuşuyordu! Hâlbuki onun o infaz teknesinde bulunuşu, Ortak Pazar’a ‘sıhhatli’ şartlarda girmememiz içindi.

Demokrat Parti’nin Cezayir’e karşı Fransa’yı tuttuğu hâlâ söylenir. Hâlbuki Cezayir’e fiilen silâh yardımında bulunduğu Semih Günver’in açıklamalarıyla sabittir. Ama yok böyle bir şey hafızamızda!” [15]

“Bugün, 1950’lerin demokrasisinden daha ileri bir demokrasiye sahip olduğumuza inanmıyorum. Sayısız mukayese örnekleri sıralayabilirim… 1954’de; mafya yok, enflasyon yok, işsizlik yok, şiddet yok, bürokrasinin kapıları önünde sürünmek yok, bölücülük yok. YÖK yok, üniversite muazzam bir ağırlığa sahip, CHP’nin tek parti olma döneminden kalma imtiyazlarını elinden almak gibi meşru ve hukukî bir tasarrufa karşı dahi büyük tepkiler gösterilebiliyor, tepeden gelen herhangi bir baskı hissedilmiyor, torpil-rüşvet-yolsuzluk (iddialar hilâfına) yaşanmıyor, lise mezunları bile intelektüel ‘saygınlık’ muamelesi görüyor, halktan gelen hiçbir hazımsızlığa ve hürriyet sû-i istimâline rastlanmıyor, 1954 yılında seçim yapılınca millet yüzde 57 oy oranıyla bir partiyi tekrar kazandırıyor, Meclis yeniden teşekkül ediyor, cumhurbaşkanı seçiliyor, hükûmet belirleniyor. Gerektiğinde iktidar partisinin milletvekilleri kendi hükûmetinin bütün bakanlarını tek tek istifaya mecbur edebiliyor, başbakan kendi grubunun milletvekillerinin ancak gönüllerine ve duygularına hitap ederek kurtulabiliyor… Siyasete ilgi var, siyasetin ağırlığı ve müessiriyeti var.

Kıyasın nirengi noktalarını ve zaman-zemin parametrelerini iyi tespit edebilirsek, ‘temel ölçüler’ itibariyle, demokrasimizin geliştiğini söyleyemeyiz. ‘Gelişti de yetmiyor’ değil, gelişmedi. Gelişseydi, yeterli de olurdu.” [16]

“Demokrasi nedir, lâiklik nedir? Yüzlerce tarif vermek mümkün! Fakat aslolan; bu kavramların tarihî gelişim süreci içindeki inkişaf safhalarını ve istihale merhalelerini, bugün vardıkları sonuçlarla beraber, bir bütün olarak aydınlatmaktır. Hem bir kavramın kendi bütünlüğü hem de kavramlar arasındaki münasebetlerin bütünlüğü kavranmak gerekir. Aksi halde komprime tarifler hiçbir işe yaramaz; belki slogancıların iştihasını arttırır.

İzah yapılmazsa yorumlama hakkı da doğmaz. Bilinenler vuzuha kavuşmalı ki, ‘bana göre böyle’ deyip yeni bir katkıda bulunman söz konusu olabilsin. İzah yerine keyfî tarifleri ikame edersek düşünce tarihi karanlığa gömülür, tam bir kavramlar kargaşasında kimin hangi sözle neyi murat ettiği anlaşılamadan herkes konuşur kimse dinlemez.

Lâiklik, kendisi için dinde meşruiyet ve referans arama ihtiyacını kabul etmez; onun nazarında çeşitli inançlara bağlananlarla ateistler arasında da bir fark yoktur. Buna mukabil lâiklik dinlerin muhtevalarıyla ilgili mahiyet belirlemesi yapma hakkına sahip değildir; muhtevaları ne olursa olsun, lâiklik her inanca ve inançlar hakkındaki her tavra, her yoruma, kendi demokratik hukukunun ölçülerini uygulamak durumundadır. Felsefesi budur. Daha doğrusu felsefî kaynağı budur.

Her içtimaî kavramı kendi tarihi tarif eder; fakat bu komprime değil, muvazzah bir tarif olur.” [17]

“1960’lı ve 70’li yıllarda sol fırtınası hâkimdi.

1980’li yıllarda ve sonrasında, liberalizmi keşfettik! Aslında keşfedilen bir şey yoktu ve Batı’nın (daha doğrusu Kapitalizmin) bazı arayışları vardı; biz taklit tercümesiyle öyle aktardık.

Sol bugün Nazım Hikmet romantizminden ibarettir. Nostaljisinden de diyebilirsiniz.

