TÜRK’ÜN VE TÜRK MİLLETİNİN KÜLTÜR DEĞERLERİ VE BU DEĞERLERDEKİ AŞINMALAR

 

Türk’ü Türk yapan ve Türk Milleti’ni tek vücut hâlinde bir araya getiren değerlerimiz ve özelliklerimizle bunlardaki aşınmalardan ana başlıklar hâlinde bahsedeceğim.

Türklerin en belirgin özelliği, hür ve müstakil olarak yaşama, dünyaya hâkim olma iradesidir. Türk tarih ve kültüründe bunu gösteren pek çok örnek vardır. [1]

Bir Türk’ün kendi milleti ve kültürü hakkında canlı fikirler edinmesi için onlara âdetâ yabancı gözüyle bakması lâzımdır. Dış ülkelere gidenler, kendi memleketlerinin suyuna, toprağına, havasına karşı derin bir özlem duyarlar. Böyle duygular bize bizi keskin bir ışık altında gösterir.

Türkler, kendilerine has kültürel değerleri bilmedikleri, onlar üzerinde kafa yormadıkları, onların millî varlık bakımından taşıdıkları değeri ölçemedikleri için, pek çok şey kaybetmişlerdir. Bir millet, kendisini hiç sayarak yabancıların manevî kölesi olursa, er geç maddî kölesi de olur. Hikmetin esası, ferdin ve milletin kendi kendisini bilmesidir. “Millî şuur” kendi milletinin varlığını tanımak ve bilmek demektir. [2]

Kendi milletinin tarih ve kültürünü öğrenmek ve incelemek isteyen her Türk eski eserleri anlamak ve onlardan zevk almak için Osmanlıcayı bilmek zorundadır. Yabancı kültürlerden istifade etmek için, yabancı dili okullarımızda öğretmek maksadıyla bunca emek ve para harcarken, kendi millî kültür kaynaklarına sırt çevirmeyi mazur göstermek bir hayli güçtür. Bunun adına gaflet, cehalet, dalâlet derler.

Öğretmenler, öğrencilerine, Türk yazarlarının kullandığı bütün kelimeleri öğretmeli ve sevdirmelidir. Onların düşünce ufkunu genişletmenin başlıca yolu budur.

Bugün okur-yazarlar arasında güzel, ortak bir Türkçe telaffuzu teşekkül etmiştir. Türkçeyi çok güzel konuşan aktörlerimiz, hatiplerimiz, hocalarımız ve spikerlerimiz vardır. Türk dilinin en güzel örnekleri, Türkçeyi iyi konuşanların ağzı ile teybe veya plâğa alınarak Türk çocuklarına daha ilkokulda standart bir Türkçe telaffuzu öğretilebilir.

Kıyıda bucakta Türk kültür ve medeniyetine ait bir teferruatı belirten kim bilir ne çok kelime vardır. Öğretmenler ve öğrenciler, böyle kelimelerle karşılaşırlarsa, onları mânâ ve tasvirleriyle kaydederek, dil ile ilgili ilim adamlarına bildirmelidirler. Nerede olursa olsun, Türkler tarafından konuşulan ve yazılan her kelime “Türk Kültür Lügâtına” girmelidir. Onların hepsi Türk kültürünün muhtevasını, tarih ve coğrafyasını belirtmeye yarayan birer delildir.

Günümüzde radyo, okul ve televizyon kültürü, binlerce yıllık halk kültürünü öldürüyor. Bunların gün geçirilmeden toplanılması lâzımdır. [3]

Halk kültür örneklerini asıllarına sadık kalarak toplamamak bir daha bu hazineden istifade imkânını bırakmayacaktır.

Türkiye üniversiteleri ile liselerinde dış Türklerin edebiyatlarına mutlaka yer verilmelidir.

Türk Milleti’nin tarihî macerasını ve şahsiyetini tam olarak bilmek için, halk arasında hâlâ canlılığını devam ettiren sözlü edebiyat kadar kütüphane raflarında sessiz sessiz uyuyan yazılı edebiyata da ehemmiyet vermek lâzımdır.

