20 VE 21. YÜZYILDA DÜNYADAKİ SİYASÎ GELİŞMELERİ OKUYABİLİYOR MUSUNUZ?

 

Geçmişi bilmek insanı gelecek hakkında kararlar verirken daha güçlü kılar. Yaşanan tecrübelerin ışığında insan daha makul düşünebilir. 20. ve 21. asırda yaşanan bazı olayları ve perde arkasında kalan gelişmeleri merak etmek insanın bilmek arzusundan doğar. Aşağıda bir kronoloji takip etmeden sadece bazı dünya gelişmelerine değinmekle yetinilmiştir.

“Geçmişe dönük değerlendirmeler, bugüne fayda sağlamalı ve geleceği aydınlatmalıdır. İnsaflı, adaletli, vicdanlı, itidalli, akıllı, dengeli yorumlar yapmaya çalışmalıyız.” [1]

I) ORTADOĞU’DA OSMANLI BARIŞI

“Yakın tarihimizin ayrıntılı çekilmiş bir fotoğrafını insanımızın önüne bir koyabilsek, eminim ki birçok musibeti daha kolay defedebileceğiz.” [2]

“Milli mücadele, bazılarının zannettiği gibi sadece heyecanla kazanılmadı. Hesapla, kitapla, alternatif rezervleri son ana kadar gözeten bir rasyonellikle kazanıldı. Sadece Kuvva-i Milliye ruhunu değil, Kuvva-i Milliye mantığını, kafasını, siyasetini de biraz düşünün. Denge faktörlerinin nasıl kullanıldığını bir araştırın.” [3]

“Ortadoğu’da dört asır boyunca “Osmanlı Barışı” (Pax Ottomana)’nın yaşandığı gerçeği inkâr edilemez. Bu bölgeyi sürekli patlamaya hazır bir barut fıçısı haline getiren süreç, Avrupa devletlerinin menfaatlerinin bu bölgede kesişmesi ve kritik bir madde olarak petrolün önem kazanmasıyla başlar.

Osmanlı Barışı, Ortadoğu’da artık bir daha görülmesi mümkün olmayan güzel bir rüya idi. Ve Filistin’in kaderinde artık hep acı vardı, kan vardı, barut kokusu vardı.” [4]

“Olayların, zâhiri (dış) görüntüsünden ziyade, bâtıni (iç) sebeplerini anlayabilmek ve bunların diğer olaylarla ilişkilerini kavrayabilmek için ‘gözümüzün’ açılması gerekiyor. Çünkü ‘var olmamızın’ gereği ve gerçeği burada odaklanıyor.

Bir bıçak sırtında imiş gibi, son derece hassas dengelere bağlı olarak kurulu bu evrende yer ve zaman boyutunda görüntülenen her olay, önceden planlanmış bir kader perdesinde olur, oluşur ve daha sonra kaybolur.” [5]

II) ORTADOĞU GERÇEĞİ

“Günümüz dünyasının, özellikle 80’li yılların ikinci yarısından bu yana, barışa yönelik demokratikleşme ve işbirliği doğrultularında hızlanan evrimi, 20. yüzyılın son on yılına girilirken büyük çaplı ve çok yönlü, köklü değişikliklerle yeni bir ivme kazanmış bulunmaktadır. Avrupa’da bloklar arası rekabet son bulmuş; soğuk savaş yerini bir yandan büyük umutlar vadeden, diğer yandan çeşitli risklerin aşılmasını gerektiren bir değişim, dönüşüm ve yeniden yapılanma süreçleri bütününe terk etmiştir. Atlantik’ten Urallar’a yayılan alanda yeni dengeler oluşmakta, bu oluşum dünyanın diğer kıtalarında da sorunların barışçı yollardan çözümüne ve toplumların demokratikleşmesine güç vermektedir.

Avrupa’yı demokratik ve totaliter iki kampa ayıran çizgi ortadan kalkmış, insan haklarına, hukukun üstünlüğüne, bireyin yaratma ve girişim gücüne öncelik tanıyan değerlere dayalı kıtasal bir güvenlik ve işbirliği düzeni kurulması Avrupa halklarının ortak ülküsü niteliğini kazanmıştır. Bu ortak ülkünün gerçekleşmesi, demokrasiye dönüşüm yolundaki ülkelerin istikrarlı bir ekonomik kalkınmayı hızla sağlayabilmelerine ve değişim dönemlerine özgü sağlıksız eğilim ve sapmaların önlenmesine bağlıdır. Bu sağlıksız eğilimler arasında ırkçılık, mezhepçilik, etnik rekabet ve çatışmalar, yabancı düşmanlığı ve dinsel hoşgörüsüzlük başlıcalarını teşkil etmektedir.

İçinde bulunduğumuz dönemde, Avrupa-Atlantik kuşağındaki tüm ülkelerin hükûmetleri, bu sağlıksız eğilim ve sapmaların elbirliği ile üstesinden gelmek ve 21. yüzyılın insanlığa vaat ettiklerini gerçekleştirmek için bilinçli ve tutarlı bir hareket plâtformunda buluşmak sorumluluğunu taşımaktadırlar.

Avrupa’da oluşan güvenlik ve işbirliği ortamını belirleyen ilke ve davranış normlarının Balkanlar’a, Akdeniz’e, Karadeniz Havzası’na, Orta Doğu’ya, Batı ve Orta Asya’ya yaygınlaştırılmasında, Türkiye’nin coğrafî konumundan ve tarihî birikim deneyiminden herkes yararlanmalıdır.

Yeni Avrupa’nın örgütlenmesinin ve Avrupa’nın her alandaki kurumlaşmasının, Türkiye’nin payı ve katkısı olmaksızın doğal boyutlarına ulaşamayacağı kuşkusuzdur.

Türkiye’nin Orta Doğu’da ciddî ve önemli bir ekonomik ve kültürel rol oynayabileceğinden kimse kuşku duymamalıdır. Ayrıca, Türkiye bu bölgedeki iyi komşuluk sorumluluğunu ve siyasî rolünü itidal ve etkinlikle yerine getirebilecek konumdadır.

Son yıllarda Dünya’da ve özellikle Avrupa’da ve çevre ülkelerde meydana gelen gelişmeler, alışılmış tehdit ve risk kavramlarına yeni boyutlar getirmiştir. Genelde bir yumuşama ve barış ortamına girilmiş olmakla beraber; Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu’daki belirsizlik ve istikrarsızlık üçgeni içinde bulunmaktadır.” [6]

“Ortadoğu bölgesi, dünyanın en sorunlu, en kanlı ve gözyaşının en çok aktığı bölgelerden birisidir. Bu bölgenin derin tarihî gerçekleri ve dinamikleri vardır. Farklı ırk ve devletlerden olsa bile, Müslümanların hâkim olduğu bu bölgede, İsrail, yabancı bir güç ve kültür
olarak, uluslararası destekle bölgeye yerleştirilmiştir; işgalci ve yayılmacı bir devlettir. İsrail, bugünkü konumuna gelmek için, yakın geçmişinde, terör dâhil her türlü aracı kullanmış bir ülkedir. Bölgenin tek yabancı ülkesi olan İsrail ile Türkiye, birçok anlaşmalar imzalamaya başlamıştır. Özellikle bu anlaşmalar, askerî sahaları, millî güvenlik ve savunma sahalarını kapsamaya başlayınca çok önem arz etmektedir ve dikkati çekmektedir. İsrail savaş uçaklarına hava sahalarımızın açılması, İsrail savaş uçaklarının Türkiye’deki askerî üslerden -eğitim amaçlı diye ilan edilse bile- faydalandırılmaya başlanması, önemli bir strateji değişikliğidir; yankıları ve neticeleri itibariyle çok önemli değişikliklere sebep olabilecektir, bölgede yeni askerî ittifakların oluşmasına yol açabilecektir, bölgede, bölge halkının, bölgede yaşayan insanların, rejimler bir yana Türkiye’ye olan sevgisini yıpratabilecek niteliktedir. Bu girişim, millî savunma ve millî güvenlik anlayışımızda yeni bir stratejinin tespiti şeklindedir.” [7]

