TÜRKİYE’NİN EKONOMİK, EĞİTİM, HUKUK VE DEMOKRATİK SİSTEMİ HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

 

Türkiye’nin ekonomik sisteminin ıslâhı için şu hususlar hatırda tutulmalıdır:

Türkiye ekonomisi dün denilebilecek kadar yakın bir zamanda siyasî ve bürokratik tahakküm altında ezilmekte, inlemekteydi.

Davos’ta Price Waterhause Coupers(PWC)’ın yayımladığı “Opacity” isimli çalışmadan derlenen bilgiye göre, Türkiye, yolsuzluklar sebebiyle % 36 oranında fazladan vergi ödemek zorunda kalıyor. Endeks, dünyâ genelinde ekonomik ve coğrafî özelliklere göre seçilmiş 35 ülkeye sıfırdan 150 puana kadar puan verilerek hazırlandı. Bu sıralamada 74 puan alan Türkiye 4. oldu.

Türkiye, gayrı safi millî hâsıla gelirinde dünyâda 22. sırada yer alıyor.

Yeni bir değerlendirme kıstası daha var: Gayrı safi millî bilgi sıralaması. Türkiye bu sıralamada 48. sırada yer alıyor. Yâni bilgi üretimimizi halen yeterli seviyeye getiremedik.

A.B.D, Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl düzenli olarak yayımladığı “Dünyâ İnsan Hakları Raporu”nda Türkiye 2001’de ciddî sorunların sürdüğü ülkelerin başında gösterilmişti. A.B.D. düşünce ve araştırma kuruluşu Freedom Hause tarafından hazırlanan “1999 Dünyâ Özgürlük Raporu”nda Türkiye ancak kısmen özgür ülkeler kategorisine girebilmişti. Basının birinci güç olduğu Türkiye’de yolsuzluk da birinci tehdit ise bu ikisi arasındaki ilişki en önemli sorunlarımızdan biri olmalıdır. Ocak 2001’de Davos’taki Dünyâ Ekonomik Forumu’nda sunulan bir raporda da Türkiye, “yolsuzluk ekonomisinin bedelini, ağır şartlarda borçlanarak ödeyen ülkeler” sıralamasında Çin, Rusya ve Endonezya’dan sonra 4. gelmişti.

Dünya Bankası’nın 133 ülke içinde en fakir % 20’nin millî gelirden aldığı pay ile en zengin % 20’nin millî gelirden aldığı payı karşılaştırarak yaptığı sıralamaya göre Türkiye dünyanın 133 ülkesi arasında gelir dağılımı en bozuk olan ilk 25 ülkesi içinde yer alıyor. Kamuoyunda “Kabile devleti olarak adlandırılan Tanzanya, Uganda ve Ruanda gibi Afrika ülkelerinde dahi gelir dağılımı Türkiye’den daha adil durumdadır.” [1]  

“Görünen manzara şu ki, millet olarak başarıya açız ve son tahlilde idarecilerimizden râzıyız. Açlık ve rızâ bizi kapıldığımız atâlet sarmalının orta yerlerinde yutuyor, ne ölüyor, ne de iflâh oluyoruz. Vicdanını meyhaneler kadar temiz tutanlar (yakın bir geçmişte) trilyonlarca lirayı Türk bankalarındaki milletin hesaplarından alıp, yurt dışındaki şahsî hesaplarına götürdüler ve halkı peynir, ekmeğe muhtaç ettiler.

Bugün çöp toplayarak artık malzemeden ekmek parası kazanmanın bile bir meslek hâline geldiği bu ülkede, Türk insanının sefaletine seyirci kalamayız.

Bu ülkede hırsızlık henüz bir fırsat mes’elesi hâline gelecek derecede yaygınlaşmadı; eline fırsat geçen herkes gözünü karartıp hırsızlık yapmıyor. Çoğumuzun indinde ahlâkî kriterler hâlâ faal hâldedir. Hırsızların hep de “Beyt’ül mal”e yâni devlet hazinesine dadanmış olmaları onlara karşı öfkemizi artırıyor. Türkiye’de vergi şuuru ve adâleti henüz lâyıkıyla tesis edilmediği için, hırsızların aslında bizim kesemize dadandıklarına öfkelenmekten ziyade, kızgınlığımızı devlete yöneltiyoruz. Kendi variyetine, parasına, puluna, arsasına, demirbaşına sahip çıkamayan bir kamu idâresine tâbi olmak nefsimizi incitiyor. Kamu hazinesinin uluorta alenen çapullanması millet olarak bizde enayi yerine konulmak hissi uyandırıyor; zarara uğramaktan çok aldatıldığımıza, vergilerimizin çarçur edildiğinden ziyade âdil ve iyi işleyen bir kamu idâresi cihazı kurmaktaki beceriksizliğimize, âcizliğimize yanıyoruz. Çalmanın ve fırsatını bulunca yolsuzluk ve sû-i istimâl etmenin sıradan bir vak’a hâline gelmesi gelecek adına ümidimizi kırıyor.” [2]

Bir iki asırdır bu ülkenin kaderi üzerinde çöreklenenler, bu ülkenin kendi olarak meseleleri çözülmüş bir ülke olmasını asla arzu etmezler. Bunlara karşı namuslu, dürüst insanlar kenetlenmek mecburiyetindedir. Çünkü dün Türkiye’nin içerisinde bulunduğu ekonomik krizin altında hırsızlık ve yolsuzluk yatmaktaydı. İktisâden kalkınma ve gelişmenin önünde duran engel de hırsızlık ve yolsuzluktur. Türkiye bugün sürekli olarak dış borç alarak dışarıya mahkûm hâle getiriliyor.

İnsan unsurunu ilim ve metafizik ortaya çıkarır. İlim beynimizi geliştirir; bizi hayatta gerekli olan silâhlarla donatır. Şahsiyetimizin, sorumluluklarımızın kaynağı ise metafiziktir. Metafizik dünyâları dumura uğratılmış insanlar yerler, içerler, çoğalırlar. Bu üç noktada yoğunlaşan hayatları uğruna da her şeyi mubah görürler.

Türkiye’de bütün kesimler, işçi, işveren, tüccar, çiftçi ve esnaf, üretimin, istihdamın ve ihracatın geliştirilmesinin, fakirlikten ve krizden kurtulmanın temeli olduğunu kabul etmektedir. Bu anlayış birliği, iktisadî krizlerden çıkmak için kullanılabilecek bir sıçrama tahtasıdır.

Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol!” ilkesinden habersiz idâreciler, “Bize benzeyin!” saplantıları yüzünden, on binlerce gence şimdiden ruhî bunalım bulaştırdı. Yukarıları işgâl eden birilerinin, gelen neslin önünden çekilme zamanı gelmiştir. Türkiye’de vatandaş kendisini adam yerine koyan, sorunlarına ilgi gösteren, aş veren ve can güvenliği sağlayan devlet görevlisini bağrına basıyor. Açlık biraz da bu tespitte yatıyor.

Dürüstlük, namuskârlık ve emanet ehli olmak ideolojik veya siyasî bir kategori değildir. Bize, cumhuriyet eğer fazilet rejimi ise-ki öyledir-fazileti ödüllendirecek, aksi davranışları caydıracak bir kriter lâzımdır. “Kanunlar yetmiyor mu?” sualini ilk önce başta hukuk adamları cevaplandırsınlar. Birileri soygun ve yağmaya dayalı ekonomide süren kirliliği örtbas etmek için akla hayâle gelmedik yollara başvuruyor. O yüzden yaptığımız işten emin olmalıyız. İşi böyle zamanlarda ehline havale etmeliyiz. Başka çıkış yolu görünmüyor.

Yaşanan iktisadî krizlerin en önemli sebeplerinden biri, genel olarak Türkiye ekonomisinin ve Türk şirketlerinin rekabet güçlerinin dünya arenasında yetersiz kalması ve uluslar arası pazarda etkili birer oyuncu olarak yer alamamalarıdır.

Hızla değişen ve küreselleşen ekonominin lokomotifi sanayi alanlarından bilgi alanlarına dayalı iş kollarına kayıyor. Türkiye bu gelişmelerin gerisinde kalmamak için, kısa zamanda alınacak tedbirlerle ve en önemlisi, bilgi ve teknolojiye yatırımı, bir devlet politikası hâline getirerek, yeni dünyanın önemli oyuncularından birisi olabilir. Benzer ülkelere baktığımız zaman görüyoruz ki; İsrail, İrlanda ve Hindistan bilişimi bir devlet politikası hâline getirerek sağladıkları teknoloji gelirleriyle ülke ekonomilerinin rekabet gücünü artırdılar ve bugün birer teknoloji üretim merkezi oldular.

Türkiye, kalifiye iş gücü bakımından saydığım bu ülkelerden geri değildir. Bilişime yaklaşım, ülkemizde devlet politikası hâline geldiğinde Türkiye çok ilerilere gidecektir.

Almanya seksen senede iki defa kaybettiği savaşın külfetine rağmen, iki kere süper güç olurken, Japonya dünyada ekonomik mânâda ikinci güç olarak ortaya çıkarken Türkiye neden bir süper güç olamadı?

Seksen küsûr senedir “Türkiye, Avrupa ülkelerinden biridir” diyenler, Avrupa’nın kapısında daha kaç yıl bekleyecek? 1960’dan beri hükûmetler bir memur gibi kredi aldı, harcadı, kendisi gitti, yük devletin, milletin sırtına kaldı. 1950’ye kadar dünya ekonomisinde Türkiye’nin yeri yoktu. 1950’den sonra alınan dış borçların yatırıma dönüştürülmesiyle beraber ülke kalkındı.

Türkiye, insan enerjisinin boşa harcandığı ülkelerin herhâlde başında geliyor. Rutin işlerden üretilen krizler, krizlerden beslenen tartışmalar insanlara hem ihtiyaçları unutturuyor, hem de ihtiyaçların şuur altında uyardığı enerjinin boşalmasını sağlayarak teşviki dumûra uğratmış oluyor.

Anlatılanlar ve basına intikal eden bilgiler doğru ise güya Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Başbakana fırlattığı anayasa kitapçığı da 2000’de bir ekonomik krizin ateşleyicisi oldu.

