28 ŞUBAT SÜRECİ NE DEMEKTİR? 28 ŞUBAT’IN İKTİSADÎ HAYATA YANSIMALARI NASIL OLMUŞTUR?

 

28 Şubat’ın ilk günlerinde bazı basın mensuplarının “Dördüncü değil, birinci gücüz!” haykırmalarını hiç unutmadık. “Biz Ulus Gazetesi okuya, okuya ihtilâl yaptık!” diyenleri de. 8 yıllık eğitim tartışmalarının en yoğun yaşandığı dönemlerde TÜSİAD’ın hazırladığı raporu bilmeyen yoktur. Ülkenin eğitiminin bugünlere gelmesinde o raporun menfî etkisi tartışılamaz. Âdetâ siyasîlerin rehber kitapçığı olmuştu. Söz konusu rapora göre ülkemiz için en büyük tehlike “irtica” idi. Oysa uçan kuştan haberi olan devletin bir numaralı istihbarat teşkilâtının müsteşarı, tehlike oluşturan irtica oranını % 5-8 arası olarak açıklıyordu.

Bunca yaygara, şamata ve iftira politikacı-bürokrat-işadamı üçlüsünün medya destekli hırsızlıklarını örtmek için kullanılmış, ülke soyulmuş, talan edilmişti. Ancak TÜSİAD’ın 2001’de yayımladığı “Siyasî Kriterler, Görüşler ve Öncelikler” başlıklı raporu insana “Daha önceleri nerelerdeydiniz?!..” dedirtecek derecede kırılma ve dönüş noktasını gösteriyordu. TÜSİAD, hatasını görmüştü. 1979’da gazetelere ilânlar vererek Ecevit Hükûmetini düşüren TÜSİAD, Anadolu’da yeni yeni palazlanmaya başlayan sermayeden hayli ürkmüştü.

Türkiye’de merkez medya, “resmî ideoloji çerçevesinde kamuoyu manipülasyonu” misyonuna sahiptir.

1940’lı yıllarda sosyalist Nazım Hikmet, Türkçü Nihat Atsız, İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursi hapisti. Üç ayrı fikrin mensubu en sıkıntılı günleri yaşarken, hâkim güç ve zihniyet Türkiye’yi geri bırakmakla meşguldü. “Ne mutlu Türküm diyene!” sloganını dağa taşa yazanlar 3 Mayıs 1944 Türkçülük hareketine katılanları idamla yargıladı. Bu memleketin kalkınmasını istemeyenler 1960 İhtilâli’nden sonra, anarşinin, terörün artmasını sağladı. Oysa “1950-1959 Menderes döneminde yıllık büyüme yüzde 6,2 ile rekor kırmıştı.” [1] 1971 Muhtırası, terörün tırmanmasını önleyemedi. 1970’li yıllarda gençler birbirlerini öldürdü, binlercesi kardeş kavgasında can verdi. 1965’den 1980’e kadar çeşitli kabinelerde Başbakanlık yapan Süleyman Demirel’in icraatlarının da içinde yer aldığı 1960-1969 arası Plânlı Dönemde yıllık büyüme ortalaması yüzde 6, 1970-1979 yılları arasında yıllık ortalama büyüme yüzde 5,4 idi. 1980 İhtilâli silâhlı mücadeleyi önlerken 1984’de PKK terörü başladı. Neden bu hareket daha kıvılcım safhasında iken söndürülmedi? Yangına dönüştü. Neden 40 bin kişi can verdi? Ülkemizde en son boy gösteren Hizbullah denilen Hizb-i Kontra hakkında, meşhur silâh tüccarı Ertaç Tinar’ın, sıkıştığı bir anda bir TV kanalında, “MOSSAD ajanları Antalya dağlarında aylarca özel tim mensuplarına eğitim verdi; niçin verdi ve bunlar kimdi?” şeklindeki mesaj yüklü itirafı hâlâ hafızalardadır. Yıllardan beri bilinen Hizbullah Örgütü, pek çok cinayetten sonra dağıtılabildi. Tarifi, 1908’den beri bilerek ve isteyerek hukukî bir metin içinde yapılmayan “irtica” yaygaralarına rağmen, “Hizbullah” adlı teşkilâtla benzeri yapılanmaların, hiç de irticaî bir yapılanma olmadığını bu ülkede yaşayan herkes biliyor. Kelimelerle oynayarak insanlara iftira atmayalım.