20. yüzyılda çağdaş medeniyete geçerken, Türk tarih ve medeniyeti haksız yere kötülenmiştir. Bizim eski tarih, edebiyat ve medeniyetimize sahip olan her medenî millet onunla övünürdü.

Eski edebiyatımızın kötülenmesinde onu ilmî bir şekilde incelemeyiş ve değerlendiremeyişin de rolü vardır. Bir şeyin değeri ona bakana bağlıdır.

Türklerden, Türk boylarından çoğunun bugün bulundukları yere nereden, ne zaman, nasıl geldiklerini ve asırlardan beri buralarda nasıl yaşadıklarını bütün teferruatı ile öğrenmek mecburiyetindeyiz.

Tarih duygusuna sahip olmayan bir insanda eksik bir şey vardır. O, kendisi ile tarih ve millet arasında bağlar kurmak suretiyle bütüne ve bütünlüğe ulaşır.

Atalarımızdan kalma her şey, bir yerlerde saklanmalıdır. Bunları en iyi saklama yeri, Devletin koruduğu müzeler veya kütüphanelerdir. Bunları gelenek şuuruna sahip ailelerde de muhafaza etmek mümkündür.

Okullarda çocuklarımıza Türk tarihini okuturken onlara eskiden kalma yazılı vesika ve eşyanın taşıması muhtemel değer ve mânâsını da iyice anlatırsak, dikkatlerini böyle kaynaklara çevirmiş ve yardımlarını sağlamış oluruz.

Tarih, sadece bilgi edinilen, okunan ve korunan bir şey değil, aynı zamanda yeni vesikalarla geliştirilen, herkesin katkıda bulunabileceği “millî hazine”dir.

“Yazılan tarih”in gayesi, “yaşanılan tarih”i her yönüyle bilmektir. Yazılı olan tarihlerden hiç birisi, henüz bu gayeye ulaşmamıştır. Buna göre yazılan tarihi yaşanılan tarihi her yönüyle kucaklayacak hâle getirinceye kadar durmadan çalışmak lâzımdır. Bu da yeni yeni vesikaların bulunması, okunması, basılması, yorumlanması ile olur.

Türk tarihi henüz her yönü ile san’at eserlerinde güzel bir şekilde ifade olunmamıştır. Millî tarih şuurunu uyandırmada san’at eserlerinin büyük rolü vardır.

Mûsikî de dil ve edebiyat gibi bir milletin ortaklaşa duygularını ifade ettiğine göre, ona da kelimenin tam mânâsıyla “bizi biz yapan bir değer” gözüyle bakmamız ve korumamız doğru bir hareket olmaz mı?

Yanlış görüşlerin Türk kültürüne büyük zararları olmuştur. Türk dili, Türk edebiyatı ve Türk tarihi gibi millî kültürün bir parçası olan Türk mûsikîsi yıllarca okullarda okutulmamış, sadece Avrupa medeniyetinin bir parçası sayılan Batı mûsikîsine yer verilmiştir. Fakat Devletin bu sakat görüş ve tutumuna rağmen Türk halkı kendi mûsikîsine sımsıkı sarılmış ve onu korumuştur.

Türk mûsikîsinin okul dışı bırakılışı, korunmak şöyle dursun kovuluşu, pek tabiî olarak onun gelişmesine engel olmuştur.

Türkiye bugün bu ifratlardan kurtulmuştur. Bugün halk ve klâsik Türk mûsikîsi, âdetâ eski yılların hapis hayatından çıkmış gibi bütün Türkiye’de söylenmekte ve çalınmaktadır. Radyo, televizyon, plâk, teyp Türk Milleti’nin asırlar boyunca vücuda getirdiği saz ve söz eserlerini memleketin her tarafına serbestçe yaymaktadır.

Dünyanın mûsikîsi dinlenen ve çalınan Türkiye’de bizim soyumuzdan olan insanların mûsikîlerine yabancı kalmamızı izâh etmek çok güçtür. Bu dar görüşlülüğü artık bırakmalı, Türkiye dışındaki Türklerin edebiyatları gibi mûsikîlerine de kapılarımızı açmalıyız.