2000 ve 2001 iktisâdî krizleri sırasında “25 bin fabrikadan 15 bini kapandı. 1 milyon 200 bin kişi işsiz kaldı. 775 bin kişi kredi kartı yüzünden sıkıntıya girdi. Ülkeyi bir sente muhtaç ettiler.” [3] diyen Süleyman Demirel, Başbakan Bülent Ecevit’in ağzından 1980’de çıkan “Ülkeyi 70 sente muhtaç ettiler!” sözüne 22 yıl gecikmeyle cevap verdi.

Türkiye’nin kültürel ürün ihracatı olarak kaç kalem ürünü vardır? Hiç merak edip araştırdınız mı? Zayıf olduğumuz sahalardan biri de budur.

“Türkiye daha dengeli büyüseydi, yaşadığı ‘zaman çatışması’ bu kadar şiddetli olur muydu?” [4] diyen gazeteci Zeynep Atikkan Türkiye’nin Doğusu ile Batısı arasındaki farklılığa işaret ediyor. Türkiye’nin Marmara Bölgesi ile Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinin yaşadığı zaman dilimleri farklıdır.

AB Komisyonunun Türkiye’nin tam üyelik stratejisini belirleyen “yol haritası” nitelikli Katılım Ortaklık Belgesi 8.11.2000 tarihinde Türkiye’nin Ortak Pazar’a müracaatından tam 41 yıl sonra açıklandı. Bu belgeye göre, Türkiye’nin çeşitli alanlardaki eksiklikleri şunlardı:

* Siyasî diyalog çerçevesinde, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs sorununun başarılı bir sonuca ulaştırılmasını amaçlayan çabalarına AB tarafından açık destek veriliyor.

* İfâde özgürlüğü için Anayasa ve kanunla teminatlar sağlanmalı, bu kapsamda şiddete başvurmayan fikir suçlularının durumu gözden geçirilmeli. Sivil toplum kurumlarının gelişmesi desteklenmeli.

* İşkenceye karşı mücadele için anayasa ve kanunla gerekli tedbirler alınmalı, ihlâllerin önlenmesi için kanunî gerekler yerine getirilmeli. İdam cezası kaldırılıncaya kadar infaz edilmemeli.

* Yargı öncesi gözaltı şartları çağdaşlaşmalı.

* MGK, uluslar arası standartlara uygun bir şekilde danışma vazifesi görmeli, yargının gücü etkinleştirilmeli.

* Vatandaşların ana dillerinde televizyon ve radyo yayınları yapmalarını engelleyen kanunî düzenlemeler kaldırılmalı, özellikle başta Güneydoğu bölgesi olmak üzere bölgeler arasındaki sosyal, ekonomik ve kültürel farklılıkların giderilmesi için çaba harcanılmalı.

* IMF ve Dünya Bankasıyla varılan anlaşmalar çerçevesinde enflasyonu düşürme çabaları devam ettirilmeli, kamu harcamaları kontrol altında tutulmalı, mâlî sektör reformu sürdürülmeli, tarım sektöründe reforma gidilmeli, özelleştirmeye devam edilmeli.

* İç pazar, rekabet, telif hakları, vergilendirme, ulaştırma, istatistik, sosyal işler, enerji, telekomünikasyon, çevre, adalet hizmetlerinde ıslahat yapılmalı.

 

Orta vadeli beklentiler ise şöyledir:

* Dil, din, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefe farklıklarına bakılmadan, ayırımcılık yapılmadan bütün insanların temel hak ve özgürlüklerinden yararlanmaları için teminat verilmeli.

* Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde, Türk Anayasası gözden geçirilmeli, idam cezasının kaldırılması ve bu çerçevede Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6 numaralı protokolünün imzalanıp onaylanması sağlanmalı.

* Uluslar arası Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi onaylanmalı, cezaevleri şartları iyileştirilmeli, OHAL kaldırılmalı, etnik kökenleri ne olursa olsun, bütün vatandaşların kültürel farklılıkları ve hakları garanti altına alınmalı.

* Özelleştirme süreci ile tarım ve mâlî sektör reformları tamamlanmalı, sosyal sigorta ve emeklilik sistemleri teminata kavuşturulmalı, AB müktesebâtına çeşitli alanlarda uyum sağlanmalı.

Görüldüğü gibi Avrupa’nın istekleri, aslında bizim eksikliklerimizin ikmâline yönelik taleplerdir ve bunlardan fazla gocunmamak lâzımdır. Artık büyük bir köy manzarası veren dünyamızda sivilleşmenin, temel hak ve hürriyetlerin geri çevrilemez bir akış hâline geldiği günümüzde, hukuka bağlılık ve şeffaflık en iyi korunma aracıdır.

Eğitim sisteminin ıslâhı adına şunlara dikkat edilmelidir:

Müzmin dertlerimizden biri, kimsenin başkası tarafından ifâde edilenleri dikkate almamasıdır.

Profesör Nilüfer Göle’nin “Melez Desenler” isimli kitabında yaptığı tespit kayda değer: “Türkiye, Müslümanlık ve modernliği harmanlayacak, Türk’ü, Kürt’ü birleştirecek, çevre ve merkezi yakınlaştıracak, çözümü yasakta ve otoriterizmde değil, siyasî liberalizmde arayacak; küresel yerli, liberal ahlâklı, bireyci; toplumcu, seçkinci; dayanışmacı bir hareket arıyor.”

Göle’ye göre, ezberci eğitime karşı olmak, ilericilik için yeterli sanılır. Ezberlemenin bir öğrenme disiplini olduğu, kültürel dağarcığımızı zenginleştirdiği unutulur, bilgi, ansiklopediye, bilgisayara hapsedilir.

Türkiye’nin gelenekle, geçmişle, eskiyle bağlarını hatırlamaya ve yeniden kurmaya ihtiyacı vardır.

Nurettin Topçu “Türkiye’nin Maarif Dâvâsı” isimli eserinde, millî eğitim sisteminin eksikliklerini şöyle sıralar: “İlim sevgisi aşılanmadı; âlimin üstünlüğü ve cemaat içindeki önderliği telkin edilmedi. Çünkü ilme gerçekten inanılmadı. İlim, bizim hayatî menfaatlerimiz için vasıta olarak, şekil hâlinde istismar edilmek istendi; teknik putlaştırıldı.

Mektep, çıraklık yeridir, bir tezgâhtır. O tezgâhta usta yapar, çırak tekrarlar. Usta verir, çırak alır. Alınmamış, benimsenmemiş, benliğe mal edilmemiş bir ders, iyi bir ders sayılmaz. Mektepte alınan ders, ya bir tasavvurdur, hayâle mal edilir; ya bir hünerdir, ele alınır; ya bir iradedir, iktidarımıza ilâve edilir; ya bir aşktır, kalbe doldurulur.

Aksi takdirde okul ne mâbet, ne yuva, ne ocaktır. Sadece ders odalarının bütününden ibaret bir devlet dairesidir. Biraz da kulüp, sahne, yardım müessesesi, kahve ocağı ve alışveriş yeridir. Bundan kurtulması için okul, neslin ruhundaki kuvvetli tarafları yaşatmasını bilmelidir.”

Son tespitlere göre, Türkiye’de uyuşturucu kullanma alışkanlığının 11 yaşa kadar inmesine paralel bir fecaat daha vardır. Suçların % 30’u 11-18 yaşlar arasındaki çocuklar tarafından işleniyor. 1974’de yazılmış bir eserde toplumun uyuşturucu açısından ne kadar iyi ve iftihar edilecek bir sağlamlık gösterdiği belirtilmişti. Nereden nereye geldik.

Türk bilim çevreleri “evrensel bilgi dağarcığı”na hemen, hemen hiçbir şey katmıyorlar. “Yatay seyir” ile ilmî bilgiyi çoğaltmak alışkanlığı Türk bilim çevrelerinin en büyük mahpesi. Son üç yüz yılda Osmanlı medreseleri bundan farklı bir “bilgi üretimi” arayışı içinde değillerdi. “Zeyl, haşiye ve şerh” geleneğinin en emin yol olarak tercih edilmesi Osmanlı medresesinin canına okudu. Değil fennî sahada, dinî ilimlerde bile büyük üstad ve imâmların en mükemmel terkibi yaptıkları gerekçesiyle mevcut bilgi birikimini dondurup sadece “teksir” ile yetinmenin bedelini, sırf fennî sahâlarda değil, beşerî ilimlerin bütün şubelerinde Batılı paradigmaları muallim kabul ederek ödedik. Bugün bilim ve bilgi üretmekle görevli olan kuruluşlarımızın metod ve muhteva itibariyle medreseden hiçbir farkı yoktur. Artık bu hakikatin farkına varmalıyız.  [5]

Türkçe öğreniminin yetersizliğinden şikâyet ederken, 2-3 yüz kelimeyle konuşulması içimizi yakarken, “hiç bilmeyenler var” deyip bunu tabiî bir hâl gibi görmek ve bir “sabit veri” telâkki edip etnik çözümler aramaya kalkmak, anlaşılır bir tercih değildir. “Zorunlu eğitim”in 8 yıldan 12 yıla çıkarılmak istendiği bir ülkede, “millî dilimizi bilmeyenler vardır, onlara etnik iletişim imkânı tanıyalım” denilmesi, objektif mantıkla izah edilemez. Etnik tekabüllerde, Türkçenin bilinmemesine neredeyse alternatifler arıyoruz yahut aranmasını hoş görüyoruz. İnancın ve sevginin ışığında bu meseleye baktığımız zaman “Kürtçe eğitim” talebinin pek de mâsumâne bir istek olmadığı, “Kalp ile teakkul edebilme” kapasitesine sahip insanlar tarafından rahatlıkla fark ediliyor. Türkiye’yi Kürtler eliyle böldürme plânlarının adım, adım ilerlediğini görebiliyoruz. Kürt vatandaşlarımız için azınlık statüsünü çağrıştıran yaklaşımlar sergileniyor. AB’nin tutumu nihaî mânâda böyle anlaşılabilir. AB ve Parlamentosu Kıbrıs, Ermeni Tasarısı gibi mes’eleleri birilerinin tahrikiyle gündeme getiriyor. “Aman fırsat bu fırsattır!” deyip parlamenterleri etkiliyorlar. Birbirinden farklı özellikleri kullanılarak parçalanmaya ve bölünmeye çalışılan Türk toplumunun, bütünleşme arayan “kolektif vicdanı”nın temsilcisi olan insanlara ne kadar ihtiyacımız olduğunu hatırlatmakla yetiniyorum.