Siyasî İslâm”ı siyaset sahnesinden silmek üzere pilot ülke olarak seçilen Türkiye’de Avrupa, REFAHYOL iktidarının şahsında “başarısızlığın İslâmîleştirilmesi” için beklerken, ekonomi alanında önemli adımlar atıldı. Faiz hadleri geri çekildi, enflasyonda belirgin bir düşme kaydedildi. Havuz sistemi işlemeye başladı, denk bütçe yapıldı, memur ve işçilere yakın dönemin en yüksek zamları verildi. Askerler % 73 oranında zam aldılar. Konunun ilgili uzmanlarına göre, “iktidarın başarısı” birçok çevreyi korkuttu. Can simidi gibi kendisine sarıldığımız Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı görevini bırakarak ülke ekonomisinin dümeninin başına oturtulan zamanın Devlet Bakanı Kemal Derviş, REFAHYOL iktidarının başarılı olduğunu belirtmişti. Böyle giderse, sadece Türkiye’de değil, bütün İslâm âleminde “siyasî İslâm’a ilişkin tez” çürüğe çıkacak ve belki de, Avrupa’nın korktuğu başına gelerek, diğer ülkelerde de İslâm’a yakın ilgi duyan partiler peş peşe iktidara geleceklerdi. Cezayir’de seçimler dikta idaresiyle yok saydırıldı. Bu durumda Avrupa için REFAHYOL’u iktidardan düşürmekten başka çare kalmamıştı. Bu arada Ocak 1997’den itibaren RP deonu iktidardan düşürmeyi plânlayanların işini kolaylaştıracak hatalaryapmakta gecikmedi. Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan, Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Çelik, Rize Milletvekili Şevki Yılmaz âdetâ elbirliği etmişçesine salvo atışlara başladılar. Ne kadar sivri lâf varsa Türkiye’nin üzerine boca ettiler. O günlerde “Kan akacak, her şey fıstık gibi olacak” sözü, Erbakan’ın “Kanlı mı olacak, kansız mı olacak?” sözünün arkasından, İbrahim Halil Çelik’in ağzından kayıtlara geçti. Siyaset dışı güçlerin devreye girmesiyle REFAHYOL iktidarına son verildi. Bu işin baş aktörlerinden biri 9. Cumhurbaşkanı ve 28 Şubat sürecinin önde gelen ismi Süleyman Demirel’di. “Yollar yürümekle aşınmaz” diyen Demirel 40 yıldır yürüdüğü demokratik çizgiden saparak, anti-demokratik bir yolla bir iktidarın devrilmesiyle ve zamanın devlet bakanlarından birinin ifâde ettiği gibi “postmodern bir darbe” ile neticeye gidiyordu.

28 Şubat, tarihî bloğun, yani Meşrutiyet’ten bu yana iktidara el koymuş küçük bir zümrenin çevre güçlerinin merkeze doğru yürüyüşünü önlemek için plânladığı anti demokratik bir girişimdi. Sonraları plânlayıcıları ve icracıları dahi bu hareketin “post modern darbe” olduğunu söylediler.

RP % 21 oy oranı ile iktidar olmuştu. Arkasından kurulan FP’nin bölünmesiyle ortaya iki parti çıktı. 28 Şubat Süreci’nde RP ve FP Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatıldı.

Böylece art arda RP ve FP’nin kapatılmasıyla Türkiye siyasetin en önemli meselelerinden biri olan “temsil sorunu”nu bir kere daha yaşamaya başladı.