Türk mûsikîsini Türk dili gibi bir arada ele alan, inceleyen ve değerlendiren bir müesseseye ihtiyaç vardır. Bu müessese bütün Türk ülkelerindeki mûsikî eserlerini toplamalı, incelemeli ve onları en güzel şekilde icra eden san’atçıları yetiştirmelidir.

Türkler her türlü mûsikî âletini kullanmaktan veya klâsik Türk mûsikîsini onlarla çalmaktan ve yeni denemelerini bu âletlerle yapmaktan çekinmemelidirler. Mûsikî dilin anlatamadığını anlatır. Âlet bizi kâinatın içinde gizli bulunan kozmik mûsikîye götürür. Mevlânâ’yı coşturan insan sesi değil neydi, neyi de insan üflüyordu. Ama ney insandan çok farklı şeyler söylüyordu.

Her okulun Türk san’at eserlerinin resimlerini, plânlarını, maketlerini gösteren müzeleri olmalıdır. Bu müzelerin bir kısmı, okulun bulunduğu şehir veya semtteki eski eserlere tahsis edilmelidir. Vatandaşların ellerinde bulunan tarihî eşyalar ve kitaplarla resimler okul müzelerinde muhafaza edilebilir.

Okul müzeleri, öğrencilerin boş vakitlerini güzel eserler kopya ederek veya incelemeler yaparak değerlendirdikleri atölyeler olmalıdır.

Yeni okullar, Devlet daireleri, müzeler, hattâ evler inşâ olunurken neden eski Türk san’at eserlerinden istifade edilmiyor? Bunun sebebi onların bilinmemesi, yapacak ustaların bulunmaması ve muhayyilenin bu modeller üzerinde çalıştırılmamasıdır.

Öğrencilere ilkokuldan itibaren Türk san’at eserleri öğretilmiş olsaydı, onlar bunun zevkine varırlar, hayatta da onları ararlar, bulurlar ve korurlardı.

Türkiye’de her yerde yeni binalar tarihî eserlerle tabiat güzelliklerini vitrine koyacak bir şekilde inşâ olunmalıdır.

Atalarımız mimarî kadar ağaca da büyük değer veriyorlardı. Tanpınar’ın şu cümlesi Türkiye’nin yeni mimarları için bir rehber olmalıdır:

“Ağaç, mimarîmizin ve bütün hayatımızın en lütûfkâr yardımcısıdır.”

Türkiye’nin keşfini ve kaynaklarının işletilmesini yabancılara bırakmaktan artık utanmalıyız.

Türkler insanın yetiştirilmesine her çağda büyük önem vermişlerdir. Binlerce yıldan beri bugüne kadar yaşamalarının sırrı budur.

Türklerde biyografi, hâtırât ve röportaj nevileri gelişmemiştir. Çeşitli sahalarda yetişmiş bütün büyük adamlarımızın biyografilerini yazmalıyız. Onlara ait her şeyi, meziyetleri kadar kusurlarını da bilmeliyiz. Zira kusurlar da bize bir şeyler öğretir. Her vilâyet, kasaba veya köy kendi yetiştirdiği insanların eserlerini ve hâtırâlarını saklamalıdır.

Neşredilmemiş hâtırâlar basılmalı, zengin hayat tecrübeleri olan insanlarla konuşularak başlarından geçenler kaydedilmelidir.

Öğretmenler herkese ortak ders verirken, kabiliyetli gençlerle ayrıca meşgûl olmalıdırlar.

Mâziyi şuurlu olarak bilme, eskilerin denemelerinden faydalanma bize ölçülü olmayı öğretir. Bilhassa yeni olmak isteyenlerin eskiye büyük ihtiyaçları vardır. Genç nesil bu hakikati anlamaya başlamıştır. [4]

Büyük ve güçlü bir millet olmamızı sağlayan yüce değerlerimizi yozlaştırarak, bizi bu değerlerden ve öz benliğimizden uzaklaştırmayı amaçlayan menfî güçlerin etkisinde kalmadan, birbirimizi kardeşçe sevelim. Birbirimizle hiçbir karşılık gözetmeden yardımlaşalım. Birbirimizin hatırını kırmadan ve iyilikle hatalarımızı düzeltebilme olgunluğunu gösterelim. Başkalarının hakkını en az kendi hakkımız kadar gözetmeyi başaralım. Dargınlıkları, kırgınlıkları bir tarafa atarak birbirimizle barışalım.