Halen dünyanın en stratejik oyunlara açık bölgesi, Ortadoğu(dur)! Zenginlik, bu topraklardan yayılıyor. Bu bölgede her zaman savaş olasılığı var. Biz de bölgenin ortasındayız.” [8]

III) TÜRK TARİHİNDE 26 AĞUSTOS’UN ÖNEMİ

Türk milletinin tarihinde 26 Ağustos’un özel bir yeri vardır. Çünkü Türklere Anadolu’nun kapısını açan Malazgirt Zaferi de, Anadolu’yu tarihin tapu siciline kaydettiren Büyük Taarruz da 26 Ağustos’a rastlar.

Biz tarih yapmada ne kadar mahir isek, onu yeni kuşakların benliklerine ekmede o kadar beceriksiziz. Hâlbuki ‘Milli Mücadele’ye katılan her erin, her subayın, her birliğin, Mehmetçiğe su verip yarasını saran her kadının, en azından yazılacak bir öyküsü, çizgi film kahramanı olacak kadar potansiyeli vardır. Bunları ortaya çıkarmak, işlemek ve teknolojinin de yardımıyla eğitimin konusu yapmak, sonra da çocuklarımızın benliklerine özenle ekmek zorundayız. Millî Eğitim Bakanlığı bunun için vardır. Temel ödevlerinden biri eğitime aldığı çocuklara; nerden ve nasıl gelip nereye nasıl gideceğimizin bilincini vermektir. Peki, yapıyor mu? Yapsaydı bu toplum şimdi parça bölük olur muydu? Peki, yapan var mı? ‘Kurtuluş’ filmi, yukarıda sözünü ettiğimiz eksikliğin bazı bölümlerini giderecek düzeyde. Ancak bazı olguların da açılıma ihtiyacı var. Bu sıkıntıyı senaryonun yazarı Sayın Turgut Özakman da fark etmiş olacak ki konuyu, ‘Şu Çılgın Türkler’ adıyla romanlaştırdı. Romanda sözle resimleştirilmiş öyle kareler var ki okurken insanı ya derin bir düşünceye sevk ediyor ya da iki damla gözyaşını, göz pınarlarına getirtip oturtuyor.

Zaferleri doğru okuyamazsak yeni zaferlere ihtiyacımız olacaktır.[9]

IV) ÇANAKKALE DESTANI

Çanakkale Destanı, malum kavgaların toplamından ibaret bir tarih dilimi olarak anlatılamaz. Çanakkale Destanı belki de var oluşumuzda yatan temel esprinin ta kendisidir. Eğer Çanakkale Destanı olmasaydı, Millî Mücadele; Millî Mücadele olmasaydı, Milletimizin varlık ve beka davası tartışma konusu olurdu. İşte Çanakkale Destanı’nı anlatırken, beni zorlayan, ürperten ve iliklerime kadar işleyen bu sestir.

Çoğu zaman Çanakkale Destanı’na, Çanakkale Harbi yahut Çanakkale Zaferi diyorlar. Elbette hiç kimse bunu kötü niyetinden yapmıyor. Ama şu bir hakikattir; Çanakkale Destanı’nı Çanakkale Zaferi olarak isimlendirmek belki de bilmeyerek onu küçültmek ve hafife almaktır.

İçinde acı, gözyaşı, cesaret, feragat ve fedakârlık dolu eşsiz bir destandır Çanakkale. Belki hâlâ yeterince anlayamadığımız, anlatamadığız ama bilmek zorunda olduğumuz bir büyük muammadır… [10]

1915’te ‘Hasta’ bedenimiz Çanakkale’de tarihin akışını değiştiren bir direnişle, Rusya’ya yardım götürmekte olan İngiliz ve Fransız gemilerini geçirmiyor, dolayısıyla Çarlığın Bolşevikler tarafından 1917’de içeriden çökertilmesi için gereken şartları hazırlamış oluyordu. Bir başka deyişle, Çanakkale’deki direnişimizle hem ‘Hasta Adam’ olmadığımızı ispatlıyorduk, hem de bize ‘Hasta Adam’ teşhisini koyan Çarlığın çöküşüne giden sancılı yolu döşüyorduk. Böylece öldü ölecek teşhisi konulan Osmanlı, bizzat teşhisi koyan ve kadavrasını parçalamaya hazırlanan doktorundan bile daha uzun yaşamayı başarmıştı!” [11]

V) ERMENİ MES’ELESİ

“1915 olayları yaşandığında ABD henüz İngiliz emperyalizminin hüküm sürdüğü bu coğrafyada Osmanlı’nın sonunu getiren paylaşımdan ‘mandacılık’ hevesleriyle çıkmaya çalışırken 21. yüzyılda Afganistan ve Irak işgalleriyle dünya egemenliğine soyunmuş bir ülke olarak, Türkiye’ye ‘soykırım’ suçlaması yöneltebiliyor!

Soğuk Savaş döneminde Türkiye, ABD açısından Sovyetler’e karşı ‘ileri karakol’ durumundayken Ermeni meselesi akıllara gelmiyordu.

11 Eylül’den sonra Ortadoğu’da izlediği yayılmacı siyaset dengeleri değiştirdi.

ABD’nin şimdi yeni müttefikleri var!

Türkiye’nin PKK nedeniyle Kuzey Irak’a ‘sınır ötesi’ harekât planladığı bir dönemde ABD Kongresi’nde ‘Ermeni soykırımı’ konusunda düğmeye basılması rastlantı değil.

Yakın tarihin kriz sayfalarını oluşturan, Kıbrıs’la ilgili ‘Johnson mektubu’, ‘ambargo’ ve 1 Mart tezkeresine misilleme ‘çuval’ hadisesinden sonra ‘dost ve müttefik’ ABD’den ‘Ermeni soykırımı’ golü geliyor.

Ankara, İncirlik’i kapatmak için daha ne bekliyor?” [12]

“Ermeni meselesi aslında III. Ordu´nun temel problemiydi. Balkanlar’daki milliyetçilik hareketlerine paralel bir biçimde, Osmanlı tarafından ‘millet-i sâdıka’ (sadık millet) olarak tanımlanan Ermenilerden bazıları, bağımsız bir Ermenistan kurma hayali ile öteden beri örgütleniyorlardı. Özellikle, ‘93 Harbi’ olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında milliyetçi Ermeni çeteleri, Ruslarla işbirliği yaparak devlet katında büyük hayal kırıklığına sebep olmuşlardı. Bu hayal kırıklığı ‘Hınçak’ ve ‘Taşnak sutyan’ adını taşıyan organize terör örgütlerinin marifetiyle, 1914-15´li yıllarda had safhaya ulaştı.

Bu bağlamda Osmanlı yönetimi bazı önlemler aldı. Bunlar özetle: Osmanlı ordusunda görev yapan Ermeni asker mevcuttu. Enver Paşa, öncelikle bu Ermeni askerlerin silahsızlandırılması emrini verdi.