28 Şubat, 11 Meclis soruşturması ve gensoruyla düşürülemeyen bir hükûmeti siyâset dışı faktörlerin araya girmesiyle düşürmüş, sosyal tabanı ve çoğunluğu olmayan partilerin iktidar olmasına imkân vermiştir. Sokağın hararetine, onca tehdit ve şantaja ve milletvekili transferlerine rağmen REFAHYOL Hükûmeti, siyâset içi ve dışı yollar kullanılarak “irticaı koruyup kollamak” suçundan iktidardan düşürülürken, yerine gelen Mesut Yılmaz Hükûmeti, yâni 28 Şubat’ın kurdurduğu ANASOL-D Hükûmeti, TÜRKBANK ihâlesindeki yolsuzluk yüzünden düşürüldü. Ne varlığını, ne de gücünü medyadan almamış olan REFAHYOL Hükûmeti, psikolojik harbe ancak birkaç ay göğüs gerebildi. 28 Şubat’ın kurdurduğu bir hükûmetin banka usûlsüzlüğü yüzünden düşmesi, o günün ağır şartlarında bizi ayıkmasa da, çok mânidârdı. Bankalardan sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner’in çantasını toplayarak pür telâş Meclis’ten ayrılması hâlâ hâfızalardadır. TÜRKBANK’ın özelleştirilmesindeki ilişkileri sebebi ile düşürülen Güneş Taner, ETİBANK bağlantılarıyla yine karşımıza çıktı. TÜRKBANK ihâlesindeki soru işaretleri cevap bulmadan gidilen seçimde aynı aktörler yeniden hükûmet olurken, yolsuzluklara karşı açıkça tavır alan CHP barajı bile aşamadı. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal o günlerde “Banka yüzünden hükûmet düşürülür mü?” gibi demokrasilerde hayli garip karşılanması gereken bir soruya muhatap oldu. 28 Şubat’ın çekirdek kurumu BÇG’nin mimârlarından olan Muhittin Füsunoğlu batık SÜMERBANK’ta, sürecin baş aktörlerinden Teoman Koman batık İNTERBANK’ta, Güven Erkaya batık iş adamı Korkmaz Yiğit’in yanında boy gösterdi. 28 Şubat mutlaka yolsuzlukların penceresinden iyice değerlendirilmelidir. [2]

28 Şubat’tan sonra siyâsete dışarıdan etki etmenin bilinen ismi “durumdan vazife çıkarmak”tı..

28 Şubat sürecine yol açan cunta hareketinin Türkiye’yi BAAS türü bir rejime sürüklemek istediği doğruydu. Bu arzu 28 Şubat’çıların karakteri ile de bağdaşıyordu. Yâni asıl BAAS rejimi tehlikesi “askerlerin bazıları ince ayar hakkını kullanırken” vardı! Ocak 2001’de Mesut Yılmaz’ın ağzından duyduğumuz “Ya Avrupa Birliği ya BAAS rejimi” sözleri üzerine Tansu Çiller de “Jandarma kapınıza dayanınca mı demokrat oldunuz?” sözüyle karşılık verirken Jandarma Genel Komutanlığı’nın yaptığı “Beyaz Enerji Operasyonu”nu imâ ediyordu. Muhsin Yazıcıoğlu ve Hasan Celal Güzel’in diliyle ilk defa 28 Şubat sürecinin sıcak günlerinde “Türkiye Cezayir olamaz. İran olmayacaktır, ama Türkiye’nin Suriye yapılmasına da müsaade etmeyeceğiz.” sözleriyle 28 Şubat süreciyle BAAS rejimi arasında irtibat kurulmuştu. Hasan Celal Güzel o günlerde yaptığı ve 28 Şubat Süreci öncesinde ve uygulaması sırasında alınan gizli kararları basın yoluyla kamuoyuyla paylaşan açıklamalarından dolayı Ayaş Cezaevi’ne gönderildi.