“Türkiye’nin mevcut eğitim sistemi, kural dışı (bir uygulamayı) içermiyor, kitle sanayisine göre tasarlanmış. Kötü eğitiyoruz çocukları. Okullarda yeni düşünce tarzları geliştirmek gerekiyor. Geleceğin görselliği lâzım.” diyen ‘3. Dalga’nın yazarı Alvin Toffler eğitim sistemimizin hatasını doğru tespit etmiştir. [6]

Biz yeteneklerin mağduru bir ülkeyiz.

Türkiye’de dikkat çeken diğer bir husus da ekonomik ve fikrî baskının paralel gelmesi ve paralel yürümesidir. Eğitim sistemimiz artık tedavi kabul etmez derecede mefluç hâlde; bu sistem daha ilkokul sıralarından itibaren ülkenin çocuklarını fiiliyatta ikiye bölerek büyük bir çoğunluğun ikbâl, kariyer ve ekmek yollarını kapatıyor. Oysa ki, Cumhuriyetin en büyük projesi, kanun nazarında birbirine eşit, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir millet inşa etmekti. Sıradan insanların sıradan sermâyelerle dükkân açmalarının bile imkânsızlaştırıldığı, insanların mesleksizleştirildiği, işsizliğe sevk edildiği, yoksullaştırıldığı bu ülke, daha ne kadar jakobenlerin alâmet-i farikası durumundaki “vatan tehlikede!” cayırtısının hamasi lâf kalabalığı ile idâre-i maslahat edilecektir?

Eğitimimizin kalitesi tek başına ayakta kalabilen fert yetiştirecek bir seviyeyi tutturabilmiş değildir.

Avrupa; ilimle, san’atla ve teknikle kalkındı. Avrupa’nın eğitim sistemi ve laboratuar çalışmaları bu millete anlatılmalıydı. Anlatılmadı.

Umutsuz insanlarımızı şuurlu insanlar hâline getirmek istiyorsak onları işsizlikten, ümitsizlikten ve gayesizlikten kurtarmalıyız. Fabrikalar, atölyeler, tezgâhlar ve laboratuarlar insanımızın yaşayışını kolaylaştırmak üzere tekrar sür’atle çalışmaya başlatılmalıdır.

Bugüne kadar hiçbir hükûmetimiz milletimizin her tabakasında sanayi şuuru uyandıracak bir eğitim programı hazırlamadı. Sadece her fırsatta kalkınmadan söz ettiler, bunu da birtakım teşvik tedbirleriyle yapmak istediler. Milletimizin bütün enerjisini kanalize etmeden, ciddî bir iktisâdî kalkınma sağlayamayacağımızı anlamadılar veya anlamak istemediler. Böylece bugünlere kadar geldik.

Ancak kaliteli insanlar bu ülkeyi kalkındırabilirler, tahsilin yolu kesilirse ülkede kaliteli insan yetişmez; ülke pazar olmakta devam eder, süper güçler de muradına erer. Ülkemiz üzerinde oynanan oyun da budur. İrtica senaryolarına kurban edilen başarılı memurların koltuklarını işgâl eden “nâ-ehiller” Türkiye’nin kalkınma hızını düşürmüşlerdir.

Yorumlar ne olursa olsun, Türkiye’de belli bir kesimin eğitim hakkı engellenmektedir.

Bizim memleketimizde genç nesillere şefkat, merhamet, ilim ve anlayışla yaklaşmak yerleşik bir âdet olsaydı, meselâ, “İHL’lerin kökünü kurutacağız” bahanesiyle meslek liselerinin canına kastedilmezdi.

Taşımalı eğitim sistemini başlatanlar ve şimdi ısrarla sürdürenler, harabe hâline gelmiş olan köy ve kasaba okullarını; ışıksız, umutsuz ve hayâlsiz köyleri dolaşsalar ve ne büyük bir cinayet işlediklerini bir görseler… Biz millet olarak kendi hususiyetlerimiz içinde mânâlıyız ve bir kıymet ifâde ederiz. Türk töresinde, örf ve âdetinde köy, okuluyla bir bütündür. Köye okulunu geri vermeliyiz. Kendini yenileyemeyen tükenmeye doğru gider. Ömrümüzün sonuna kadar kendimizi de eğitmek durumundayız. Bu, siyaset adamları için de köylü için de geçerli olan bir kaidedir.

“İyi insan”ın eğitimini ancak 15 yaşına kadar verebiliriz. Daha sonraki eğitim meslekî eğitim olup, olabileceği kadar mükemmele yönelmeye mahkûmuz. Ülkemizin eğitim sisteminin aksaklıklarının giderilmesi için öncelikle eğitim metodunu ayrıntılı bir şekilde inceleyeceğimiz iki ülke vardır: Japonya ve İngiltere. Bu ülkelerin verdikleri eğitimin üstün tarafları tek, tek tespit edilmelidir. Japonya’yı bugünkü iktisâdî kalkınmışlık seviyesine taşıyan üç önemli özellik vardır:

1)      Teknik eğitim,

2)      Teknolojik kopya,

3)      Ortak idealler için çalışmak.

Türk hukuk sisteminin geliştirilmesi adına şunlar yapılmalıdır:

Halkımız devletinden öncelikle iki şey istiyor; ülkenin kalkınması ve hukukun hâkimiyeti… Bunları bir yana bırakarak sun’î gündemler ve o gündemlere göre hedefler icât edip, halkı oyalamak sokaktaki vatandaştan Meclis’teki milletvekiline kadar herkesi sıkıntıya sokacaktır.

İnsanda yaradılıştan mevcut olan utanmak duygusu yitirilmişse; hürmet ve merhamet azalmışsa; ülkeyi bu duruma düşürenler hâlâ alkışlanıyorsa, alkışlar da def-i belâ kabilinden ise, Türkiye’de hangi kriz atlatılmış olacaktır? İçinde yaşadığımız hayat el birliği ile hazırladığımız kendi eserimizdir. Hadiseler insana her şeyi öğretiyor. Ancak tenkit etmenin vatan hainliği ile eş anlamlı hâle gelmesi, bizim gibi demokrasi kültürü yerleşmemiş az gelişmiş toplumların ürünüdür. Tenkide tahammülsüzlüğün kaynağı burada aranmalıdır. Büyük bir devlette her türlü insanın bulunması gayet normaldir. Herkes kendi hayatını yaşarken hukukun üstünlüğü sağlanır, fertler bu sayede rahat ederler. Bir Cumhurbaşkanının ağzından “Tek tip insan yetiştireceğiz” sözünü duymak ne talihsizliktir? Tek tip insan istemek milleti böler, devleti küçültür. Tek tip insan yetiştirmeyi Rusya, Çin ve onların peyki olan ülkeler 70 senelik inatçı bir mücadeleye, baskı, korku ve zulüm rejimine rağmen başaramadılar.

Türk adlî sisteminde suç işlenmesine mâni olmak, suçu önlemek kaygısı yoktur. Sistem suçluyu yakalamak üzerine kurulmuştur. Millî eğitim sisteminin “iyi insan” yetiştirme mantığı üzerine oturmaması gibi sakat bir mantıkla adlî sistemin mantığı belirlenmiştir. Kendi ülkesinde işe yaramadığı için yurt dışına gidenler oralarda harikalar yaratıyorlar. Eğitim sistemimiz kaliteli insandan memleket yararına yeterince istifâde kapısını açmadığı gibi, siyasî sistemimiz de kendi kötülerini ayıklayacak mekanizmalardan mahrumdur.

 

Şimdi çağdaş dünya, alabildiğine Türkiye’yi gizli bir sömürge olmaktan kurtarmaya çalışıyor. Onun için “insan hakları” ile “hukuk devleti” kavramları üstünde duruyor.