18 Mart’taki Çanakkale Savaşından kısa bir süre sonra, milliyetçi Ermeni örgütlerinin Van´da başlattıkları isyan üzerine; 24 Nisan’da İstanbul´da yayımlanan Ermeni gazetesi Aza-mart kapatıldı. Aralarında doktor, yazar, gazeteci ve milletvekillerinin de bulunduğu iki bin kadar Ermeni aydını tevkif edildi.

Doğu illerimizi işgal için harekete geçen Rus birliklerine alkış tutup zemin hazırlayan Ermeni unsurlar belirli bir plan dâhilinde aileleri ile birlikte savaş alanının dışına çıkarıldı ve bu arada 27 Mayıs 1915 tarihli ‘Tehcir Kanunu’ padişah Mehmet Reşat tarafından imzalanarak yürürlüğe kondu. Aslında bu kanun fiili durumu sadece resmi hale getiriyordu. Ermenilere tanınan süre iki haftaydı. Kıymetli eşyalarını yanlarına alabilecekler, geride kalan mülkleri ise mahalli yönetimler tarafından satıldıktan sonra parası kendilerine ulaştırılacaktı. Devlet, sürgün güzergâhındaki güvenliği sağlamakla kalmayıp beslenme ve sağlık gibi temel ihtiyaçları da karşılayacaktı. Tabiî bu arada kinlenmiş halklar arasında istenmeyen birçok olayın çıkmasının da önüne geçilemedi.

Osmanlının yerine siz olsaydınız ne yapardınız? Savaş yılları Osmanlı Devleti için olmak veya olmamak kavgasının verildiği yıllardır. Devlet bu savaşa girerken 17 milyon nüfusu vardı. Savaş bittiğinde sayı 13 milyona inmişti. Kayıp nüfusun içinde acaba Ermeni çetelerinin yok ettiği kaç kişi var? Bilmiyoruz. Ancak yapılan kazılardan çıkan manzaraya baktığımızda kemiyetten çok keyfiyetin ön plana çıktığı açıkça görülüyor. O da şu:

Eğer gerekli tedbiri almamış olsaydık şimdi Anadolu´da yoktuk. Şayet tarihçilere inanmıyorsanız zamanında Bolu’nun en büyük ve bir o kadar da zengin mahallesi olan Aktaş’ın tarih olan öyküsünü yaşlılardan bir dinleyiverin. Sonra da bu konuda kafaları karışık olanlara:

Bin yıl bir arada yaşadık. Kılınıza halel gelmedi. Eğer bir soykırımı düşleseydik bunu Osmanlının en güçlü döneminde yapardık. Yapmadık. Yapmayız da… Çünkü bu milletin ajandasında yok böyle bir şey. Tam tersine bu kültür İberik Yarımadası´ndan Kafkaslara kadar etnik ve dinî kökenine bakmaksızın başı sıkışan herkese kucak açmıştır. Bunlara Çarlık Rusya´sının zulmünden kaçıp Göynük´de iskân edilen Ermeniler de dâhildir.” [13]

VI) KUVVA-İ MİLLİYE RUHU

“Her devletin bir esneme kat sayısı vardır. Onu zorladığınızda doğal olarak bir refleks oluşur. Bu tarihimiz boyunca böyle olmuştur. Söz gelişi 1920’li yıllarda bu refleksin adı ‘Kuvva-i Milliye’ ruhudur. Ancak bu süreci çok dikkatli bir gözle irdelerseniz, görürsünüz ki her karesine damgasını vuran ana tema meşruiyet ve hukuk olmuştur.

VII) CUMHURİYETLE BİRLİKTE OSMANLI MEDENİYETİ’NİN REDDİ NE ANLAMA GELİYORDU?

“Milli Mücadele sonu, Cumhuriyet başlangıcı eskinin bıçakla kesilip atılması, mazi ve mirası reddedişle birlikte; bütün bir medeniyet, bir umran, bir tarih ve bir irfan kâinatının reddiydi… Fakat yeni bir dünyanın da habercisiydi…” [14]

VIII) TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ TECRÜBESİ

“1946’da çok partili demokrasiye atılan adım da, 1950’de hükümetin ilk kez genel seçimlerle, yani halkın oylarıyla el değiştirmesi de, Avrupa Konseyi, OECD; NATO üyelikleri de, AB ile 1963 Ortaklık Antlaşması da, 1980’lerde başlayan ekonomik dışa açılma ve liberalleşme de, 2004-2005’de AB ile tam üyelik müzakere sürecinin işlemeye başlaması da, Türkiye’nin Batı yolculuğunun kilometre taşlarıdır.

Ayrıca, Türkiye’de demokrasi sadece seçim sandığından ibaret kalmamıştır. Pazar ekonomisi eliyle ekonominin dışa açılması ve büyümesiyle sivil toplum da serpilmiş ve güçlenmiştir. Siyasal demokrasiyi taşıyacak dayanıklı bir altyapı ortaya çıkmıştır.

Türkiye, kendi demokratik çerçevesi içinde İslamcı siyasal gelenekten gelenlere de, -bu arada AKP kurucu kadrolarına da- demokrasi oyununun kurallarını genel olarak benimsetmiştir.” [15]

IX) 27 MAYIS 1960 ASKERÎ DARBESİ

“Yargılanmayı kabul etmek, yargılayanın meşruiyetini kabul etmektir. Yassıada’da bir ara Celal Bayar ‘Kararınız müspet olsun, menfi olsun; benim için kıymet ifade etmez. Ben bir müspet ihtimal için değil, milletim hakikatleri öğrensin diye konuşmaya çalışıyorum. İzin vermiyorsanız konuşmam artık.’ deyip kulaklığını çıkardı ve ‘tak!’ diye mikrofona çarparak yerine geçmek istemişti. Başol panikledi bu çıkıştan; ‘Konuşabilirsiniz efendim, konuşabilirsiniz’ tekerrürleriyle adeta yalvardı. Doğru tavır işte buydu. Yargılanmayı kabul etmeyerek bir genel değerlendirme beyanıyla yetinip konuşmayacaklardı. ‘Bizi millet seçti. Bir dikta yönetimi, milletin seçtiği meşru bir iktidarı hem de diktaya gidiş ithamıyla nasıl ve hangi hakla yargılar, biz böyle bir yargılama meşruiyetsizliğini nasıl ve hangi hakla kabul edebiliriz’ deyip susacaklardı. Doğru olan buydu.

Yakın tarihte, ABD, birçok zâlim dikta yönetimlerini ısrarla desteklemedi mi? Bir evrensel ve adil mahkeme olsa, Amerika’yı desteklediği zâlim diktatörler sebebiyle mahkûm eder.

Saddam diktatördü de, kendinden önce demokrasi mi vardı? Sonra, Saddam’ı o hale getiren güç, ABD’nin kendisi değil miydi?

Amerika PKK’yı Irak’ta destekliyor ise, meşruiyet çabalarının hiçbiri tutmaz. Saddam’ı yargılatan güç, PKK’yı himaye eden güç ise; o mahkemenin meşruiyeti olmaz.

AB ile aramızda örtülü bir meşruiyet mücadelesi var. O potaya girdiler, bundan sonra her şey farklı olmak zorundadır.” [16]

“Yakın tarihimizde Mayıs ayında, Türk siyasî hayatının rotasının çok önemli iki olayla değişikliğe uğradığını görürüz. İlk değişim, 14 Mayıs 1950 günü CHP’nin iktidarı, DP’ye devretmesidir. İkinci değişim DP’nin 27 Mayıs 1960 günü askerî bir darbe ile iktidardan düşürülmesidir.