28 Şubat kararlarının altında REFAHYOL Hükûmeti’nin Başbakanının, Başbakan Yardımcısının, bir kısmı “Yenilikçi” olan RP’li bakanların imzaları vardır. 2001’de 28 Şubat’çıların idamla yargılanmasını talep edenler, o günlerde RP milletvekili idiler. İstifâ bile edemediler. En ufak tepki gösteremediler. Koltuğu bırakmak Türk siyâsetinin alışık olmadığı bir davranış biçimidir.

Biz demokrasiyi savunuyoruz” diyen ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, askerlerin kendilerine göre temizledikleri siyâset sahnesine afra tafra ile atanmış bir başbakan olarak çıktı.

DYP’yi 28 Şubat sürecinde terk eden milletvekilleri demokrasi aşkıyla mı yanıp tutuşuyorlardı? O günlerde Cumhurbaşkanı olan Demirel’in tavrını hatırlamak ise “demokratım” diyen herkesin ağırına gidecektir.

Görüldüğü üzere, bütün askerî müdahâlelerin kullandığı sivil uzantılar vardır.

Askerî vesayet, askerî dizayn ve karargâh toplum mühendisliği, bizatihi demokrasinin özüne, ruhuna aykırıdır. Sivillerin bir kısmından ve medyadan destek görse de (sonradan onların “yardakçılar” oldukları itiraf edilse de) bütün askerî müdahâleler, demokrasi açısından savunulamaz. Çünkü siyâsetin kiri, pası, lekesi yine siyâsetle temizlenir. Demokrasilerde kötü, âciz politikacının cezasını, seçmen sandık başında verir. Askere bu konuda söz ve iş düşmez. Her askerî darbeden sonra bakanlık koltuğuna oturtulan ve seçimle iş başına gelmeyen bazı siviller Türkiye’de sistemin mantığını bizâtihi kendileri zedelemişlerdir.

Türkiye’de, hayatımızı ve geleceğimizi tehdit eden durum yolsuzluğun tehlike olarak görülmemiş olmasıdır. Türkiye’de yaygın olan kanaate göre, “büyük götüren sıvışıyor, küçük götüren ise kıstırılıyor.” Bu zihniyetin, “Kanunlar âcizler içindir” diyen zihniyetten ne farkı vardır? Kaç devlet bankasının 28 Şubat 1997’den sonra özelleştirildiğini, bunların kaçının batırıldığını ve bankaların üst yönetiminde kaç muktedir emekli generalin görev aldığını başlı başına bir araştırma konusu yaparak araştırmak lâzımdır.

Bu süreçle beraber Türkiye iktidarı olan, ancak muhâlefeti olmayan bir demokrasi görüntüsünü verdi.

Nisan 1998’de hazırlanan ve dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir imzasını taşıyan “Güçlü Eylem Plânı”nda bazı kişi ve kurumların hedef alındığını ve bu kişilerin kamuoyunda itibarsız hâle getirilmesinin hedeflendiğini Nazlı Ilıcak’ın Başbakan tarafından cevaplandırılmak üzere Meclis Başkanlığı’na sunduğu soru önergesinden öğreniyoruz. Bu kişi ve müesseseler kimlerdir ve hangi müesseselerdir? Bu husus da meçhuller kervanına katılan konulardan biri olarak kaldı.

Türkiye’de 2000’li yıllarda çok vahim bir kamu otoritesi krizi vardı. Bu devir yaygın bir şaşkınlık ve siyâsetsizlik hâletinin devlete hâkim olduğu bir dönem olarak hatırlanacaktır. 

Türkiye, Doğu Akdeniz dünyâsında yer almanın önemini hâlâ kavrayamamış durumdadır. Ülkemizde yıllardır rant paylaşımı üzerine kurulu siyasî bir sistem dışarıya, yabancı yatırımcılara hiç güven vermiyor. Hükûmetler itibar ve güven kaybına, siyâsetçinin itibarı da erozyona uğramış, Parlamento ikinci plâna itilmiş, 28 Şubat süreciyle demokrasinin üzerindeki askerî vesayet koyulaşmış ve üstüne üstlük bir de MGK toplantısında ortaya devlet krizi çıkmıştı. Hüsnü Doğan’ın 1999’da dediği gibi, bu kaos içinde “Türk siyasî hayatı beylikler dönemini yaşa(dı). Beylerbeyi gelmediği sürece Türkiye sorunlarının üstesinden geleme(yecekti).”