Ülkemizde insan hakları ihlâllerinde önemli bir yer tutan kadına karşı uygulanan şiddette, basın şiddetten yakınan kadınları yem olarak kullanmaktadır. Şiddet ile toplum olarak mücadele etmemiz gerekiyor. Türkiye % 58 ile kadın dövmede dünyâ birincisidir. İçini boşalttığımız bütün değerler hayatımızdan bir, bir çekip gidiyorlar. Onların yerine ikame etmeye çalıştıklarımız ise, şiddetin ve bu şiddeti besleyen nefretin önüne geçmeye yetmiyor. Düne kadar övündüğümüz birçok özelliğimiz artık yok. İnsanların konuşturulmadığı, söz söyleme ve konuşmanın hemen cezalandırıldığı bir ülkede, şiddet en tehlikeli ifâde biçimlerinden biridir. Toplumun manevî merkezleri tahrip ediliyor. Sanki bir boşluk içinde yuvarlanıyoruz. Kutsal ve manevî bütün bağlar çözülüyor. Aslında ayaklar baş olmuş, farkında değiliz. Her şey tepe taklak olmuş durumda. Hürriyet; insanın fıtrî özelliklerini, kabiliyetlerini, aklını, yüreğini, iradesini; tekâmül yolunda, doğru, güzel, iyi, faydalı için geliştirip serbestçe kullanabilmesidir. Her fırsatta köstek olduğumuz insanımız ne kadar hürdür? İşsizlik, yolsuzluk, eğitimsizlik, haksızlık, akılsızlık, ahlâksızlık, hukuksuzluk ve kaza şampiyonu olunca, her değeri karalamak, herkese endişe ile bakmak yerine, hiç değilse, “Bir yerde büyük bir hata mı yapıyoruz?diye biraz insaf etmek gerekir. Suçluların yüzsüzlüğü, çığırtkanlığı, kendini temize çıkarma ve başkalarına çamur atma huylarını bu millet târihinde belki de hiç yaşamadığı kadar bâriz bir şekilde gördü ve gördüklerinden irkildi. Etrafı vaveylâya veren hırsızların tek hedefi kirli çehrelerini toz bulutu arkasına saklamaktır. Düşünmeye, aklın ve kalbin sesini dinlemeye kapalı, hâlleri vahşi çağların insanlarını hatırlatan gerilerin gerisindeki bu insanlar her çığlıklarında çağdaşlık ve gericilik naraları atarlar. Bizde “duruma göre bakmak” esas olduğu için kaba gürültü ortalığa bir anda hâkim olur. Günümüzde insanımız ve insanlık kendisini canavarca istismar eden, her gün ayrı bir girdabın ve sıkıntının içerisine sürükleyen idârecilerine, güç odaklarına, Roma’ya esir düşünce efendisinin bacağını bir işkence aletine koyarak sıkıştırması üzerine “Kıracaksın!” diyen Epiktetos gibi ikaz etmektedir, ama onların duymaya pek niyeti yoktur. Özellikle Anadolu insanı fevkalâde bir asaletle gülümsemekte, her gün ve her vesileyle mukaddes değerlerine hakaret eden, kendisini hakir gören, hiç ahvâlini sormayıp hep elindekini isteyen, kendi içinden çıktığı hâlde el adına ve elin ağzıyla konuşan zavallılara tahammül etmekte, hakikî medeniyetin bir hâl olduğunu, sahte süsler ve suretlerle kazanılamadığını ders vermektedir. Bugün dahi bu halk, yine tok gözlü, almayıp veren, yemeyip yedirendir. Temenni edelim ki, yakın zamanda arlanmazlar utanır ve bu necip milleti bütünüyle kırıp Epiktetos misâli, “Sana kıracaksın dememiş miydim?” sözünü söyletmeye mecbur bırakmazlar. Zira tahammülü yüksek olanın, “Yeter!” demesi başka olur. [7]

Zalimlerin zulmünün sınırı yoktur. Önce kurallarını koyarlar ve sonra da insanların en meşrû haklarına, günlük şahsî hayatlarına kadar müdahâle etmek isterler. Zillet gösterilirse, iştahları kabarır. Arkasından, arsız aslan misâli diş kirası talebi başlar. Zalimin kendi nefsinden başka hiçbir mantığı yoktur. Günlük hayatta bir kısım güçlere sahip olan, en küçük bir mekânda âmirliği eline geçiren insanlar, nefisleri, kaprisleri ve hırsları gözlerini kör edince karşılarındakine aynı zulmün benzerlerini yapabilirler. Orada artık tek mantık, güce hâkim olana teslimiyettir. İnsanların nelerine karıştığınıza bir dikkat edin!

Bize târihî hasımlığı ve düşmanlığı olanların dünlerinden etkilenmedikleri düşünülemez.

Profesör Burhan Kuzu’nun tespitlerine göre, normal dönemimiz olağanüstü hâl olmuş, Türkiye târihinin yüzde altmışını olağanüstü hâlle geçirmiştir. “Olağanüstü dönemlerde yargıya direkt müdâhale vardır. En bâriz örnek 12 Eylül döneminde Anayasa Mahkemesi üyelerinin Evren’i tebrik etmesidir.” diyen Nazlı Ilıcak’ın tespiti haklıdır. Bahri Öztürk’e göre de demokrasi tam olarak işlemediği için Türkiye’de yargı bağımsızlığından bahsetmek imkânsızdır. Olağan denilen dönemlerde bile demokratikleşebilmiş değiliz. [8]

Mes’elelerimizi kültür ve medeniyet bazında ele almalıyız. Türkiye’de antidemokratik yollarla alanı daraltılmış bir siyâset var. Türkiye, bundan on sene önce, bırakın küresel modernliği, geleneksel modernliğin de gerisine düşüp bir tür zaman dışı bir telâkkiye hapsoldu.

Türkiye’nin halksız, siyasetsiz, çözüm üretmeyen temel yapısını değiştirmesi gerekir.

Bugünkü sistemin en problemli ve demokratik parlamenter sisteme en aykırı yanı, askerî gücün MGK yapılanması ile yürütmeye ağırlık koyup, yetki kullanması ve bunun sonucu olarak da yasama organını güçsüz kılmasıdır. MGK ile ilgili olarak yapılan son Anayasa değişikliği yukarıdaki tabloyu değiştirecek nitelikte değildir. Yine bu kurulun kararlarının Bakanlar Kurulu’nca “öncelikle dikkate alınacağı” ibâresi yerine “değerlendirileceği” şeklinde yapılan değişiklik de mes’eleyi çözemez. Kelime oyunuyla sistemin muhtevası değişmez. 2945 sayılı MGK Genel Sekreterliği Kanunu’nun verdiği Anayasa dışı yetkiler ve asker bürokrat ağırlıklı Genel Sekreterlik yapılanması aynen muhafaza edilmektedir.

MGK’nda askerî güç siyasî iktidarı etkisiz, siyaset üretmeyen bir siyasî güçle birlikte kullanmakta, kurul üzerinden parlamentoya etkisini de sürdürmektedir. Askerî gücün kendi anlayışı içinde ülke mes’elelerine hâl çâresi olarak ürettiği çözümler, çözüm üretemeyen veya ürettiği çözümleri kabul ettirmekte acze düşen siyasî kadro karşısında tek ve alternatifsiz çözümler olarak kalmaktadır. Bu durumda MGK’da sivil siyasetçiler sadece görüntüde var olmaktadır. Demokratik bir sistemde MGK’na ihtiyaç yoktur. Mevcut devlet teşkilâtı ve uygulaması ile ne Cumhuriyetin gerçek anlamıyla var olması, ne Cumhuriyete demokratik nitelik kazandırılması, ne de fert-vatandaşın yaratılması imkân dâhilindedir.

Yine güçlü bir yargının bulunmayışı ve ifade hürriyetinin önündeki kanunî engeller de sistemin sorunları çözmesini engellemektedir. Bu mes’eleler halledildiği takdirde, İngiltere misâlinde olduğu gibi, Türkiye’nin çağdaş parlamenter sistemi uygulama şansı olabilir. Ancak bu sistemin uygulanabilmesi için de sağ ve sol kesimde parti içi demokrasisi işleyen, güçlü ve disiplinli iki büyük partinin varlığına ihtiyaç vardır. Ne yazık ki, askerî darbelerle törpülenen sistemin en kıdemli partisinin yaşı çeyrek yüzyıla bile ulaşamamıştır. Yani Türkiye’de siyasî partiler henüz müesseseleşememişlerdir.

Sonuç olarak Türkiye demokratik mücadele ve tecrübe birikimi bakımından çağdaş parlamenter sisteme yakın bir noktada bulunmaktadır. Ancak bu noktaya ulaşabilmesi siyasî partilerin gücü ve işleyişi ile doğrudan doğruya bağlantılıdır. Bu sebeple siyasî partilerin dağınıklıktan kurtularak sağda ve solda olmak üzere iki büyük partinin sistem içinde yerini alması mecburîdir. Ayrıca bu iki büyük partinin güçlü, demokratik, disiplinli ve halkla diyalog kanallarını sonuna kadar açık tutacak bir organizasyona sahip kılınması Türkiye için hayatî önemi haizdir.

Türk siyasî hayatında siyaset adamları, çözüm edebiyatıyla çözümsüzlük, değişim edebiyatıyla statükoculuğu savunuyorlar. Bu âlemde herkes, kendinden başka herkesi yok sayıyor. Kimsenin kimseden fikren bir şey almaya, kimsenin kimseye bir şey vermeye, yetişmiş insanların fikir ve projelerinden istifade etmeye niyeti yok. Herkes kendi payına düşenin statüsünü yahut kendi statüsünün meşrûiyetini, küllî şablondaki herkesçe malûm söylemle savunuyor. Kavganın, çekişmenin ardında böyle bir kilitlenme tükenmişliği ve çözümsüzlüğü yatıyor.

Her siyaset adamı dümeni bir özel uygulamayla bir tarafa çekmek istiyor da, kuvvetler bileşkesi dümeni sabit tutuyorsa; o oyundan her rol sahibi sorumludur! Milletimiz artık bu durumu seziyor. Koruyup esirgeyecek ve insanî değerleri her şeyin üstünde tutacak bir nirengi lâzımdır.

Dün ne yapıyor idiysek, bugün de aynı işe devam etmekten daha iyi bir ibadet olamaz. Kim ne yapıyorsa sadece düne göre daha güzelini yapmakla mükelleftir.

Demokratik sistemimizin gelişmesini temin adına yapılabilecekler şunlardır:

Demokrasisiz Cumhuriyetin hiçbir anlamı yok; ama erdeme dayanan bir cumhuriyet kavramı ayakta kalmadıkça demokrasiyi de ayağa kaldıramayız.

Adına “elektromanyetik izleme sistemi” denilen bir sistemle bütün elektronik cihazlardaki kayıtlardan haberdar olunması mümkündür. Bu işlemi yapabilecek donanıma sahip tek güç ise şu an ABD. Nazlı Ilıcak’ın basına açıkladığı 3 adet andıç belgesinin Genelkurmay kayıtlarından sızdırılması, TSK’nin Türk siyasetindeki sınırlarını daraltma operasyonudur ve bu iç dinamikten çok bir dış dinamiğin işine benziyor. Bizde “hikmet-i hükûmet” dediğimiz “yüksek devlet siyasetinin bilmemiz lâzım gelmeyen gerekçeleri”ni korku ve tepki idare ediyor.

Bu milletin gördüklerinin demokratik bir Avrupa ülkesinde cereyan etmesi mümkün değildir. Şimdiye kadar medyamız menfaatlerinin olduğu yerde sustu, menfaat umduğu yerde de yeri göğü inletti. Medyanın yaygarasına kapılarak, biz neler kazandırdığına bakmadan, eğitiminde dinî bilgiler bulunan insanlardan endişe eder hâle getirildik. Eğer irticadan İslâmiyet’i kastetmiyorsanız, gerçek irtica işte bu dini hakkıyla bilmemekten kaynaklanıyor. İttihat ve Terakki döneminden beri zaman, zaman az bilenlerin yaygarası, kaba gürültüsü bu güzelim ülkeyi sıkıntıya soktu.

