İSTANBUL’UN FETHİ VE SAKATLAR HAFTASI MÜNASEBETİYLE BAZI MÜLÂHAZALAR

 

Bugün, İstanbul’un fethinin 529. yıldönümünün bütün yurtta şenliklerle kutlandığı mutlu bir gündür.

Cisimlerin tâbi olduğu biyolojik kanunlar gibi, cemiyetlere de baş eğdiren sosyal iniş-çıkışlar, oluş ve ölüşler vardır. Sultan İkinci Mehmed’in muhâsara ettiği Bizans da o zamanlar ölümün sarih alâmetleri ile can çekişir hâlde bulunuyordu.

Sultan İkinci Mehmed’in saltanat sürdüğü devir, kütlelerin büyük insan motifi etrafında bünyeleştiği mes’ut zamanlardı. Henüz; felsefî, ilmî, içtimaî ve iktisadî şartlar insan şahsiyetini parçalayıp merkezlerinden dağıtmamıştı. İçte bütünlüğü muhafaza ve idâme ihtiyacı da, onu küllî nizâmın çevresine ve çerçevesine sıkı sıkıya bağlı bulunduruyordu. Böylece de hayat ve devam teminatı kazanmış olan bu kolektif şuur, büyük bir şevk, gayret hattâ vecd ve istiğrak hâlinde muhteşem ve yekpâre Osmanlı Medeniyeti âbidesini taş taş işleyerek el birliği ile yükseltti. İstanbul’un fethi bu yükselmenin taşlarından biridir.

Bilindiği üzere, kişinin bedenî, zihnî ve ruhî yetenek ve özelliklerinden bir kısmını sürekli olarak yitirmesine ve normal hayatın gereklerine uyamama durumuna sakatlık ve böyle kişilere de sakat denir. Bazen bunlar için özürlü deyimi de kullanılırsa da sakat deyimi daha yaygın olarak kullanılmaktadır.

Sakatlar, yaşama azmi ile dolu insanlardır. Tüm çabaları varlık mücadelesine dayalı bir yaşantı sürdürmektir. Ancak toplum özürlüleri farklı bir dünyanın insanı olarak nitelemektedir. Toplum, çoğu zaman sakatı; duygusuz, arzusuz, duyarsız olarak görmeye çalışmakta veya öyle kabul etmek hatasına düşmektedir. Bu insanlar da toplumun vazgeçilmez unsurlarıdır. Onlar da daha iyi yaşamak, öteki insanlar gibi aile yaşantısı kurmak hakkına sahiptirler.

Ancak toplum onları sürekli sessiz görmek istemekte “etliye-sütlüye” karışmamasını dilemektedir. Fakat sakat da yönetilmenin yanı sıra, kendi alanında yön verici olmak arzusundadır. İnsan sürekli başarı sağlayan bir varlık olduğu kadar, hata da yapar. Nedense bu durum sakatlar için hiç de böyle değildir. Onlar hiç hata yapmamalıdırlar. Ne yazık ki, toplum içinde günlük hayatta sağlam insanların noksanlıkları pek dikkat çekmez. Fakat sakat en ufak bir kusurda bağışlanmaz. Çünkü toplum gözlüğü hep onların üzerlerinde takılıdır.

Gerçekte toplumun sakatları farklı bir dünyada görmesi, onları verimsiz yapmakta, alın terlerini değerlendirme tutkularını sıfıra indirgemektedir.

Öyleyse, sakatlar toplumdan hoşgörünün yanı sıra, net bir insan ilişkisi, acıma değil, iş beklemektedir. Sadaka değil, güvenli bir ilişki ağı istemektedir. İnsan onuruna yakışır bir dostluk kurmayı ummaktadır. Acımasız olan hayat yarışında eşit bir imkân ve fırsat hakkını istemektedir. Önemsemezlikten çok, teşvik edicilik beklemektedir.

Toplum da kendi dünyasına küsmüş, somurtkan bir özürlü istememektedir. Özürlü insan, öteki insanlara göre, daha güleç yüzlü olmak zorundadır, kendi kabuğunu yırtmak amacında olmalıdır.

Sözlerimi, günümüzden 700 yıl öncesinin saf, arı Türkçesiyle seslenen Hak ve halk âşığı Yunus Emre’nin bir dörtlüğü ile bitiriyorum:

Gelin tanış olalım,

İşi kolay kılalım,

Sevelim sevilelim,

Dünya kimseye kalmaz.”

Not: Bu konuşma, Ilgın Kapalı Spor Salonu’nda 29 Mayıs 1982 günü hafta kutlaması münasebetiyle yapılmıştır.

 

 

Ekrem YAMAN

ILGIN KAYMAKAM V.