Bazı yazarlara göre 28 Şubat Süreci’nde ortaya konulan ve Türkiye’de hâlen sürdürülen bir toplumsal mühendislik projesine “start” verildi. Topluma statik bir kalıp giydirmeyi hedefleyen bu proje, kaçınılmaz olarak, toplumun bazı kesimlerini ciddî ölçüde mağdur edecekti. Nitekim etti de. Yalnız, bu sefer, daha önceki benzer projelerden farklı olarak, mağdur edilen kesim nispeten marjinal/dar bir grup değil, çok geniş bir kesimdi: Dindar Müslümanlar. Adım, adım geliştirilen bu mağdur etme politikası yüz binlerce-milyonlarca insanın çeşitli haklarının ihlâl edilmesine; toplumsal hayat ve alanlarının daraltılmasına; insanların sindirilmesine, aşağılanmasına ve hakarete uğratılmasına sebep oldu…

Bir toplumda barış ve huzurun hâkim olabilmesi için hak ve hürriyet ihlâllerine, kimlere yönelik olursa olsun, karşı çıkılmalıdır. Bunu yapabilmek için ise prensipli bir tutuma ve hak ve hürriyetlerin felsefî temeli ve mahiyetiyle ilgili yeterli bilgiye sahip olmak gerekir. Prensipler hepimiz içindir. Yarın bir gün, bugünkü konumlarından çok memnun görünen hâkim Kemalist laikçi çevreler din adına baskı altına alınır, hak ve hürriyetlerinden mahrum edilirlerse, onları savunacak olanlar da, araziye uyanlar değil, şahsiyetli ve prensipli davranmaya çalışanlar olacaktır.

28 Şubat sonrasında güçlenen MGK etkisi altında siyasîlerde, alınan kararlarla kendileri arasına mesafe koyma ve bu kararların sorumluluğunu askere atfetme şeklinde bir “kendini koruma refleksi” belirginleşmiş durumdadır. Bu refleks, Sınır Tanımayan Gazeteciler Teşkilâtı’nın Paris’in St. Lazare Garı’nda düzenledikleri gösteriye, Genelkurmay eski Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun resmini ”medyaya düşman diktatör liderler” başlığını taşıyan bir afişi ayaklar altına sererek malzeme yapmalarına sükûtla cevap vermeleriyle de kendini gösterdi. Zira Türkiye’den 2 gün boyunca en ufak bir tepki gelmedi. Aynı teşkilâtın Rusya’da sergilediği benzer gösteri ise tamamen görmezden gelindi. Kıvrıkoğlu medya desteğiyle kendi kendini savundu.

Eskilerin deyimi ile sanki gün günden beter biçimde doğuyordu. İşin aslına bakarsanız biz bir siyaset geleneği oluşturamadık. Gelenek oluşturma sürekli yenilenerek kalıcı olmak demektir. Bugün ülkemizde toplumsal dinamikler ve talepler; siyasetin, siyasetçinin ve hali hazırdaki sistemin hayli önündedir. İnsanımız bugün yenilikçi, değişken siyaset geleneğini oluşturamadığımız için siyasetten kaçmaktadır. Aslında halk tutunacak bir dal arıyor.

Devlet istese de, istemese de, 28 Şubat’tan geri adım atıyor, dışa ittiği partileri ve onların seçmenini siyasete davet ediyor ve 3 Kasım 2002 seçimleriyle AKP’nin kazandığı başarıyı yok farz edemiyor. Bu sun’î siyasetin bitmesi için şimdi bir adım daha atılması gerekiyor: Söz konusu partilerin kendi 28 Şubat karşıtı kimliklerini, AB’nin imâ ettiği demokratlaşma ile bütünleştirecek bir söylem ve insan malzemesi ile toplumun karşısına çıkmalarıdır.