İşte o zaman milletimiz gerçek anlamda sevgi ve kardeşliğin değerini anlayacak, gerçek huzur ve mutluluğun zevkine ve zirvesine ulaşacaktır.

Bir cemiyette insanın kıymeti lâyıkıyla anlaşılmadıkça o insanın değeri en azından bulunduğu yerde kalır, insan kıymeti bilmeyen bir cemiyetin de kalkınmasına imkân yoktur. Faziletli, yüksek ahlâklı, doğru, bilgili, becerikli, tecrübeli insana cemiyette değer ve mevki vermek, ona hürmet ve saygı göstermek, o cemiyeti kısa zamanda medeniyetin zirvesine ulaştırır.

Bugün aile, okul ve öğretmenden başka çocukların terbiyesi bakımından Devletin kontrolü altında bulunduracağı müesseseler vardır ki, bunlar sinema, tiyatro, radyo, televizyondur.

Benimsenmiş millî bir şuurla Devlet bu müesseseleri eline almazsa en iyi hocanın, en muhafazakâr ailenin emekleri boşa gider.

Günümüzde birçok vasıtayla sömürülen ve mübalâğalı bir şekilde topluma takdim edilen bir konuda birkaç söz söylemek istiyorum: Cinsiyet ve cinsî hayat!

Cinsî hayat bir insiyaktır. Bunun dersi olmaz. Mart ayında kedi dama çıkmayı derste öğrenmez. Bu doğuştan gelen bir hadisedir. Bugün ülkemizde çocuk yapma çağında olmayan kızlardan, çocuk yapamayacak yaşlı kadınlara kadar herkese doğum ve nüfus plânlaması olayını anlatmak üzere aile plânlaması diye cinsî konulara karşı insanları meraklandıran cemiyetler kurulmuştur. Bu konu ile ilgili olarak Anadolu’da seminerler tertip ediliyor.

Müstehcenliğin gayesi, bizim milletimizin asırlar boyu sahip olduğu yüksek medenî seviyeyi düşürmektir. Bu bahisle ilgili sözü Yunus’la bitireceğim:

“Yerden göğe küp dizseler,

Birbirine bend etseler,

Altından birin çekseler,

Seyreyle sen gümbürtüyü.”

Bizim medeniyetimizin küplerinden biri de edep, hâyâ duygusudur. [5]

“Kişinin aslına sadık kalması ecdadının küllerini değil, ateşini yeryüzüne geri getirmesi ile gerçekleşir. Nehrin kaynağına saygısı denize doğru akışındandır.” [6]

Mesai saatlerini “ekmek kavgasına”, boş zamanlarını “içki, kumar ve fuhşa” ayıran, çocukluğunu “kreşlerde”, gençliğini “diskoteklerde”, son günlerini “acizler evinde” geçirmeye mahkûm edilen insanlar elbette mutlu olamazlar. Aile bağlarının gevşediği, komşu ilişkilerinin kalmadığı, çıkar kavgaları içinde, bir diğerinin ekmeğine göz dikildiği, mertlik, sorumluluk, sevgi, saygı ve samimiyet kavramlarının alaya alındığı bir dünya insana ne verebilir? Bu bir çöküntü tablosudur. [7]

“Geride kalanlar hep dövünse de,

İnsan birer birer yine gidiyor.” [8]

Göçmeden önce geride kalanlar ve nefsimiz için biraz hazırlık yapmamız gerekmez mi?

Türk’ün kök değerlerine yabancılaşma yerine onlara sahip olma idrak ve şuurunda yaşayan, bunun mücadelesini yapan bir gençlik istiyorum.