Bu iki olayın zamanımıza kadar gelen derin izlerini ve siyasî etkilerini görmezden gelmek mümkün değildir.

Menderes, başbakanlık koltuğuna oturduğu o günden itibaren Türkiye’nin siyasî, sosyal, askerî ve kültürel alt yapısı akıl almaz bir şekilde gelişti, büyüdü, zenginleşti ve yenileşti. Türkiye kabına sığamayan, yerinde duramayan, atılgan ve dinamik bir hızla medeniyetin tüm imkân ve vasıtalarından istifade etme hazzını yaşadı. Kuşkusuz bunun bir bedeli vardı. Mesela Coca Cola fabrikalarının açılışına Menderes izin vermiyordu. Lüks tüketim mallarına, kozmetiklere hatta kahveye bile ithal izni yoktu. Bunun yerine ilaca, hammaddeye ve ziraî makinelere serbestlik vardı. Türk halkı, 1950–1954 yılları arasındaki 4 yıllık büyüme oranının, % 40’a ulaştığını görmekle, enflasyon oranının 1952’de sadece yıllık bazda –yıllık– % 0,9 oranında kaldığını öğrenmekle, hayret ve hayranlık içinde bu liderin peşinden koşuyordu. Halkın büyük çoğunluğu memnundu; ama CHP muhalefeti o kadar yıpratıcı ve o kadar saldırgandı ki, 10 yıldan beri sürekli seçim kaybetmenin verdiği moral kırıklığı içinde, 1960 seçimlerinde de bir varlık gösteremeyeceğinin endişesi içindeydi.

Milletten kopuk, halkın arzu ve özlemlerini kulak arkası eden CHP’nin tek bir şansı vardı: Aydınlar! CHP, bu şansını çok iyi kullandı. Köşe yazarları, üniversite öğretim üyeleri ve öğrencileri ile sanatçılar, ülkede ‘Demokrasi elden gidiyor’, ‘Gericilik hortluyor’, ‘Diktatör Menderes’ gibi içten içe gizli ve sinsi bir ittifak kurarak, mevcut huzur ve asayişi kemirmeye başladılar. CHP lideri İsmet İnönü’nün Nisan 1960’ta Meclis kürsüsünde söylediği şu sözler, artık tarihin malı olmuştur: ‘Şartlar tamam olduğunda ihtilâller meşru olur!’

27 Mayıs 1960 tarihinde ihtilâlci subaylar idareye el koydular. Tüm DP milletvekilleri Yassıada Mahkemeleri’nde yargılandı. Hüküm giyenler arasında dönemin Genelkurmay başkanı ile bazı kuvvet komutanları, valiler, belediye başkanları ile üst düzey bürokratlar vardı. Adnan Menderes bu mahkemelerde suçlu bulundu ve 17 Eylül 1961 günü İmralı’da öğle saatlerinde idam edildi.

Menderes’in şu son sözleri, onun vatan ve millet aşkı ile nasıl yanıp tutuştuğunun açık bir göstergesidir: ‘Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, milletime ve devletime ebedî saadetler diliyorum.’” [17]

X) 12 EYLÜL 1980 ASKERÎ DARBESİ

“(…) Tarihin oluşumuna tanıklık eden bizim kuşağın ağırlıklı bir bölümü 12 Eylül’ü yeterince kavramış değil. Özellikle de aktif siyaset yapan birçok kişinin içinde bulunduğu durum maalesef bu. Hafızamızı biraz zorlarsak sanki görünmeyen bir el 12 Eylül’ü meşru kılacak zemini adım adım hazırladı ve toplumu ‘Canım daha neyi bekliyorlar’ psikolojisine soktu. Eğer günümüz Türkiye’sine biraz yakından bakarsak aynı elin yeni 12 Eylüllere mektup yazmanın telaşı içinde olduğunu çok rahat görebiliriz. Ama görünen o ki geçmişten hiç ders almamışız.

‘12 Eylül, bu milleti zenginler daha kolay soysunlar diye, Özal’ın başını tuttuğu, askerin nöbete durduğu, imamların da acısını dindirmek için duaya çıktığı bir olgunun adıdır.’ ” [18]

“Küreselleşmenin sorumluluğu, riskleri ve musibetleri, Amerika’nın omuzlarındadır. Buradan çıkarılması gereken ders ve sonuç şudur: ‘Dünya dengesi’nde gereken yeri almamız için (Avrupa Birliği dâhil) ABD ile olan münasebetlerimizi iyi düzenlemek durumundayız.

Avrupa Birliği, yeryüzünde ciddi bir denge değişimi sağlamanın siyasî ve askerî gücüne sahip değildir. Ekonomisi de, kültürü de, tarihi de buna müsait değildir. AB bugün dünya dengesi içinde kendi statüsünün ne olacağını bile tahmin edememenin sıkıntılarını yaşıyor. ABD gerçeğini görmeden dünya tahlil edilemez. Edebiyat olarak dahi ABD karşıtlığı yapabilmek için, onun belirlediği dengeler manzumesinde bir statüye sahip olmak gerekir! Mesela ‘AB üyeliği’ bunu sağlar!” [19]

“Türkiye’nin sistemini daha demokratik hale getirmesi gerekirken, parlamentoyu sistemin mihrakı olmaktan çıkaran ve onu ‘bürokrasinin noteri’ haline dönüştüren 28 Şubatçı zihniyeti hâlâ devam ettiriyor. Yapılan hukuki düzenlemeler ve gerçekleştirilen uygulamalarla, parlamentoda muhalefet tümüyle devre dışı bırakılıyor, parlamento dışındaki muhalefet ise tamamen yok sayılıyor. Genel olarak siyasi partiler demokrasinin ‘vazgeçilmez unsurları’ olarak değil de, nifak ve tefrika odakları olarak görülüyor, bazıları hatta düşman sayılıyor. En önemlisi, Anayasa Mahkemesi parti kapatmayı olağan uygulama haline getirmiş bulunuyor. Avrupa Komisyonu düzenli raporlarında ısrarla ‘silahlı kuvvetlerin sivil denetiminde ciddi sorununuz var’ derken, devlet seçkinlerimiz cari rejimi görüntü olarak bile sivilleştirmeyi ya akıl edemiyor ya da buna hiç niyetleri yok. Hâlâ Türkiye toplumunun ortak kaderiyle ilgili temel siyasi kararları Milli Güvenlik Kurulu alıyor ve bu kurulun nüfuz alanı sivil siyaset aleyhine olarak sürekli genişletiliyor. Hâlâ Genelkurmay Başkanı ‘devletin zirvesi’nden sayılmaya devam ediyor ve bu saymaca zirvede talimat yollu beyanlar ve kaş çatmalarla herkese ‘haddini bildirme’ alışkanlığından bir türlü vazgeçmiyor.

Türkiye, yine açıkça verdiği sözler gereği, yurttaşlarının temel hak güvencelerini artırması ve sağlamlaştırması gerekirken, aksi istikamette adımlar atmakta ısrar ediyor. Mesela, sözüm ona ‘Anayasa reformu’ adı altında verdiğinden daha fazlasını geri alıyor. ‘Düzelteceğim’ diye getirdiği tasarılarla TCK’nın ‘düşünce suçu’ ihdas eden hükümlerini daha da geriye götürmeye çalışıyor. Hukuku ideolojinin basit bir aracı olarak gören gayri medeni ve ‘çağdışı’ yaklaşımını bir türlü terk etmiyor. Hâlâ devleti toplumdan korumaya çalışıyor. Uygulamasıyla insan haklarını sistematik olarak ihlal etmeye devam ediyor. Sivil toplumu ve sivil örgütleri baskı altına alan yeni tedbirler sevk ediyor. Dernek ve vakıf faaliyetini gayri meşru bir işmiş gibi göstermeye çalışıyor ve daha vahimi yeni Medeni Kanun’a vakıfları bile devletin ideolojik aygıtları haline dönüştürecek hükümler sokuşturuyor.