Güçlerini kullanarak ülke gündemini saptırıp yolsuzluk yapanlar var.” tespiti Sadettin Tantan’a aittir. Türkiye’nin AB’ne girmesini istemeyen ve bir yönü ile yolsuzluk ekonomisinden beslenen güçler, irtica gibi sunî gündemlerle bugüne kadar demokratik açılımların önüne geçmeyi başardılar.

Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Derneği’nin soygun düzeninin sona ermesi için yaptığı teklifler dikkate alınmaya değer:

a) Türkiye’ de derhal “devlet noterliği” kurulmalı, “devletin envanteri” çıkarılmalıdır. Hiç değilse kamu kaynak ve varlıklarımız koruma altına alınmalıdır.

b) Kamu yönetimi; liyakatsiz atamalar, sû-i istimâller ve siyasî sorumsuzluk sarmalından kurtarılmalıdır. Kamu yönetiminde “fetret devri” yaşanmasına sebep olan siyasetçiler; hukuku işletmeli, adlî, idarî, malî çözümsüzlük üretmemeli, kayırmacılık yapmamalıdır. Kamu kaynaklarına sahip çıkılmalı, bütün sorumlulardan hesap sorulabilmeli, siyasî istikrar adına kimse kimseyi affetmemelidir. Kamuoyu yolsuzlukların peşini bırakmamalıdır.

Demokrasi, toplulukların değil, tek fert olarak kişinin temel haklar bilincine sahip olmasıyla gelişebiliyor; ancak o noktadan sonra “fert” dilediği teşkilâtlanmaya kendi iradesi ile iştirak ederek hak geliştirme mücadelesi verebilir.

Nefsimizle ilgili her şeyin dokunulmazlığı vardır!

Hürriyet, lütuf değil, hürriyet hak edilerek, bedeli ödenerek, üretilerek kazanılır.

Bugün bu memlekette hüküm ve saltanat süren anarşi, terör, hırsızlık ve yolsuzluklar kimin eseridir? Şehirdeki eşkıyalar dağdakilere neredeyse rahmet okutuyor. Soyulan bankaları, dönen rüşveti ve Türkiye bütçesinden ve yarınlara yapılacak yatırımlardan çalınan serveti bir kere olsun düşünün!

Bu topraklarda şiddet âdetâ normalleşiyor! Çağdaşlığı hiç dilinden düşürmeyen bu ülkede şiddet, adı konmamış bir meşrûlaşmaya doğru gidiyor. Hemen her alanda yukarılardan duyduğumuz birkaç iyi haber, hücrelerimize umut dolduruyor, ama temelde çok ciddî ve hayatî problemlerimiz var.

Halkıyla bir türlü barışmayan, barışamayan sistemin açmazı ve korkusu halktandır. Sivilleşmek, demokratikleşmek istekleri ayyuka çıkarken, mahkemelerde yığılan milyonlarca dosya ve hapishaneler tıklım, tıklım dolu, ırkçılık başını almış gidiyor. Avrupa Birliği ile NATO ve ABD bize şekil ve şemâl vermeye çalışıyor.

Türkiye’nin içine düştüğü zorlukları, problemleri, dertleri bir düşünün! İlerici geçinenlerin Türkiye’yi geri bırakması, kendini “aydın” diye bu millete lanse edenlerin ülkeyi karartması terslik değil midir? Türkiye’yi geri bırakanların memlekette gerici avına çıkmasına ne buyrulur? 1908 yılında ilân edilen II. Meşrûtiyet’teki irtica gerekçesinden beri Türkiye’deki siyasî irade hep tuzak zıtlaşmalardan beslendi. Ülkemizde son yıllarda yaşanan süreç bu nevi beslenmenin hâlâ devam ettiğini, insanların heyecanlarının öldüğünü ve isteksizliğin memleketi kasıp kavurduğunu ortaya koydu.

Hüviyet cüzdanında “Müslüman” yazılı olanların bazıları camiye giremiyor, girenler de beğenilmiyor. Türkiye’de İttihat ve Terakki döneminden beri zaman, zaman “irticâ” gibi sun’î gündemler menfaat düzeninin üzerini örtmek için kullanılan bir şal olarak vicdanlarda kabul görmüştür.

Önümüzde engeller, zorluklar, hasmâne tavırlar ve tehditler var. Ama “ben engel değilim, ben kötü niyetli değilim, ben ülkemin, milletimin daha güçlü, daha mutlu olmasını istiyorum” diye yalvarıp da derdini anlatamayan insanlar da var. Niye biraz daha geniş bir açıdan bakamıyoruz? Engeller, zorluklar milletin desteği ile aşılır. Tehlikeler ve tehditler milletin desteği ile bertaraf edilir. Kimse “Şu milleti biraz güldürelim, biraz rahatlatalım, biraz serinletelim” demiyor. Enflasyonu önleme programının bütün sıkıntısı dar gelirlilerin üstüne bindikten sonra enflasyonu önlemenin ne anlamı var? Nerede adaletli bir yaklaşım gayreti? 21. yüzyılı yaşadığımız şu zaman diliminde sahtekâr din tacirlerinin, din istismarcılarının, üfürükçülerin yaptıklarını elbette kimse tasvip etmiyor; fakat aklı ve kalbi “Allah’tan en çok âlimler korkar” âyetinin ışığıyla aydınlanmış bir nesil “mürteci” damgası korkusundan âzâde olarak ülkesine, devletine, milletine ve bütün insanlığa hizmet etmek için devletini idare edenlerden yol istiyor.

Bu ülkede, vatandaş yalnızdır, yapayalnız. Bu vatandaşın umuduna, yaşama sevincine, heyecanına, sevdasına ve duasına hiç ihtiyacımız yok mu?

Değer hükümleri ve “kıymet ölçüleri” olmadan hiçbir şey olmaz. Yok ettiğimiz hususlardan birisi de budur.

Bu milletin dinini yaşama arzusu, Türkiye’nin en büyük gerçeklerinden biridir.

Kahveler, meyhaneler, barlar tıklım, tıklım insan dolu, ilimden, teknikten bunlara ne? Bu topraklarda tutunmak için bugüne kadar ödediğimiz bedelin haddi hesabı yoktur. Türk-her ne yerine ikame ederseniz ediniz- işbu mukavemetin muhassalasıdır. Kürt, Türk kardeştir. Millî eğitim iç barışın yolu olarak bu demokratik terbiyeyi hepimize kazandırmalıdır. Başka türlü iç barış ve huzuru sağlayamayız. İç barışın ve huzurun olmadığı bir ülkede de kalkınma olmaz. Geçmişte ülke ekonomisini canlandırmak isteyenlere, “Yeşil sermaye” diyerek, NATO’yla ağız birliği yaptılar. Öyle bir ülkedeyiz ki, üretim yapmak da, tahsile devam etmek istemek de neredeyse suç sayılabiliyor.

Türkiye’deki hâkim zihniyete göre, devlet daima haklıdır, halkın hakkını devlet verir, fakat bunu açıkça söylemeyiz, olayların sonucu budur.

Gerçek Batı; düşünen, üreten, sorgulayan ve araştıran Batı’dır, zinhar bizim gündemimize böyle bir Batı hiç girmez, girmediği için bu hâldeyiz.

Bu ülkede ne Atatürkçüler Nutku anladı, ne de Müslümanlar Kur’an’ı. Ne ilericiler Avrupa’yı, ne de gericiler(!) İslâm’ı. Bugün iki milyar Müslüman’a hitap edecek bir halife düşünülemez. Ne şeriat, ne de halifelik getirilebilir. Halkın bilgi seviyesi ortadadır. Lüzumsuz vehimlerle meşgûl olmak, küçük mes’eleleri büyütmek devlete ve devlet adamına yakışmaz.

Futbolu, sporu, güreşi bile politize olmuş bir ülkenin eğitim müesseselerini, siyasetini ve resmî müesseselerini düşünün!

Ülkemizde insanlar artık bir şeylerin değişmesini istiyorlar; ama bu değişimi sağlayacak güçleri yok. Böylece kendiliğinden gelecek olan bir değişimden medet umuyorlar. Toplumun bir güç olarak siyasete ağırlığını koyması ancak piyasa ekonomisinin “rekabetçi”, demokrasinin de “katılımcı” olmasıyla mümkündür. Bir zihniyet farklılığının işareti olan, bu iki nitelik, doğrudan doğruya bir ülkedeki iç dinamiğin ürünü olarak ortaya çıkarlar. “Bizde iç dinamik eksik, dış dinamik gelsin de şu işi çözsün” diye bekleyenler kendilerini geçici bir süre için boşu boşuna avutuyorlar. Bu ülkede, avutulmaya dünden razı olanları avutacak birçok vesile vardır.

Aslında Türkiye siyasetinde görülen tıkanma, derinlerdeki tıkanmanın yansımasıdır.

Zimmîlere şahsî hak ve hürriyetlerin, meşrû dairede tanındığını, aslen Macar olan bir müsteşrik şöyle ifâde etmiştir: “500 sene hâkimiyeti altında yaşadığımız Osmanlılar, bize hayat hakkı tanımasalar ve günde bir gayr-i Müslim öldürselerdi, bugün Yunan, Sırp, Bulgar ve Romen halkından bahsedilemezdi.” [9]

“Bu ülke mazlum insanların, iftiraya uğrayanların vatanıdır. Onları hayata kavuşturmak, bütün bir husumet dünyasıyla karşı karşıya olduğunu anlatmak ve ondan fedakârlık istemek; yapılacak iş bu. Ama önce kendimiz ne kadar fedakârız?”

Ömer Hayyam daha önce yaşayan düşünce adamlarını tek mısra ile tarihe yolcu ediyor: “Masal söylediler ve uykuya daldılar.” [10] Uykuya dalmak istemeyenler zıt fikirlere kulaklarını tıkamamalıdır. Zıt fikirlere kulaklarımızı tıkamak kendimizi hataya mahkûm etmek değil midir?