İslâm imân ahlâkına göre yaşamayı büyük saadet bilen, bütün Türk Milleti’ni iki cihanda aziz ve mes’ut görmek isteyen ve böylece “İslâm’ı nefsinde yaşamayı gaye edinen”, Türk milliyetçiliği şuuruna sahip bir gençlik görmek istiyorum.

Bütün değerlerin toz duman olduğu bir ortamda doğruyu, iyiyi ve güzeli bulmak kolay değildir. Doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü, güzelle çirkini ayırmak, gerçeği görmek ancak ve ancak dehâ derecesinde seziş kabiliyeti olan insanlara nasip olur.

İnanıyorum ki, hem Türk olmak, hem Müslüman olmak, hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Zira Müslüman Türk Milleti ve onun devleti güçlü ise İslâm dünyası da güçlüdür. Aksi olunca, bütün Türk dünyası ile birlikte İslâm dünyası da sömürgeleşmektedir.

Tarihte Türk Milleti kadar İslâmiyet’in temel esprisini kavrayarak, onunla bütünleşmiş başka millet yoktur.

Türk Devletini yıkmak isteyenler yalnız Türklüğe değil, İslâm’a da ihanet etmektedirler.

Genç kardeşim! “Duydun mu? Tilkiler aslandan haraç almış, kargalar kekliğin yürüyüşüyle alay etmişler. Efendi kölesine hizmet ediyor, köle efendisine harçlık veriyormuş. Davran ve aslana, kekliği ve efendiye, kendilerine gelmelerini söyle. Belki dinlemeyecekler. Fakat sen onların gözündeki gafleti, gözyaşınla silmeyi unutma…

Düşüncesi nemlenmiş ve beraatını ecelden almaya niyetlenmiş bir milletin bağrında sen, düşüncesinden ateş damlayan bir gül goncası gibi aç. Öyle bir gül goncası ki, gönlü dünde, gözü ise daima yarınlardadır.

Aldanmış ve aldatılmış insanımızın şafak diye seyrettiği aydınlığın, puthaneden camiye sıçrayan büyük yangın olduğunu artık onlara haber ver. Haber ver, Kâbe’den ürküp kaçan ceylanın yabancıların okuyla yaralandığını…

Kendini bırakıp âfâka dalan, su pınarını terk edip çölde su arayan âmâya söyle: Güneş avlamaya çıkmıştın, halbuki öz benliğinin mumu çoktan sönmüştür. Yabancıya yakın kendine uzak kaldığı müddetçe de bu mum asla yanmayacak ve o, hep, gözünde fer olsa bile sinesinde kalp bulunmayan bir âmâ olarak yaşayacaktır.

San seni öldürmeye gelenlere hayat ver. Kendi safında olmak şartıyla sana diken batıranların gönlünü gül yaprağıyla dahi incitme… Vazifenin en ağırını yüklenmeyi İlâhî bir lütûf, kendin için de büyük bir bahtiyarlık kabul et. Fakat ücret zamanı semadan yağmur yerine dürrü güher yağsa senin nasip bağına bir katresi dahi düşmesin. Ve sen iradenle, “bîbaht” olmayı tercih et…

Hazırlan… Senin ışıl ışıl bakan gözlerinde ben milletimin fecrini seyrediyorum ve inanıyorum, bu fecrden yüzlerce seher doğacak. Ancak unutma, çiçeğin yanağını yıkayan çiğ tanesi omzunda nice fırtınalar taşımalıdır…

İşte buna hazırlan…” [9]

Genç kardeşim!

“Sakın hiçbir affından dolayı asla pişman olma, sakın hiçbir cezalandırman için de katiyen sevinme, savma imkânını buldukça hiçbir tehlikeye atılma.” [10]

“Yanına yaklaştırmayacağın, kendisinden en çok nefret edeceğin adamlar halkın kusurlarını en çok araştıran kimseler olmalıdır. Bu kusurların gizli kalanlarını sakın eşme. Senin görevin bildiklerini düzeltmeden ibârettir. Bilmediklerine gelince, onların hakkındaki hükmü Allah verir.