28 Şubat’ın önemli bir yanlışı da, 1995’de başlayan ve epey mesafe alan diyalog ve barış ortamını hançerlemesiydi. “Bölücülük ve irtica ile mücadele” adı altında, bilerek veya bilmeyerek, atılan toplumsal barış adımları çelmelendi. Kutuplaşma ve gerilim, diyalog ve hoşgörünün önünü kesti. Ne gariptir ki, aynı dönemde banka sermayelerinin yurt dışına kaçırılmasının, soygunların, hırsızlıkların, ahlâkî kirlenmenin ve üst katmanlardaki çürümenin her nedense farkına varılamadı…

Devletin bütün duyarlılığının irtica tehdidine odaklandığı 28 Şubat sürecinde “yolsuzluk ekonomisi” en büyük atılımı yapmıştır. 28 Şubat’ın siyasî projelerini ihale ettiği Mesut Yılmaz başkanlığındaki ANASOL Hükûmeti Cumhuriyet döneminde “yolsuzluk” iddialarıyla düşürülen ilk ve tek hükûmettir.

Askerin siyasete dahlini sürekli ve sistematik hâle getiren 28 Şubat müdahalesi, asker içindeki tabiî olması gereken fikir farklılıklarını bile “siyasî” hâle getirdi. Yani askeri bile bir yerde gruplaşmanın içine itti.

28 Şubat 1997 darbesini yapanların içtihatlarına ve muhataplarının kabahatlerine rağmen uygulamalardaki yanlışlığı bugün ortaya çıkıp kim savunabilir ki?!.. “Yeşil sermaye”ye karşı topyekûn savaş açılırken, milyarlarca Dolarlık soygunları görmezden gelmenin veya yok saymanın faturasını, yani yolsuzluk ve hırsızlık ekonomisinin faturasını masum ve garip Türk Milleti ödedi. 80 milyar Dolarlık soygunların arkasında “irticacı sermaye” mi vardır?

28 Şubat süreciyle tamamen ideolojik sebeplerle Anadolu’da neşvünema bulan iktisadî, sınaî ve ticarî teşebbüslere karşı âdetâ savaş açıldı. Bugün kamu kaynaklarına musallat olanların 28 Şubat gölgesi altında ekonomiyi bu noktaya getirdikleri ayan beyan ortadadır.

Şurası açıktır ki, hem içeriden hem de dışarıdan güç alan bir el Türkiye’de, siyaseti yeniden yapılandırmak için öncelikle bir mıntıka temizliğine girdi. Mustafa Cumhur Ersümer ve Koray Aydın ile ekiplerinin tasfiyesi bu anlama geliyor.

Bizde siyasî mücadele o denli derin ve geniştir ki, hukuku bile kapsar. Türkiye’de hukukçular da dâhil olmak üzere neredeyse hiç kimse hukukun siyasetin uzantısı olmasından gocunmaz; hattâ bunun böyle olması gerektiğini düşünür. Türkiye’de hukuk kendi ayakları üzerinde duramayacak kadar zayıf; kendi inisiyatifiyle hareket edemeyecek kadar güçsüz; kendi kişiliğini geliştiremeyecek kadar siyasete bağımlıdır. Çünkü kuvvetler ayrılığı ilkesinin icaplarını hâlâ gerçekleştirebilmiş değiliz. Böyle bir niyetimiz de yoktur. Türkiye’nin bütün idarî organları ve hakemlik müesseseleri Osmanlı İmparatorluğu dönemini çağrıştırır biçimde siyaset yapmayı sürdürüyor. Otoriter zihniyetin hâkim olduğu güçlü bir merkeziyetçi anlayış; devletin sahipliği üzerine bina edilmiş bir idarecilik geleneği; bütün müessesevî yapıyı bu gayeyi gerçekleştirmek için vasıta haline getiren bir siyasîleşme süreci hâlen devam ediyor. Kitabına uydurmak üzere yargı bağımsızlığı ortaya çıkarmışız; ama idare de ikiye bölünmüş (merkezî idare ve taşra idaresi) ve yargı ‘alt’ yürütme organı karşısında bağımsız kalırken, ‘üst’ yürütme organına daha da bağımlı hâle gelmiştir. Bütün bu temayüller son dönemde toplumsal siyaseti iyice güdükleştiren ve dolayısıyla siyaseti tamamen devletin hegemonyası altına alan 28 Şubat’la iyice uç noktaya taşınmış durumdadır.