Siyasetle ilim el ele vermedikçe buhranlarımız sona ermeyecektir. Zira her iki zümrenin temsilcileri de günahkârdır. Cumhuriyet “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” vaat etmişti. Bunu başaramadı! Bugün imtiyazlı, sınıflı ve kaynaşmamış, kaynaşamamış bir kitleyiz. Demokrasi kültürünü ve sevgisini bu millete güzellikleriyle ve uygulamalarıyla gösterelim. Zira “Kerpiçle Süleymaniye kurulmaz.” [11]

Sosyal hayatın temeli adalettir. Adalet, eşitlik ve denge esasına dayanır. İnsan olarak herkes yaradılışı itibariyle birbirine eşittir ve Allah, yeryüzünde herkesin ihtiyacına göre rızk yaratmıştır. İnsan bunun yeryüzündeki taksimi sırasında zulme tevessül etmemelidir. Devlet büyük bir mekanizmadır. Büyüklük, suçlu ile masumu ayırt edebilmek ve âdil olabilmekle mümkündür. Ne yazık ki, Türkiye’de hiçbir şey mer’î kurallara, hakkaniyete ve adalet esaslarına göre olmuyor. Hem olmuyor, hem insanların gösteri yapmasına, içlerini boşaltmasına; konuşmasına, derdini anlatmasına yeterince izin vermiyoruz. İşte siyasî partilerin geçmişteki çilesi? “Kurallar sadece sistem partilerine yaşam hakkı tanıyacak formatta ve sürekli değişti. İcazetli bölümü hariç muhâlefet görüldüğü yerde ezildi, küçümsendi, aşağılandı, medya infazına uğradı.” [12]

Sıradan bir memlekette bile emrindeki kamu ajanlarından bir kısmını “bölücü, kâtil, hırsız, gerici, mürteci” diye niteleyen ve damgalayan bir hükûmeti kimse ciddiye almaz. “Beraat-ı zimmet asıldır.” kaidesi Mecelle’dendir; Mecelle dün bizim hukukumuzdu; bu kaide, bütün hukuk sistemlerinin dayandığı ve saygı duyduğu üç beş temel hukuk kaidesinden biridir. Beraat-ı zimmet asıldır kaidesi kısaca “hakkında yargı kararı kesinleşmemiş ve itiraz merci ve yolları henüz mevcut olan her zanlı masumdur.” mânâsına gelir. Bu konuda da ifrata kaçtık.

Siyasette ve ekonomide güven, “ihata ve takaddüm” becerisine bağlıdır. Yalnız başına dürüstlük bu güveni kazandırmaz, parayı, sermayeyi ve müteşebbisi ürküterek kimseye güven telkin edilemez. Türkiye geçmişte bu yanlışı da yaptı.

Bir ülkede iyiler engelleniyor ve cezalandırılıyor, kötüler teşvik ve alkış görüyorsa bu, millet için en büyük tehlike işaretidir. Sosyal bilimciler bu gelişmeyi toplumun çöküş sebeplerinden biri olarak görüyorlar. İyiliklerin bütünü helâlde, kötülüklerin tamamı da haramda toplanmışken, helâl ve haram kelimeleri laikliğin ve özgürlüğün çizmeleri altında ezildi; hâkim güçlerin “iyi” dediği iyi, “kötü” dediği de kötü sayıldı. “Ben insanın zenginini severim” ve “Benim memurum işini bilir” sözlerinin bir başbakanın ağzından dökülmesinden sonra haram ve helâller iyice birbirine karıştı. İnsanımız daha çok kazanma hırsına ve tüketme ihtirasına kapıldı. Ancak bu pınarın suyunun nereden geldiğine pek bakılmadı. Canlılar içinde haram yiyen, haram içen, iftira eden, yalan söyleyen, söven sadece insan ağzıdır.

Demokratik gelişimini bugünkü seviyesinden daha ileri noktalara ulaştırmayı başarmış bir Türkiye ile bölge de, dünya da daha güzelleşecektir. “Türkiye’nin güçlü olmaması ve dertli yaşaması” Batının da, Doğunun da ortak stratejik hedefi, gayesi ve paydasıdır. “Taklitçi” tavırlarımızdan ve “ifrat modacılığı”mızdan vazgeçip kendi tarihî büyüklüğümüzü kavradığımız zaman dünya Türkiye’nin fizikî, siyasî, tarihî, kültürel, manevî, iktisâdî, medenî ve fikrî coğrafyalar bakımından önemini daha iyi kavrayacaktır. Ancak bu hususu öncelikle Türkiye’de idareyi etkileyen, fakat göze görünmeyen ve denetlenmekten hiç hoşlanmayan elit tabakanın çok iyi görmesi, kavraması ve anlaması lâzımdır. Günümüzde elit tabaka, halk ile idareci müesseseler arasındaki bağlantıya, çok duyarsız davranıyor.

İslâmî çevrelerin ve Kürtlerin taleplerini taşıyan siyasetlerin ideolojik olarak dışlandığı bir ortamda, laik kesimin siyasî gücünün şuurlu olarak sulandırılması; siyasî merkezlerin boşalmasına ve asker-medya işbirliğinin bu boşluğa el koymasına sebep oluyor. Söz konusu koalisyon ise reform isteyen bir görünüm altında, Türkiye’yi statükoya daha fazla bağımlı kılmanın peşindedir.

Bugün laik kesim medyatik ve bürokratik manipülasyonlarla siyaseten iğdiş edilmiş, siyasete yabancılaşmış, kendi adına davrananları tâkiple yetinen bir seyirci statüsüne indirgenmiş durumdadır.

Türkiye makro ekonomik sıkıntılarını aşmış, az demokrasili bir döneme taşınmaya çalışılıyor. [13]

Türkiye’de demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve hukukun hâkimiyeti, insanların temel hak ve özgürlükleri, kendilerini ifâde ve temsil etme talep ve hakları tam olarak teminat altına alınmadıkça ne dinî, ne sosyal, ne de iktisâdî alanda herhangi bir gelişme olur. Açık ve hür ortamda herkesin fikrini serbestçe ifâde etmesi, tartışması, muhâlif, genel ve hâkim kanaate aykırı düşüncelerini ortaya koyabilmesi ve bunları savunabilmesi için savunma hakkına sahip olması gerekir. Karamsarlığa kapılıp da “Bu ülkede kabul edilmek, kabul görmek, hüsn-ü kabul görmek için illâ yolsuzluk, hırsızlık, ihtikâr, sömürü, fail-i meçhul cinayet ve her türlü mafya çeteleri içinde bulunmak mı gerekiyor?” diye hayıflanan çok insan dinlemişimdir. Bugünlerin tarihini yazanlar, bunu böyle kaydedeceklerdir. “Aylak bakkal kendini tartar, aylak cerrah kendini yontar.” misâli tarihî özümüzle oynamamızın ne mânâsı var?

Halk için en önemli mesele; işsizlik, devlet müesseselerinin yolsuzlukla kirlenmesi, enflasyon, çeteler ve mafyanın varlığı, gücüyle devlet bünyesinde iş bitiren görüntüsü; korkunç boyutlardaki ahlâkî tefessüh, ekonomimizin IMF’ ye teslim edilmesi, tarım ve hayvancılığın terör sebebiyle nerede ise bitme noktasına gelmesi, ülkemizde üretimi yapıldığı zaman ihtiyacı karşılayacak birçok malın ithâli; ülkeyi 26 yıldır uğraştıran bir terör şebekesinin başının rahatı için koskoca bir adanın tahsis edilmiş bulunması; savunma sanayi ve istihbarat servisimizin yarım asırlık ve bir vilâyetimiz büyüklüğünde bir ülkeye âdetâ muhtaç bir görünüm arz etmesi; eğitimin içler acısı hâlinin perişanlığıdır. Mevcut yapı, Yusuf Bozkurt Özal merhumun haklı olarak tespit ettiği gibi, askeri, kendi mes’elesinin dışında olan işlerin içine sokarken politikacıyı da askerden korkar hâle getirmiştir. [14] Bu durum Nazlı Ilıcak’ı da isyan ettirerek ona “Siyasetten elini eteğini çekmiş iç düşman kovalamaktan vazgeçmiş bir ordu hayâl ediyoruz. Vesayet demokrasisi sona ermelidir. Türkiye’nin önündeki engel, Kıbrıs, Ege, Yunanistan değil, devleti milletin sahibi gören köhne zihniyettir.” [15] dedirtmişti. Ülkemiz için doğru olanı tartışarak, birbirimizi dinleyerek, yanlışlarımızı sorgulayarak, birbirimizi anlamaya çalışarak bulacağız, bulmak zorundayız. “Resmî Türkiye, öteki Türkiye’yi daha ne kadar dışlayabileceğini, umursamayabileceğini, üçüncü sınıf insan ve sürü muamelesi yapabileceğini düşünüyor, merak ediyorum” [16]

Türkiye’de Demokratikleşme Gayretleri

Eğer dünyada İslâm ile demokrasinin bir arada yaşayabileceğini gösterebilecek tek bir ülke varsa, o büyük bir ihtimâlle Türkiye olacaktır. Türkiye’nin demokrasiye yürüyüşünü tamamlama vakti gelmiştir, emekleme dönemi bitmiştir. “Türkiye’yi yöneten seçkinler ülkenin demokratikleşmesine engel oluyorlar. Halkın nazarındaki pozisyonunu giderek yitirdiğini fark eden askerler, özellikle güçlü bir sivil yönetim gelirse ‘biraz geriye çekilmeye razı’ oldular. Türkiye’nin demokrasideki gedikleriyle ve laiklikteki katı çizgisiyle İslâm dünyasına başarılı bir model olabilmesinden başka Batının bir alternatifi yoktur.” [17] diyen New York Times’ın eski İstanbul Büro Şefi Stephan KINZER “Hilal ve Yıldız: İki Dünya Arasındaki Türkiye” adlı kitabının tanıtımı münasebetiyle verdiği beyanatla âdetâ bir Türkiye fotoğrafı çekiyordu.