Devlet bu arada İnsan Hakları Derneği ve Mazlum–Der gibi insan hakları örgütlerini veya üyelerini sindirme girişimlerinden hiç vazgeçmiyor. Sözüm ona ortak değerleri paylaştığımız için kendileriyle işbirliği, hatta bütünleşme çabası içinde olduğumuz Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’ndeki resmi partnerlerimiz olan devletlere ve onların Türkiye’de iş tutmuş olan veya kültürel faaliyetler yapan yurttaşlarına ise düşman gözüyle bakılıyor, baktırılıyor. Türkiye’nin tam üye adayı olmaktan hoşnut göründüğü Avrupa Birliği ile ülkemizde insan haklarının geliştirilmesi amacıyla işbirliği yapan kimi sivil kuruluşlara karşı devlet içindeki bazı odaklarla irtibatlı olması muhtemel bir karalama kampanyası başlatılıyor. Bu kampanya, hatta –Karen Fogg’a yönelik çirkin ithamlar örneğinde olduğu gibi– Avrupa Birliği’nin kendisini Türkiye’nin düşman gibi göstermeye çalışan karanlık girişimlerin el altından desteklenmesi boyutlarına varıyor.

Devlet ‘gericilikle mücadele’ bahanesiyle, milyonlarca yurttaşının hukuk önünde eşitlik (eşit muamele) ve kamu hizmetine giriş hakkı ile örgütlenme özgürlüklerini neredeyse tanımama ölçüsünde bir pervasızlık sergiliyor. ‘Hukuk ve düzen’i, toplumsal barışı sağlamak yerine toplumda ya yeni gerilimler yaratıyor, ya da zaten var olan gerilim potansiyellerini kuvveden fiile çıkarıyor. Bir yandan ‘terörü bitirdik’ diye propaganda yapar ve Kürt meselesinde artık diğer tedbirlere geçmek gerekiyor derken, öbür yandan Güneydoğu’daki resmi ‘olağanüstü hal’i fiilen sıkıyönetim (askeri bir rejim) gibi uygulamaya devam ediyor ve kaldırmayı da hiç gündeme getirmiyor. Yine, Kürt meselesiyle ilgili her barışçı girişimi, bu arada anayasal dilekçe hakkının kullanılmasını bile ‘polis devleti’ mantığıyla bastırmakta bir beis görmüyor. Daha bunlar gibi birçok tutarsızlık.” [20]

XI) ABDULLAH ÇATLI MUAMMASI

12 Eylül öncesinin iki kavgalı siyasi lideri, bir başka deyişle iki başbakanı Demirel ve Ecevit, ABD’nin yoğun baskılarına rağmen Yunanistan’ın NATO’ya dönmesine müsaade etmemişlerdi…

Ecevit, 12 Eylül’den beş yıl sonra ‘Şayet ben ve Demirel Yunanistan’ın NATO’ya koşulsuz dönüşünü kabul etseydik, Türkiye’ye krediler de, para da akardı’ diyecekti…

12 Eylül darbesinden kısa bir süre sonra, Türkiye en büyük diplomatik kozunu heba ediyor; askeri yönetimin lideri Evren, -karşılıksız olarak- Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü engelleyen Türkiye vetosunu kaldırıyordu!

22 Ocak 1997’de Susurluk Komisyonu’na konuşan Meral Çatlı ‘Eşimin devlet adına görevlendirilmesinden Kenan Evren’in haberi vardı. Hatta Abdullah Çatlı Almanya’da Evren’le görüştü’ diyecekti…

Komisyonda yapılan itiraflar, 12 Eylül yönetiminin Susurluk mekanizmasındaki rolünü bariz bir biçimde ortaya koymaya başlayınca Evren’in de komisyona çağırılması gündeme gelmiş, ancak bu mümkün olmamıştı!

Sadece bu örnek bile Arzın Merkezi’ne seyahat edilemeyeceğini göstermeye yetiyordu. Türkiye, Susurluk Kazası vesilesi ile ‘Mr. Kontrgerilla’ dizisini tepeden tırnağa açık edebilmek için yakaladığı tarihi fırsatı kısa süre içinde heba etmişti…

‘Büyük Susurluk Mahkemesi’ kurulamadı; kurulamazdı da…

Şayet böyle bir mahkeme kurulabilseydi, 12 Eylül öncesinde ‘Mr. Kontrgerilla’nın ülkemizi bir askeri darbeye hazır hale getirmek için sol eliyle sağcıları, sağ eliyle de solcuları öldürmüş olduğu gerçeği tüm detaylarıyla ortaya konulabilirdi…

Böyle bir mahkemede Evren’e tek bir soru sormak kâfi gelirdi: ‘Balgat, Bahçelievler, Piyangotepe katliamları başta olmak üzere Türkiye’de büyük çaptaki terör eylemlerinin organizatörü sıfatı ile ‘aranan’ (doğrusu elbette ‘arandığı sanılan’ olacak) Abdullah Çatlı’ya emrinizdeki devlet yetkililerinin askeri darbeden sadece üç hafta sonra pasaport verip yurtdışına salimen göndermesi acep ne iştir?’

Bu sorunun cevabını Meral Çatlı vermişti: Ne var ki, Susurluk Mahkemesi kurulamadığı-kurulamayacağı için de bu çok net kanıtın hiçbir hükmü kalmadı…

Gladio, ÖHD’nin İtalya’daki muadili: Yani, NATO’nun Soğuk Savaş döneminde üye ülkelerde ‘örtülü harp’ konsepti çerçevesinde kullandığı mekanizmadan söz ediyoruz…

Bu mekanizmayı yöneten de, ABD…

ABD, 1974’e kadar ÖHD faaliyetlerinin yürütülebilmesi için Türkiye’ye 1 milyon dolar bütçe dışı- gizli bir para ödedi mi? Ödedi…

Sonra, Türkiye ve ABD makamları arasında anlaşmazlık çıkmış, dönemin Genelkurmay Başkanı da (Semih Sancar) bu paranın örtülü ödenekten temin edilmesini dönemin başbakanından (Ecevit) talep etmişti…

Başbakan da hay hay demişti; bu vesile ile mekanizmanın varlığından da haberdar olmuştu: O esnada, Genelkurmay Başkanı’na sormuştu, ‘Bu Özel Harp Dairesi nerededir?’ diye…

‘Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada!’ cevabını almıştı!

Peki, ÖHD ‘Amerikan Heyeti’ ile 1974’te ve öncesinde aynı binada da, sonrasında farklı bir yerde miydi?