Andre MAUROİS’nın şu sözü üzerinde biraz hafıza yoralım:

‘Hürriyet, kendiliğinden var olan veya lütfedilen bir hak değil, güç kazanılan ve her gün yeni fetihlerle yeniden sürekli kazanılması gereken bir liyakat ve sorumluluk imtihanıdır.’” [18]

“Dünyanın her yerinde demokrasiye bedeller karşılığında kavuşulmuştur. Bizde ise dünyanın şartlarından dolayı, San Francisco’dan gelen direktifle, iane olarak verildi. Nasıl ter dökülmeden elde edilen her şeyin değeri bilinmezse, biz de demokrasinin değerini bilmiyoruz. Aksini iddia eden varsa, demokratik rejimin vazgeçilmez temelleri sayılan partilere baksın; hangisinde demokrasinin kuralları işliyor? Ama biz her ne pahasına olursa olsun, bu ülkede sağlıklı bir demokrasiyi yerleştirmeye mecburuz. Türkiye’nin durumunu ve dünya dengelerini göz önüne getirirsek; demokrasi, bizim için sadece basit bir rejim değildir; o bize ekmek kadar, su kadar lâzımdır. Bunun için ödenen her bedel saygıya lâyıktır.” [19]

“Demokrasi, bir halk idaresidir. Doğrudan şekli modern zamanlarda uygulama sahası bulamasa da, dolaylı veya temsilî şekliyle uygulanmaktadır. Fakat denilebilir ki, onun dolaylı şekli İslâm’ın ilk döneminde, Dört Halife devrinde, bilhassa Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) zamanlarında Medine’de uygulanmıştır. Hatta peygamber olması halkın kabul veya reddine bağlı olmamakla birlikte, idareci olarak Medinelilerin biatını aldıktan sonra buraya hicret buyuran Efendimiz (s.a.v.) zamanında da uygulanmıştır. Bu dönemlerde, toplumu ilgilendiren hemen bütün kararlar istişare neticesi alınmış, bir yere tayin edilecek valiler bile halkın tasvibine arz edilmiş, bugünkünden çok daha öte bir denetim mekanizması işletilmiştir. Dolayısıyla, İslâm’da idare şekli bu yanıyla demokrasiden daha öte olduğu gibi, aynı zamanda, bir cumhuriyettir de. Yani, orada cumhûrun, çoğunluğun, sevâd-ı a’zamın reyi söz konusudur, krallık ve hükümdarlığa İslâm’da yer yoktur.

İslâm’da, bilhassa ilk dönemde kâmil mânâda, daha sonra Ömer bin Abdülaziz gibi halifeler döneminde kemâl derecesine yakın şekliyle uygulandığı üzere, demokratik veya cumhurî idarenin bir de hak ve özgürlükler yanı vardır. Hz. Ebubekir, ilk halife seçildiğinde hepimizin bildiği şu konuşmayı yapar: ‘Ben tâbî olduğum esaslardan, yani Allah ve Rasûl’ünün iradesinden ayrılmadığım müddetçe bana itaat edin, ayrılırsam bana itaat etmeyin.’ Bu ifade, onun müstebit olmadığını, hukuka, bir üst nizama tâbi olduğunu, dolayısıyla İslâm’da idarenin ne fert, ne bir zümre, ne de daha başka güçlerin keyfî karar ve tercihlerine bırakılmadan, tam bir hukukî idare olup, tamamen kanun üstünlüğüne dayandığını ortaya koymaktadır.

Yukarıda ifade edildiği gibi, İslâm, bütün halka tam bir denetim hakkı tanımıştır. Hz. Ömer, bir hutbesinde Hz. Ebubekir’in sözlerine benzer bir ifadede bulunduğunda, daha cümlesini tamamlamadan, cemaatin en zayıf yapılısı bir zat kılıcını gösterir ve ‘Sen saparsan, bununla seni düzeltiriz.’ der. Hz. Ömer, ne o zatı azarlar, ne yerine oturtur, ne de hakkında soruşturma açtırır. Bunun yerine, halkı içinde böyle insanların olmasından dolayı Allah’a hamd eder. İslâm’ın tam yaşanamadığı dönemlerde belki bu seviyede demokratik ve cumhurî bir uygulama her zaman görülmemişse de bazılarının yanlış uygulamalarının İslâm’a mal edilemeyeceği açıktır.

Bugün Türk halkının çok büyük bir çoğunluğu Müslüman ve cumhuriyetle yönetiliyoruz, demokrasiyle yaşıyoruz. İyi ve iyi yetişmiş insanların idaresinden kim ne zarar görür? Cumhuriyet ve demokrasi, İslâm’a, İslâmî düşünceye, İslâm’ın yaşanmasına müsait zemin teşkil ederler. Bunları Müslümanlığa bütün bütün ters görmek yanlış bir yorumdur, yanlış bir yaklaşımdır.