“Türkiye, Orta Asya’yı ihmâl etti. Avrupa’da hâlâ Osmanlı korkusu var. Batı sizin yeniden Osmanlı’yı canlandıracağınızdan korkuyor. Avrupa’nın kapısını çalacağınıza Doğuya yönelin, onlar kapınızı çalsınlar.” diyen Saparmurat Türkmenbaşı siteminde haklıdır. “Sitem hep âşinâlardan gelir, bigâneden gelmez.” “Acı bir söz, çok zaman sıcak bir sevgiyle söylenir…” Biz önemini fark edinceye kadar hiç kimse bizim değer yargılarımıza, değerlerimize kıymet-i harbiye atfetmeyecektir.

“Sadece Türkçe izleyen (ve konuşan) on milyonlarca Türk’ün bile itibar etmediği TRT yoluyla Güneydoğu’daki vatandaşlara Türk kimliği kazandırılacağı sanılıyor. Sınırlar aşabilen Kürtçe TV ve radyo yayınlarının bulunduğu bu Internet çağında… Devekuşu politikasına devam…

Bu anlayış, ‘siyasî homojenlik’ arayışı değil midir? Her ‘temel konu’, şayet ‘partiler üstü bir anlayış’ ile ele alınacaksa, (o zaman) çok partili parlamenter sisteme ne gerek var?” [18] diyen gazeteci yazar Cengiz Çandar’ın tespitleri de doğru ve mantıklıdır.

Düşünen düşündüğü gibi yaşar; düşünmeyen düşünenlerin yönlendirdiği gibi yaşar. Sömürünün, insanı insanın sömürmesinin en hicranlı tarafı da burasıdır. Tarihten dersler çıkartalım.

Başbakanlığın 1997/7 numaralı Genelgesinde de dile getirildiği gibi, “Kültür birikimi, ulusal gelişme bilinci, genç ve dinamik nüfusu, toplumun ve işgücünün eğitim ve vasıf düzeyindeki yükselme, bilgi teknolojilerini kullanabilme kapasitesini geliştirme isteği, gelişmiş özel sektörü ve kurumlaşma yolunda ilerlemiş piyasa ekonomisi, uluslar arası rekabete açık sanayi yapısı, girişimcilik birikimi, etkileşim ve uyum sağlama, sentez yapma niteliklerine sahip kültürü, Güneydoğu Anadolu Projesi’yle harekete geçirilmeye başlanılan bölge potansiyeli, jeo-stratejik konumu, kıtalar arası ulaştırma ağları, tarihî ve turistik değerleri ile tabiî kaynaklarının zenginliği ve artan çevre bilinci Türkiye’nin güçlü yanlarını oluşturmaktadır.”

Zaaflarımızın tahlilinden de ürkmememiz lâzımdır.

Dünyânın birçok ülke meclislerinde oylanan Ermeni tasarıları bile, Cumhuriyeti Osmanlı’ya sahip çıkmaya zorlamakta, ülke içindeki ihtilâfları kısmen geri plâna itmektedir.

Biz uzmanlığı, siyaseti, anayasa hukukunu yanlış anlıyoruz. Demokrasimizin en büyük sıkıntılarından birisi budur.

İrtica Yaygaralarını Kimler Piyasaya Sürüyorlar? Oyuncuları Kimlerdir?

Devletin toplumu muhatap olmaktan çıkaran bir biçimde her şeyi “ideolojik” gördüğü bir denklemde, karşımıza da tabiî olarak “ideolojik temsil yeteneği olan muhataplar” çıkıyor. “Kaplancı Örgüt” Alman eyalet kanunlarının kendisine bahşettiği toleranstan istifâde ile Almanya’da faaliyet göstermekteydi. Milletlerarası konjonktür, bu müsamere teşkilâtının daha fazla ortalıkta görünmesine izin vermemiştir.

“ (…) Aczimendilerin teşkil ettiği bir tiyatro topluluğu da (bir zamanlar) sahnedeydi. Oldukça medyatik ve ‘kostüme’ bir görüntüleri vardı. Moda sektörünün önde gelen isimlerinden Nihâl Yargıcı Aczimendilerin kıyafetlerini erkeksi bulduğunu açıklamıştı. ‘İrtica nedir ve neye benzer?’ sorusuna elle tutulur ve gözle görülür bir misâl teşkil ederek otobüslere binip şehir, şehir geziyor, gösteri yapıyorlardı. Nasıl oluyorsa Ankara’nın göbeğinde Kocatepe Camii’nde de bu gösterilerden birini sergilediler. Kaplancılar ise aynı ‘hizmet’i, Avrupa ve dünya kamuoyu önünde ifâ ettiler ve kendilerine verilen görev süreleri tamamlandığında sahneden çekildiler.

Bu tiyatro gösterilerinin bütün İslâm âlemini bu kadar kolayca imaj kirliliğine uğratmasında bütün vebali sadece kötü niyetlere atmak kolay yol; zor olan sorumluluğu üstlenmektir. Doğrusunu söylemek gerekirse ‘İslâm’ kimliğini benimsemiş herkes, dünya coğrafyası üzerinde hazinelerin üstünde bîhaber yaşayanların sefaleti içinde” diyen Doç. Dr. Ahmet Turan Alkan’a hak vermemek mümkün değil.

Devlet toparlayıcı olmalı ve dış mihrakların insanımızı kullanmasına fırsat vermemelidir. Mekke’de oturduğu yerden “Fırat kenarında ayağı kırılan bir koyundan bile Ömer mes’ûldür” diyen halife Hz. Ömer gibi mes’ûliyet duygumuzu; insanımızı, maddî ve manevî değerlerimizi korumaya tâlip hâle getirmeliyiz.

Dinden Korkacak Bir Şey Yoktur!

“İttihatçıların dine ve dindarlara duyduğu kuşku olduğu gibi Cumhuriyet’e geçti. Bizler de Kemalizm eğitiminin çocukları olarak o kuşkuyu derinliklerimize yerleştirdik. Bazılarımız ’solcu’ olduk. ‘Din kitlelerin afyonudur’ sözünü öğrendik. Dini ürkütücü bir şey olarak gördük ve din bizi ‘gericiye çevirecekmiş’ gibi ondan hep uzak durduk.

Ama dinden korkmak toplumun hiçbir işine yaramadı. Bu anlamsız korku bizi entelektüel açıdan epey zayıflattı. Hemen hemen bütün entelektüellerimiz gibi yazarlarımızın da hem dini bilgileri azdır, hem de bir din adamını zaaflarıyla ve erdemleriyle anlatmaktan ürkerler.

Bu ürkeklik, bu yapay uzaklık, bu gereksiz korku, bizi, toplumun harcındaki en önemli etkenlerden birini incelemekten, anlamaktan, yaşadığımız toplumdaki çeşitli acıların kaynaklarını saptamaktan alıkoydu. Bu toplumun en büyük yaralarından biri, dinle ilişkisindeki kaygan alandır.

Bu toplumu anlamanın, o toplumun diniyle ilişkisini anlamadan mümkün olamayacağına inanırım. Türkiye’nin diniyle olan sorunlarını ‘huzurlu’ bir şekilde aşmasının bu ülkeyi rahatlatacağını, manasız çekişmelerden kurtaracağını düşünürüm.

Dinden korkacak bir şey yok.” [19]

Katı Laiklik Anlayışımız

Laiklik kavramı kanunla tanımlanarak kavram kargaşası mutlaka önlenmeli, art niyetli suçlamalara ve iftiralara açık tutulan kapı sû-i istimâlcilerin suratına çarpılmalıdır.

Gerçekleri sevmeyebilirsiniz; ama değiştiremezsiniz. Laikliği inatla, toplumdaki dinî hayatın ve dinî müesseselerin zayıflatılması olarak anlıyor ve öyle uyguluyorsanız bu, sosyal barışı tahrip etmek ve milletle kavga çıkartmak anlamına gelir. Kendi insanıyla kavgalı bir ülke olmak, daha ne kadar sürecek ve bunun sonu nereye varacaktır? Eskiden Cumhuriyet eliti eski hayat tarzını sürdürenlere saygıyla yaklaşırdı. Fakat onlar bir tür elit tabakaydı. Şimdi kılığını beğenmedikleri öğrenciler üzerinden, ince bir yaşama tarzına karşı duranlar tam ayak takımı ayarında kabalığı kuşanmışlar.

Demokratik Sıkıntılarımız

● Türk devlet sistemi içinde siyasî güç dengesi yeterince kurulamamıştır. Politika merkezleri ve güçler yetkilerini taşraya devretmek istememektedirler. Taşranın yetkisizlik ve imkânsızlıkları ise merkeze gözlerin dikilmesine sebep olmaktadır.

● Ülkemizde hesap sorma kanalları yeterince açık değildir, tıkalıdır.

Türkiye’de devletin dine bakışı “Devletin dinin üzerindeki kontrolünün devamını sağlamak” mantığına dayanmaktadır.

Şahsiyet ibrazında kararlı, dürüst, hüsn-ü ahlâk sahibi ve hukuk normlarına hürmetkâr yaratılışta olanların rayici yoktur.

● Demokratik hukuk devletinin ifâde ettiği temel bir kavram olan “eşitlik” kavramı Türkiye’de yurttaşların demokratik bir hukuk devletinde olması gerektiği mânâda eşit olduklarını söylemeye görünürde imkân bırakmıyor.

Günümüz Türkiye’sinde çeşitli meslek mensupları “Sorumluluk duygusu ve şuuru” açısından zâfiyet gösteriyor. Herkes görevini, mesleğini, işini doğru dürüst yapsa, yapmaya çalışsa, gereken gayreti gösterse, maddî ve manevî üretim hâsılamız iki misline çıkar. İmkânlarımızın yetersizliğinden şikâyet ediyoruz; ama biz o yetersiz olan imkânların da altında yaşıyoruz.

“Devletçi ekonomi totaliter siyasî idare, serbest piyasa ekonomisi ise demokratik idare gerektirir. Türkiye’de çok fazla maskeli insan olmasının temel sebeplerinden birisi de, devlet emrinde çalışanların sayıca çok fazla olmasıdır.” diyen Doç. Dr. Hüseyin Çelik devletçi ekonomi mantığının yanlış istihdam politikasına parmak basıyordu.