Türkiye’de devletin köşeye her sıkışması modernleşme gayretlerinin reddine yol açıyor. En büyük ironi ise günümüzün modernleşmesinin bizzat İslâmî kesimde yaşanmasıdır. Devletin “irtica” adını taktığı birçok husus, gerçekte İslâmî kesimdeki sağlıklı bir farklılaşmanın, değişimin ve çağın gereklerine uygun olarak yaşanan dönüşümün de bir neticesidir. Laik kesim bu farklılaşmayı yeterince göremediği gibi, kendi devletini de daha yakından tanıma şansını geç elde etti.

İnsan hakları ihlâlleri, idarenin bir türlü saydamlaşamaması, bürokratik oligarşinin tahakkümü, güçler ayrılığı dengesinin sıkça çiğnenmesi ve demokrasiye inancı zayıflatan eylem ve beyanlar devletin demokratik karakterine gölge düşüren zaaflarımızdır.

Dünya hayatında her şeyin bir bedeli vardır. Lütufla hürriyet alınmaz. Size lütfeden, istediği zaman onu geri alır.

Dünyâda hiçbir şey insandan daha değerli ve önemli olamaz. İnsan hayatı kutsîdir. Devletin birinci görevi, insanın insanca yaşama hakkını korumaktır. Bu, hangi ağır suçtan dolayı ceza almış olursa olsun, hükümlü ve tutuklu olanlar için de geçerlidir. Vatandaşlık vazifelerini hakkıyla yerine getiren insanlara devletin sadece minnet borcu vardır. Vatandaşımız devletinden şefkat ve merhamet alacağını tahsil edememiştir.

Aşırı ihtiras, insana her zaman mevki sunmaz; çoğunlukla insanı nisyan çukurunda boğar. 28 Şubat sürecinin aktörlerinden kaç kişi milletin gönlünde yer edinebildi?

28 Şubat Süreci hakkında Deniz Harp Okulu Komutanlığı görevinden istifa eden emekli Tuğamiral Türker Ertürk “28 Şubat korkunç bir hataydı. Fikirlerini paylaşmasanız da Necmettin Erbakan anti-emperyalisttir. Asla işbirlikçi değildir.” [3] diyerek açıkça bu post-modern darbenin ipini pazara çıkarttı.

Türkiye’nin yeni siyasi elitini oluşturan AKP ve Gülen Hareketi kadroları, askerin 50 yıla yaklaşan vesayetini, üç-dört yıl süren bir iktidar savaşının neticesinde bitirdiler. Askeri vesayet, Ortadoğu’da sadece Türkiye’de uygulanmış, özgün bir rejimdi.

Şimdi sivilleştik. Artık ‘yeni Türkiye’nin başarısı, sivil iktidarın otoriterleşmeci eğilimlerini demokrasi içinde eritebilmesi ve toplumsal barışın mutabakatını yaratabilmesiyle ölçülecek(tir).” [4] 02.03.2011

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 07.03.2011, 14.03.2011 tarih ve 385, 386 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com

e.posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Güngör URAS, “On Yılda Neler Oldu?,” Milliyet, 23.02.2011.

[2] Mustafa Ünal, “Ekonominin 28 Şubat’ı,” Zaman, 1.12.2000, s. 13.

[3] “Emekli Tuğamiral Ertürk: 28 Şubat Hataydı,” Milliyet, 24.12.2010, s. 17.

[4] Kadri GÜRSEL, “Türkiye Mısır’a Kötü Örnek Oluyor,” Milliyet, 06.02.2011, s. 18.