1974-80 arasında yaşadığımız kanlı kâbusla bunun da cevabını aldık!” [21]

XII) MEHMET ALİ AĞCA OLAYI

“Son çeyrek yüzyılda yaşadığımız olaylar bizi hukuk devleti olmaktan hızla uzaklaştırdı. Özelikle askeri darbelerle hukuksuzluk dibe vurdu. İşte gündem tutan Ağca da o günlerin uzantısı olan ucubelerden biri. Arkasında kimlerin olduğu, kimler adına neler yaptığı hâlâ sır. Aslında onun hayatının kare kare taranıp açıklanması yakın tarihimizin karanlık noktalarını açığa çıkarmakla kalmayacak bazılarının gözünde büyüttüğü kişilerin de maskesini düşürecektir. Bu konuda sorumluluk sahibi olanların ‘hanım dikişi’ yapmaktan vazgeçip cesur adımlar atmalarında sayısız yarar vardır. Ülkemizi ziyaret eden Japon Başbakanı Koizumi, ‘Biz sorunlarımızı şeffaflık içinde çözdük.’ diyor. Eğer biz de sorunlarımızı gerçekten çözmek istiyorsak bu sese kulak vermeli ve her konuda şeffaf olmalıyız.” [22]

XIII) ALMANYA’DA BOMBALAR NEDEN PATLAMIYOR?

“Birincisi; Almanlar, İngiliz, Fransız ve Yahudiler gibi gittikleri ülkelerde yıkıma sebep olmuyorlar. İngilizler, Fransızlar ve Yahudiler, sömürdükleri topraklarda çok ciddi kültür erozyonuna sebep oluyorlar. Aynı zamanda da, sömürdükleri ülkelerin rantını, o ülkenin yerel halkından saklıyorlar, paylaşmıyorlar.

İkincisi; Almanlar dakiklikleri ve iş disiplinleri ile hem diğer milletlerden insanların saygısını kazanıyorlar hem de içine karıştıkları toplumları tanımaya çalışan yönleri ile takdir topluyorlar. Yani bir nevi katalizörler. Kimseyi rahatsız etmeden iş görüyorlar.

Üçüncüsü ve en önemlisi ise Fransızlar, İngilizler, Yahudiler içine karıştıkları toplumlara tepeden bakıyorlar. Aşağılıyorlar. Etki ajanları üzerinden kendilerine özenen bir güruhun yetişmesine katkıda bulunuyorlar. Bunların hepsi bir süre sonra çok tepki toplamaya başlıyor. Eğer öyle olmasaydı İngiltere’de gencecik doktorlar canlı bomba olmayı göze alırlar mıydı? Almanlara gelince, hiçbir yabancı ya da dünyanın en vasıfsız insanları dahi kendilerini Almanlardan daha aşağı görmüyorlar diyebilirim. Ülkelerinde misafir ettikleri siyasal Kürtçüler dahi Almanları küçümsüyorlar. Sararmış dişlerin arasında, ağızlardan salyalar akıta akıta anlatılan Alman kızlarla yaşanan yatak maceraları ise cabası! Yani, Almanlar hiçbir yabancıda kompleks duygusu uyandırmıyor. Sadece aşırı materyalist oluşları, maddeye tapmaları tepki topluyor. Alman usulü ya da Alman domuzu yakıştırmalarının nedeni de bu! (Bu arada Almanlar İslamiyet’e geçme konusunda samimi iseler onlara tavsiyem önce ‘mana âlemi’ni tanımaya çalışsınlar!)

Özetle, Almanlar iş disiplinleri ile dünyanın en güçlü ekonomisini yaratmış olsalar dahi, işkolik oluşları, maddeye tapıyor olmaları nedeniyle, Alman topraklarında bulunan yabancılar tarafından dahi küçümseniyorlar. ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da, İspanya, İtalya, İsrail vb yerlerde patlayan bombalar Almanya’da patlamıyor ise bunun nedeni, Almanların AB içindeki ötekilere benzemiyor oluşlarıdır.” [23]

XIV) IRAK’IN İŞGÂLİ

“Irak, Afganistan’ın 2001 yılı öncesindeki durumuna döndü. Yani, devasa bir terör akademisi haline geldi. Analizciler, Saddam Irak’ıyla uluslararası terör arasında bağlar bulabilmek için mikroskop kullanmak zorundaydılar. Ama şimdi bombalar patlatan, rehinelerin kafasını kesen, Batı ve Avrupa için felaket planları yapan cihatçıların cirit attığı bir ülke var karşımızda. Bir başka deyişle: birkaç kötü tohumu temizlemek için bütün bir bahçeyi ateşe attık.

Her şey bir yana, Irak’ın Londra bombacıları için ne anlam taşıdığı açıkça ortada: Irak’ın işgali, dünyanın dört bir yanındaki genç Müslümanlar kuşağını kızdırdı ve radikalleştirdi.” [24]

XV) BOSNA HERSEK SAVAŞI

“2 Mayıs 1992-26 Şubat 1996 tarihleri arasında tam 1.395 gün süren Bosna-Hersek savaşında da aynı acı tablolar, insanlık dışı saldırılar ve bilgi çağının yüzünü kızartan vahşetler yaşanmış, sözde ‘küresel’ medeni dünya çağın en büyük zorunlu tehcir ve soykırımına şahit olmuştu. İşte, Tuzhurmatu’da soydaşlarımız ve kan kardeşlerimize karşı girişilen hain ve hunharca saldırının amacı ve verilmek istenen mesajı budur.

2.000 kadar Boşnak suçsuz insan Sırplar tarafından öldürüldü.” [25]

XVI) 20. YÜZYILI ANLAMAK İÇİN TÜRKİYE TARİHİ BİR ANAHTARDIR

“20. yüzyılı anlamak için Türkiye’nin tarihi, bir anahtardır. Ancak inanıyorum ki, Türkiye’nin geleceği, önümüzdeki bin yılın ilk yüzyılının şekillenmesinde de son derece önemli bir rol oynayacaktır. Türkiye’nin Doğu ile Batı’yı birleştirmedeki başarısı, bu coğrafyayı göz önüne alınca daha da önem kazanmaktadır.

Türkiye, İsrail ve Arap ülkelerine bağlantılarından dolayı barış için bir güçtür.

Sovyet imparatorluğunun harabelerinden 12 bağımsız devlet ortaya çıktı. Dünyada şu anda, özellikle onların sağlam ve demokratik toplumlar haline gelmelerine yardım etmekten daha büyük görev yoktur. Bu görevde Türkiye, özellikle aynı dil, tarih ve kültürü taşıyan devletlere ulaşmakta hep önder olmuştur.” [26]

XVII) 28 ŞUBAT 1997 ASKERÎ DARBESİ

“ ‘Eğer 28 Şubat olmasaydı, ne AK Parti, ne 22 Temmuz ve ne de A. Gül Cumhurbaşkanı olmazdı.’ Toplumsal diyalektik bunu ispat ediyor.

Ama şu da bir gerçek ki bunların hiçbiri 28 Şubat’ın muhatabı olan Refah Partisi değildir. Onun transformasyona uğramış halidir. Bunun iktidarının şartlarını da 28 Şubat süreci hazırlamıştır. Nasıl ki Turgut Özal’ın ANAP iktidarını, 12 Eylül darbesi hazırlamış ise.” [27]

Demirel’in REFAHYOL’u paketlettirme nedenleri arasında Çankaya’da bir dönem daha kalma amacı esaslı bir yer tutuyordu. Ne var ki, hemen her siyaset mühendisliği projesinde olduğu gibi bu plan tersine döndü: 5 Nisan 2000’deki Beş Artı Beş oylamasında FP yönetimi Demirel’i destekledi; ancak partinin yenilikçi kanadının aleyhteki oyları Demirel’in Çankaya günlerine son verdi…

Baba’nın REFAHYOL’u duvara toslatma projeksiyonu olmasa; FP de, FP’nin Yenilikçileri de (AKP de) olmayacaktı. Dolayısıyla, Demirel’in Çankaya Planı tıkır tıkır işleyecekti.” [28]

XVIII) 2001 YILINDA YAŞANAN TÜRKİYE’DEKİ İKTİSADÎ KRİZİN MÂNÂSI NEDİR?