İnsanlar hakkında bütün kin düğümlerini çöz; seni intikama doğru sürükleyecek iplerin hepsini kes. Sence açıklık kazanmayan şeylerin tümü hakkında anlamamış görün, şunu bunu çekiştirenin sözüne sakın çarçabuk inanma. Çünkü çekiştiren kişi ne kadar saf görünürse görünsün yine hilekârdır.

Sakın adamın iyisi ile kötüsü yanında bir olmasın. Zira bu eşitlik iyileri iyilikten soğutur: Kötülerin de kötülüğe eğilimini sürdürür.

Sana yakın uzak herkesi hakkı kabule mecbur et; özel ve yakın dostların için her neye mâl olursa olsun bu hususta sebât ve dikkat göster. Nefsine ağır gelecek olan bu hareketin sonunu gözet, çünkü sonu hayırdır.

Sakın kendini beğenme, sakın nefsinin sana hoş gelen yanlarına güvenme, sakın yüzüne karşı övülmeyi isteme. Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa hepsini mahf etmek için şeytanın elindeki fırsatların en sağlamı budur. Yaptığın işleri başa kakma, abartma, sözden dönme. Çünkü başa kakma, iyiliği tüketir; mübalâğa gerçeği söndürür; sözden dönme Yaratıcının da yaratığın da nefretini çeker. Sakın işlere vaktinden önce atılma. Sakın vakit gelince de acelecilik gösterme; sakın açıklık kazanmayan işlerde inat etme. Sakın açıklık kazandığı zaman da gevşeme, sonra her işi yerine koy; işlerinin her birini mevkiinde bulundur. Herkesin bir olduğu noktalarda kendini kayırmaktan çekin.

Hiddetine, gazabına, eline, diline hâkim ol ve bunların hepsinden mâsun kalabilmek için felâketlerden geri durup şiddetini ertele ki, öfken geçsin de, iradene mâlik olasın. Bundan başka Yaratanına döneceğini anarak endişeye düşmedikçe nefsine hâkim olmak imkânını kat’iyyen bulamazsın.

Hâsılı öyle çalış ki, Allah’ın huzuruna çıktığın zaman ‘gücüm yeterince çalıştım.’ diyebilesin” [11]

 

Not: Bu makale, Konya Postası’nın 16 Ekim 1992, 17 Ekim 1992, 19 Ekim 1992 ve 20 Ekim 1992 tarih ve 5719, 5719, 5720, 5721 sayılı nüshalarında yayımlanmıştır. 

Ekrem YAMAN

KARAPINAR KAYMAKAMI


[1] Prof. Dr. Mehmet KAPLAN, Türk Milletinin Kültürel Değerleri, Kültür Bakanlığı Yayınları Seri No: 732, Kültür Eserleri Dizisi: 73, Ankara, Ofset Repromat, 1987, s. 4.

[2] KAPLAN, A. g. e., s. 7.

[3] A. g. e., s. 1.

[4] A. g. e., s. 60.

[5] Prof. Dr. Ayhan SONGAR, “Müstehcenlik ve Ruh Sağlığı,” Din Öğretimi Dergisi, Sayı: 17(Aralık 1988), s. (112-114).

[6] Hz. Ali’nin Mısır Valisi Malik İbn-i El Hâris El Eşter’e Mektubu, Din Öğretimi Dergisi, Sayı: 18(Mart 1989), s. (102-112), (Nehc’ül Belâga, Haz. Abdülbâki GÖLPINARLI, s. 368-387’den naklen).

[7] Ahmet ARVASİ, Size Sesleniyorum, Cilt 1, 4. Baskı, Model Yayınları No: 1, İstanbul, İhlâs A. Ş., 1989, s. (23-24).

[8] N. F. KISAKÜREK.

[9] Şemsettin NURİ, “Kurtarıcı Nesle,” Sızıntı Dergisi, Sayı: 125(Haziran 1985), s. 178.

[10] Hz. Ali’nin Mektubu, s. 103.

[11] A. g. mektup.