Millet, devletin yüksek katlarında “sahici” insanlar görmeye müştâktır.

Karizmasını kendi eliyle reddeden demokrat ruhlu devlet adamlarına ne kadar susamışız.

Devlet sofra kurarsa, haramzâde çok olur.” diyen Mesut Yılmaz çok haklıdır.

İçişleri eski Bakanı Sadettin Tantan “Sistemin menfaat üzerine kurulduğunu, eylemde menfaatin önde olduğunu, ülkeyi soyanları affedenlerin halkı değil menfaati temsil ettiğini, bu değişmediği zaman halkın ve ülkenin menfaatlerinin hiçbir zaman ön plânda olmayacağını” [20] ifâde ederken çözümü de ortaya koyuyor.

Türkiye’de, Türkiye’nin menfaatleri için hayatı boyunca aşkla çalışanı şevkle bitiren, harcayan âdetâ görünmez bir güç mekanizması vardır.

Türkiye’de uygulanan soygun modeli plânlı, programlı ve teşkilâtlıdır. Sadettin Tantan, bu soygun ve talan düzenini, Umberto Eco’nun “Foucault Sarkacı” adlı eserinde ele alarak incelediği Ortaçağ’da dünya finans piyasalarında kurdukları hâkimiyete bağlı olarak imparatorlukları ve krallıkları kendilerine borçlandıran Temple Şövalyelerine benzetiyor.

● Devletten yana tavır alan siyasî partiler, bürokratlar, devletçi oligarşinin resmî ve gayri resmî unsurları aslında el ele verip Türkiye’de “devlet” fikrini ve aksayarak da olsa yürüyen mevcut sistemi içeriden oyan, çürüten ve yıkan bir görüntü veriyorlar. Bu kadro, devletin değil, elli altmış milyar dolarına, üç-beş kuruşuna bile sahip çıkamayacak derecede ehliyetsiz, liyakatsiz, uyuşuk, seyirci ve beceriksiz bir kadro intibaı veriyor. Göründüğü kadarıyla 2000’li yılların başında iki yıllık bütçesini hırsızlara, talancılara ve uğursuzlara kaptıran bir kamu otoritesi hiç “maznun” mevkiine geçmeyecek mi?

Bugünün Türkiye’sinde dürüstlük en büyük meziyet hâline gelmiştir.

Türkiye’de tefrik ve temyiz şuurundan neredeyse eser kalmamış vaziyettedir. Ülkemizde yalan, dolan, entrika, tezvirat, palavra, hile, riyakârlık, saygısızlık, kin-nefret gırla gidiyor.

● Bu millet, aydınlarına yön veremedi, kendini onlara tamamlatamadı, engellemelerine mâni olamadı; ama yabancılaşmış aydınlar, dili başta olmak üzere, bu milletin bazı değerlerini ve değer ölçülerini bozmayı yahut zayıflatmayı çok iyi başardılar. Demokratik gelişmemizin önündeki asıl büyük sıkıntı aydınların bu milletin önüne koyduğu engellerdir.

● Anadolu’da halk arasında kullanılan bir tespit şöyledir: “Eşkıya kızanlarını, kızanlar eşkıyaları seçiyor. Ne eşkıya, ne kızanları biz seçmiyoruz.” İşte size Türkiye’deki sakat seçim mantığını ifâde eden ârifâne nefis bir tespit! Türkiye’de seçmenin iradesinin sandığa yansımasının önündeki en büyük engel tercihli oy sisteminin uygulamaya konulmamasıdır.

● Târihin bütün dönemlerinde yasaklar, insanlar için her zaman tahrik edici olmuştur. Yasaklarımızdaki mantığı sorgulayabilecek olgunluğa vatandaşımızı taşıyabildiğimiz zaman bu ülkenin birçok mes’elesi de kendiliğinden çözüm yoluna girecektir.

● Üniter yapımızın bozulmasını önlemek için başımızı kuma gömmeden bütün hassasiyetimizi sürdürmeye devam edelim. Kendi insanımıza güvendiğimizi göstererek, daha müsamahalı ve kucaklayıcı olarak, yasaklara umut bağlamadan, aklımızı, çağdaş ilim ve teknolojiyi kullanarak, Türkiye için cesur adımlar atmaktan korkmayalım. Devlet, vehimleri ve birtakım korkuları, milletin dinamikleri ve desteği ile aşmasını bilen ortak aklın adıdır. Devlet adına yetki kullanırken nefsimizi azdırmayalım. Unutmayalım ki, mazlumun âhı dağları titretir. Âh almayalım.

Otoriter kutsal devlet” anlayışını terk etmesi gereken idârenin cumhuriyeti demokratikleştirmesi gerekir. 2. Cumhuriyetçiler grubunun başında yer alanlar da aynı talebi dile getirmişlerdi. Yâni cumhuriyetin demokrasi ile beslenmesi lâzımdır. Cumhuriyetin ideolojisi “liberal demokrasi” olmalıdır. Profesör Mustafa Erdoğan’a göre, “Bu ülke ‘doğrular’ı gücün belirleyemeyeceği fikrine alışmalıdır. Çünkü doğruların güçle belirlendiği yerde uygarlık olmaz.”

İkinci Cumhuriyetçilerin 1990’dan beri seslendirdikleri tezin satır başlıkları şöyleydi:

¨ Demokratik cumhuriyet,

¨ Hukuk devleti,

¨ Padişahlık değil hizmetkâr devlet,

¨ Askerî irade değil halk iradesi,

¨ Piyasa ekonomisi,

¨ Köylülük değil bilgi toplumu,

¨ Halkın ekonomik ve siyasî özgürlüğü,

¨ Her alanda yeryüzü standartlarının hâkim kılınması.

Mehmet Altan, Etyen Mahçupyan gibi şahsiyetler 2. Cumhuriyetçiler olarak biliniyor.

SONUÇ:

Ülkemizdeki kutuplaşmayı azdıran, gerilimi tırmandırıp düşmanlıkları besleyen anlaşmazlık noktalarının mümkün olduğu kadar azaltılarak Türkiye’nin temel mes’elelerinde çok daha seviyeli tartışmalara yol açılmalıdır.

Bizim problemimiz bir alt yapı problemidir; fukarayız ve fukaralık demokrasi ile kabili telif bir illet değildir. Fukara bir toplumun üyeleri, demokrasiyi işletecek temel faktör olan “vatandaş” seviyesine erişemezler. Demokrasi, çağdaş kriterler nazarında asgarî derecede varlıklı, vergi mükellefi ve dolayısıyla idâreye katılma şuuruna erişmiş vatandaşlar olmaksızın tasavvur bile olunamaz. 18.10.2010

 

Not: Bu makale, Mersin Tercüman Gazetesi’nin 18.10.2010, 25.10.2010, 01.11.2010, 08.11.2010, 22.11.2010, 29.11.2010, 06.12.2010 tarih ve 365, 366, 367, 368, 369, 370, 371 sayılı nüshasında yayımlanmıştır. www.mersintercuman.com

 

 

 

Ekrem YAMAN

Antalya Vali Yardımcısı

Web: www.ekremyaman.com

E-posta: ekrem.yaman@icisleri.gov.tr


[1] Enis BERBEROĞLU, “İsimler Farklı, Fakirlik Kalıcı;” Hürriyet, 3.4.2000.

[2] Ahmet Turan ALKAN, Zaman.

[3] “Ülkeyi Bir Sente Muhtaç Ettiler,” başlıklı haber, Zaman, 03.03.2002.

[4] Zeynep ATİKKAN, “Zamanların Çarpışması,” Hürriyet, 24.10.2000.

[5] Ahmet Turan Alkan, “Üniversitelerimiz Aslında Medrese mi?,” Zaman, 20.11.2000, s. 3. Bu tahlilin hazırlanmasında yazarın çeşitli yazılarındaki fikirlerinden çok geniş çapta istifade edilmiştir. Bütün kaynaklara atıf yapılmamıştır (E.Y.).

[6] “Avrupa Birliği Aptallık Yapıyor,” başlıklı haber, Zaman, 22.11.2000, s. 7.

[7] Mehmet Akar, Mesel Ufku, s. 169.

[8] Hamit Karalı, “Yargı Bağımsızlığı ve Medyanın Yargısız İnfazı,” Zaman, 25.01.2001, s. 15.

[9] Ahmet AKGÜNDÜZ, İslâm’da İnsan Hakları Beyannamesi, TİMAŞ yayınları: 140, Araştırma İnceleme: 5, İstanbul, Engin Ofset, s. 43.

[10] MERİÇ, A.g.e., s. 1, 57, 195.

[11] Cemil MERİÇ, Jurnal, Cilt: 2, 5. Baskı, İletişim Yayınları: 222, Cemil Meriç Bütün Eserleri: 3, İstanbul, Şefik Matbaası, 1998, s. 156.

[12] Enis BERBEROĞLU, “Duvarlar Yıkılıyor Altında Kalmayın,” Hürriyet, 11.08.200.

[13] Etyen MAHCUPYAN, “Son Darbeden Bugüne,” Zaman, 27.5.2001, s. 10.

[14] İbrahim KARAYEĞİN, “Yusuf Bozkurt Özal,” Zaman, 8.9.2000, s. 12.

[15] “İstediğini Aldı” başlıklı haberde Nazlı Ilıcak’ın beyanatı, Zaman, 21.12.2000, s. 12.

[16] Hikmet GÖK, “Cadılarla Hasbıhal,” Yeni Bin Yıl, 10.9.2000.

[17] Ali ASLAN’ın haberi, “Dünya Türkiye’ye Muhtaç,” Zaman, 21.10.2001, s. 13.

[18] Cengiz ÇANDAR, “Gizli Plan” “Açık Kriterler,” Sabah, 17.09.2000.

[19] Ahmet ALTAN’la Röportaj, Mehmet GÜNDEM, Yeni Şafak Gazetesi, 10.12.2007, s. 15.

[20] Sadettin Tantan: “Elimde Dosya Var Demedim,” Zaman, 14.03.2002, s. 3.