Türkiye’de yaşanan 2001 ekonomik krizini “(Başbakan Bülent Ecevit’in suratına doğru Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından) Anayasanın itilmesi ya da fırlatılması değil, Ecevit’in ülkeyi velveleye vermesi tetiklemişti. Ama olay hep tersyüz edildi.” [29]

XIX) FİLİSTİN SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ

“Ortadoğu’da tüm sorunların anası sayılan Filistin sorununun çözülmesi ve Filistinlilerin Kudüs’ü de paylaşarak İsrail’in yanında ikinci bir bağımsız devlete sahip olmaları gerekir.

Filistin sorunu çözülmeden Ortadoğu’da, Arap dünyasında, hatta İslâm âleminde barış ve istikrarı yakalamak hayal kurmakla eşanlamlıdır.

Filistin sorunu bir yandan ‘İslam radikalizmi’ni, İslam adına yürütülen terör ve şiddeti –Irak’ta da, Afganistan’da da- besliyor, öte yandan özellikle Arap dünyasındaki diktacı otoriter rejimlere meşruiyet sağlıyor.

Ve İran’ın da elini güçlendiriyor.

Hem Irak’ta, hem Filistin’de, hem Lübnan’da Tahran’ın nüfuzunu kolayca yayan bahaneler yaratıyor Filistin sorunu.” [30]

“İsrail’in Filistin politikaları ‘dayatmak, köşeye sıkıştırmak, ekonomik olarak bağımlı, kültürel boyutta geri bırakmaya’ dayalıyken, Şimon Peres bunun tam tersini uyguladı.

Filistin tarafına havalimanı, hastaneler, üniversite inşa etti. Ekonomik açıdan gelişmesine İsrail’in katkısını sağladı.

Amacı; İsrail ve Filistin halkları arasında açıyı daraltmaktı.

Psikolojik yakınlaşmayı sağlamaktı.

Filistin(de) kültürel ve ekonomik çıta ne kadar yükselirse, uzlaşmanın o kadar kolaylaşabileceği inancındaydı.

Şahin’ değil, ‘güvercin’di. Bunlar olurken tek başına kaldığı, kendini yapayalnız hissettiği dönemler yaşadı.” [31]

XX) FENER RUM ORTODOKS PATRİKHANESİ’NİN DEMRE’Yİ MERKEZ YAPMA GAYRETLERİ

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi Demre’yi dünyanın Ortodoks merkezi yapmak yani patrikhane merkezini Antalya’ya taşımak istiyor. Çünkü Demre, Ortodokslar için stratejik konumu bulunan önemli bir yer. Ancak kilisenin merkezi İstanbul’un Fatih ilçesidir. Bartelemeos’un muhatap olabileceği mülkî âmir de Fatih Kaymakamıdır. Lozan Andlaşması’nın hükmü budur. Kilisenin merkezini başka yere taşımak Türkiye’nin kendi kendisini sıkıntıya sokması olur. Vatikan’ın kurnazca bir tavırla Bartelemeos’u Ortodoksların ruhanî liderliğine terfi ettirme gayretleri aslında yeni bir hamle değil, eski ve bizce bilinen bir oyundur.

XXI) BATI’NIN JANDARMALIĞI MİSYONU TÜRKİYE’YE NELER KAYBETTİRDİ?

“1970’li yılları siyasi çatışmayla geçiren Demirel ve Ecevit çağı ıskalamışlardır.

Türkiye, savaş sonrası Avrupa yeniden kurulurken ‘Batı bloku’ içinde Yunanistan’la paralel hedeflere –NATO, Avrupa Konseyi, Ortak Pazar- dâhil olurken, iç çalkantıları nedeniyle AB üyeliğini kaçırmıştır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetlerin çözülmesinin ardından eski Doğu Avrupa ülkeleri AB’ye katılırken, Batı’nın ‘jandarmalığı’nı yapan Türkiye sürecin dışında kalmıştır.

Solsuz demokrasinin bedelini bugün de ödüyoruz.” [32]

XXII) 27 NİSAN ASKERÎ MUHTIRASI NE ANLAMA GELİYOR?

27 Nisan Muhtırası neden verildi?

Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini önlemek için…

Asker o gece dedi ki:

‘Ya Anayasa Mahkemesi 367 ile gereğini yaparak Gül’ün seçimini iptal eder ya da ben gereğini yaparım.’

Mahkeme gereğini yaptı ve askeri rahatlattı.” [33]

XXIII) TÜRKİYE TARIM KONUSUNDA AB’NİN TUZAĞINA DÜŞTÜ

Türkiye son on yılda tarım konusunda AB’nin tuzağına düştü. AB Türkiye’ye tarıma sübvansiyon vermemesini dikte ediyor. Ama kendisi veriyor. Türkiye kendi çiftçisini açlığa mahkûm etti.

Tarım arazilerini yabancı bankaya kaptırırsanız, çiftçiyi asgari ücretle hizmet sektöründe çalışmaya mecbur edersiniz.

Şu an Türkiye’de yediğiniz kuru gıdanın yüzde 51’i yabancı bir firmanın kontrolünde. O firma Türkiye’ye pirinç, nohut vermezse, Türkiye pirinç, nohut yiyemez. Türkiye kontrolü kaybetmiş.

Kendi halkına stopaj uygulayan bir sermaye yasası var. Bu Mozambik’te bile olmaz.” [34]

XXIV) MEDENİYETLERİ BATIRAN VE ÇIKARAN FAKTÖRLER NELERDİR?

“İngiliz İmparatorluğunun çöküşünün işareti, Afrikalı Boerlerin 1889’da başlayan isyanı karşısında düştüğü aczdi! Amerika’nın Afganistan ve Irak’ta düştüğü acz gibi…

Çağımızda yükselmenin temel dinamikleri hür düşünce, yaratıcılık, teknolojik yenilenme, bilimsel kapasite, küreselleşmeden alınacak pay gibi faktörlerdir. Batışlar, çıkışlar buna göre…” [35]

XXV) TÜRKİYE’DE SİYASÎ İSLÂMCILIK

“1990’larda siyasal İslam’ın yükselişi ve 2000-2007 seçimlerinde AKP karşısında alınan seçim yenilgilerinin Baykal yönetimini muhafazakârlaşan-dindarlaşan Türkiye’de ‘sol oyların’ giderek azaldığından hareketle bir düş kırıklığına ve ‘milliyetçi’ eksende siyaset yapmaya ittiği bir gerçek.

12 Eylül 1980 askeri rejiminde ‘sol’a indirilen darbe de kapatılan CHP’nin geleneksel çizgisinden uzaklaşmasına yol açtı.

Dünya solunun 1989 Berlin Duvarı’nın çöküşü, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla uğradığı şoktan da etkilendi, Türkiye solu.

Baykal 1990’ları ‘yeni sol, üçüncü yol, Anadolu solu’ gibi sulandırılmış programlarla geçiştirmeye çalışırken, yükselen İslamcılık ‘sistem karşıtı’ bir hareket olarak iktidara geldi.” [36]

XXVI) TÜRKİYE ÇAĞI ISKALADI

“ABD Federal Reserve Kurulu (Merkez Bankası) eski Başkanı Alan Greenspan’ın emeklilik sonrası kaleme aldığı 60 yıllık anılarını okurken, ülke yönetiminde görev alan kadroların ‘biyografi’ yazma geleneğinin kişisel bir sorumluluktan öte, toplumsal bir yükümlülük olarak ‘hesap verebilirlik’ düşüncesinden kaynaklandığını görebiliyorsunuz.