Ancak keşke daha olgun, daha gelişmiş bir demokrasi olsa! Bugün Batı dahi, ‘Biz demokraside ulaşılacak noktaya ulaştık’ demiyor. Türkiye, ‘Biz daha bu işin eşiğindeyiz’ diyor. Yani demokrasi henüz nihayete ulaşamamış; eşiği aşma mülâhazası taşınıyor. Bugün demokrasi dünyanın yöneldiği sistemdir; ama hâlâ rötuşlanıyor, kendini bulmak için kabuk atıyor. Demokrasinin de değişik türleri var; sosyal demokrasi var, Hıristiyan demokrasisi var, totaliter demokrasiler var, liberal demokrasiler var. Çok da istismar edilen bir sistem ve bir kavram demokrasi! Meselâ, tek parti idaresine dayandığı ve tamamen totaliter bir karakterde olduğu gibi, bir zaman Demir Perde ülkelerindeki idarî şekillere de ‘halk demokrasisi’ deniyordu. Baştakiler, halk adına idareyi ellerinde tuttuklarını iddia ediyorlardı. Şu halde, demokrasinin gerçekten halk idaresi olabilmesi için, istismara açık yanlarını gidermesi lâzım; bu da büyük ölçüde, iyi ahlâklı, bencillik ve menfaat düşkünlüğü gibi kötü sıfatlardan sıyrılmış insanlarla mümkün olabilir. İdarî kadroları geçim vasıtası olarak görmeyecek insanlarla mümkün olabilir. ‘Dicle’de yıkık bir köprüden bir koyun düşüp boğulsa, Allah onu Ömer’den sorar’ anlayışında adalet, doğruluk ve sorumluluk şuurunun timsali idarecilerle mümkün olabilir.

Ayrıca, demokrasi, insanın maddî, manevî, ruhanî, cismanî, fikrî ve ahlâkî hayatını, hatta dünyasını ve ukbâsını kucaklayabilecek bir seviyeye gelebilirse, bunun sultanlıktan ileri, meliklikten ileri, Allah’ın rızasını kucaklamayacağına dair teminat verebilecek olan var mı? Bu tekâmül sürecini biraz da duru düşünceler daha doğrusu engin anlayışlar, saf gönüller belirleyecektir.” [20] 08.02.2013

 

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 12.02.2013 tarih ve 481 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

 

Ekrem YAMAN

Sinop Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com.tr

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr



[1] Ahmet SELİM, “Aydınlar ve Kavramlar,” Zaman, 17.08.1998, s. 2.

[2] Ahmet SELİM, “Demokrasi ve Aktüel Yorum,” Zaman, 28.08.1998, s. 2.

[3] Ahmet SELİM, “Cumhuriyet, Demokrasi, İdeal,” Zaman, 29.10.1998, s. 2.

[4] AlainTOURAİNE, “Türban Demokrasiyle Çelişmez, Aktüel Dergisi, Ekim 1998.

[5] Mehmed Niyazi ÖZDEMİR, “Demokrasisiz Cumhuriyet,” Zaman, 14.11.1998, s. 15.

[6] İlhan BARDAKÇI, “Politikacı Arayışı,” Zaman, 16.11.1998, s. 2.

[7] Ahmet SELİM, “Demokrasi, Kapitalizm, Dialektik,” Zaman, 27.12.1998, s. 2.

[8] Ebubekir EROĞLU, “Özne Olarak İnsan,” Zaman, 09.01.1999, s. 4.

[9] Hüseyin GÜLERCE, “Demokrasi Paylaşma Rejimidir,” Zaman, 22.06.1999, s. 11.

[10] Beşir AYVAZOĞLU, “Depremin Öğrettikleri,” Zaman, 04.09.1999, s. 12.

[11] Ali BULAÇ, “Karar Verme Zamanı,” Zaman, 30.10.1999, s. 13.

[12] Ali ÇOLAK, “Güz Kıpırtıları,” Zaman, 30.10.1999, s. 12.

[13] Beşir AYVAZOĞLU, “Ne Efsunkâr İmişsin Âh Ey Dîdâr-ı Hürriyet!,” Zaman, 30.10.1999, s. 12.

[14] Ahmet SELİM, “Değişen Bir Şey Yok,” Zaman, 23.11.2000, s. 4.

[15] Ahmet SELİM, “Bunalım Programı,” Zaman, 07.12.2000, s. 21.

[16] Ahmet SELİM, “İşimiz Çok Zor,” Zaman, 17.04.2000, s. 4.

[17] Ahmet SELİM, “Kestirme Yol Yok,” Zaman, 18.12.2000, s. 19.

[18] Ahmet SELİM, “Ne Fark Var?,” Zaman, 16.01.2001, s. 4.

[19] Mehmed Niyazi ÖZDEMİR, “Suç ve Ceza,” Zaman, 25.09.2000, s. 15.

[20] Fethullah GÜLEN, “İyi İnsanlarla İdare Edilen Demokrasiden Kim Zarar Görür?,” Zaman, 22.10.1999, s. 13.