Berlin Duvarı’nın yıkıldığı ve Sovyetlerin dağıldığı 1989-91 arasında bir çağ değişiyor.

Tarihin sonu’ diye ifade edilen kırk yıllık ‘soğuk savaş’ın ardından Doğu Avrupa ülkeleri 21. yüzyıla AB üyesi olarak giriyorlar. Çin’in 1980’lerde başlayan dışa açılma politikası ‘küreselleşme’ süreciyle ivme kazanıyor.

ABD ekonomisinin 2008 başında konut fonları nedeniyle yaşadığı krizin, küresel bir durgunluk olarak tüm dünyayı etkilemesi ve petrolün varilinin 130 doları aşması karşısında Bush’un Irak işgalinin ne denli tarihî bir hata sayılması gerektiği üzerinde nedense durmuyor.

513 sayfalık anılarda Türkiye’ye tek bir sayfa-hatta tek bir satır!- ayrılmamış olması ilginçtir.

1960’lardan bu yana Türkiye’nin ‘darbeler ve krizler’le yüklü siyasal gündeminin değişen dünyada hayli yerel kaldığı anlaşılıyor.

Çağı ıskalamak başka nasıl olur?!” [37]

XXVII) 21. ASRIN EN BÜYÜK TEHDİTLERİ NELERDİR?

“Bu yüzyılın en büyük tehdidi olan ‘iklim değişikliği’, ‘kuraklık’, ‘erozyon’, ‘biyoçeşitlilik kaybı’, ‘gıda güvenliği’ ve ‘susuzluk’ gibi sorunlardan en çok etkilenen Akdeniz Havzası’ndaki ülkemizde orman alanlarının ormancılık kullanımlara açılmasından gelecek kuşaklar adına kaygı duymaktayız.” [38] 15.12.2011

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 09.01.2012, 16.01.2012, 23.01.2012, 30.01.2012 tarih ve 423, 424, 425, 426 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

Ekrem YAMAN

Sinop Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com.tr

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr



[1] Ahmet SELİM, “Hayretler İçindeyim,” Zaman Gazetesi, 19.01.2006.

[2] Yrd. Doç. Dr. Hüseyin SARI, “Torpil ve Hemşerilik,” Bolu’da Yeni Hayat Gazetesi.

[3] Ahmet SELİM, “Sayın Baykal’a İthaf,” Zaman Gazetesi, 27.10.2005.

[4] Beşir AYVAZOĞLU, “Osmanlı Barışı ve Ortadoğu,” Zaman Gazetesi, 28.04.2002.

[5] Taşkın TUNA, “Olmak ya da Olmamak,” Zaman Gazetesi.

[6] Hükümet Programı 25 Kasım 1991, s. (55-63).

[7] Mustafa DURAN, “Bir Garip ‘Gül’ Hikâyesi,” Kayseri Güneş Gazetesi, www.kayserigunes.com

[8] Yaman TÖRÜNER, “Stratejik Ekonomi,” Milliyet Gazetesi, 08.07.2008, s. 8.

[9] Yrd. Doç. Dr. Hüseyin SARI, “Eğer Zaferleri Anlayamazsak,” Bolu’da Yenihayat Gazetesi.

[10] “Çanakkale’yi Geçilmez Yapanlar,” http://www.diyanet.gov.tr/

[11] Mustafa ARMAĞAN, “Avrupa’nın Hasta Adamı AB Kapısında,” Zaman Gazetesi,19.01.2006.

[12] Derya SAZAK, “İncirlik Kartı,” Milliyet Gazetesi, 12 10.2007, s. 20.

[13] Yrd. Doç. Dr. Hüseyin SARI, “Bitmeyen Bir Tango ‘Ermeni Sorunu’,” Bolu’da Yenihayat Gazetesi.

[14] Necip Fazıl KISAKÜREK, Çile.

[15] Hasan CEMAL, “Kafayı Serin Tutun!,” Milliyet Gazetesi, 27 07.2007, s. 17.

[16] Ahmet SELİM, “Meşruiyet Hakikati,” Zaman Gazetesi, 20.10.2005.

[17] Taşkın TUNA, “Mayıs Ayının Düşündürdükleri,” Zaman Gazetesi, 17.05.2002.

[18] Yrd. Doç. Dr. Hüseyin SARI, “12 Eylül’ü Doğru Okursak,” Bolu’da Yeni Hayat Gazetesi, hsari@boludayenihayat.com

[19] Ahmet SELİM, “Derinlerdeki Hatalar ve Uzaklıklar,” Zaman Gazetesi, 21.10.2005.

[20] Prof. Dr. Mustafa ERDOĞAN, “Türkiye’nin Artık Karar Vermesi Gerekiyor,” Zaman Gazetesi, 06.03.2002.

[21] Tamer KORKMAZ, “Beyhude,” Zaman Gazetesi, 24.01.2006.

[22] Yrd. Doç. Dr. Hüseyin SARI, “Ağca, Adalet ve Ülkücülük,” Bolu’da Yenihayat Gazetesi.

[23] Hayrullah MAHMUD, “22 Temmuz Seçim Sonuçları,” 12.07.2007.

[24] J. FREEDLAND, Goardian, 20.07.2005.

[25] Mehmet Ali SULUTAŞ, MSTB’den Irak Türkmenlerine Yapılan Bombalı Saldırıya Tepki, 11.07.2007.

[26] Bill Clinton’ın 15.11.1999’da TBMM’nde yaptığı konuşmadan iktibas.

[27] M. Emin AYDINBAŞ, “Durup Biraz Soluklanmak,” Mersin Tercüman Gazetesi, 10 Eylül 2007, s. 2, www.mersintercuman.com

[28] Tamer KORKMAZ, “Bir Zamanlar Hakir Gördüğün Bir Genç Vardı,” Zaman Gazetesi, 20.01.2006.

[29] Melih AŞIK, “Anayasa Fırlatma,” Milliyet Gazetesi, 29 08.2007, s. 12, www.milliyet.com

[30] Hasan CEMAL, “Ortadoğu İnfilak Ederse…,” Milliyet Gazetesi, 13 11.2007, s. 17.

[31] Güneri CİVAOĞLU, “Farklı Bir İsrail,” Milliyet Gazetesi, 13 11.2007, s. 17.

[32] Derya SAZAK, “Portekiz Deneyimi,” Milliyet Gazetesi, 12 04.2008, s. 20.

[33] Hasan CEMAL, “Mapuslar Sarayı’nda Darbe Tertipleri…,” Milliyet Gazetesi, 17 04.2008, s. 20.

[34] Abbas GÜÇLÜ, “Öymen: AKP Yüzde 47 Değil, Yüzde 33 Oy Aldı,” Milliyet Gazetesi, 18 04.2008, s. 20.

[35] Taha AKYOL, “Amerika Batıyor, Çin Geliyor!,” Milliyet Gazetesi, 21 05.2008, s. 15.

[36] Derya SAZAK, “2010’lar Siyaseti,” Milliyet Gazetesi, 25 04.2008, s. 21.

[37] Derya SAZAK, “Çağı Iskalamak,” Milliyet Gazetesi, 23 05.2008, s. 21.

[38] Derya SAZAK, “Beyaz Sürgün,” Milliyet Gazetesi, 24 05.2008, s. 21.